|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Mahzun bakışlı köpekler ve darbeciler |
|
Onlara en çok çöp tenekelerinin yakınlarında rastlarız. Hani şu kafası öne eğik, aç karnını doyurmak için sağa sola koşturan, üstü başı kirli sokak köpeklerine. İnsanların en yakınındaki canlılara, en sadık dostlarına yani... İnsanlarla bir arada yaşayan köpekler, benzer davranışlar göstermeye başlar. Bu yüzdendir ki bir yazarın da dediği gibi, bir toplumu köpekleriyle de tanıyabilmek mümkündür.
Sokak köpeklerinin yazılı bir tarihi olsaydı da okusaydık neler öğrenirdik kimbilir? Çok ilginçtir, sokak köpeklerinin zor zamanlarıyla insanlık tarihinin zor zamanları büyük oranda paralellik arz eder. Meselâ İstanbul’daki sokak köpekleri için en acı zamanlar İttihat ve Terakki iktidarıyla, 12 Eylül darbecilerinin zamanlarıdır. Zira İttihat ve Terakki Hükümetinin İçişleri Bakanı olan Talat Paşa’nın emriyle 1910’da İstanbul’daki bütün köpekler özel ekipler tarafından yakalanarak Hayırsız Ada’ya sürgün edilir. Zavallı köpeklerin aç susuz bir şekilde acı acı ulumaları günlerce İstanbul sahillerinde yankılanır. Mazlumun halinden mazlum anlar ve İstanbul halkı sürgündeki köpeklere her gün sandallarla yiyecek götürür. Ama bu çaba zavallı köpeklerin kurtulmasına yetmez. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı olan Cemil Topuzlu, anılarında 30 bin köpek öldürdüğünü iftiharla söyler. Hayırsız Ada binlerce köpeğin mezarlığı haline gelir. İstanbul’daki sokak köpeklerinin Hayırsız Adaya sürgün edildikleri yıllarda, bütün ülkenin bir komite baskısı altına girmiş olması, doğu vilayetlerinde de Ermeni sürgününün gerçekleşmiş olması sizce de anlamlı değil midir?
İstanbul’daki sokak köpeklerinin başına gelen en büyük ikinci felâket ise yine İttihat ve Terakki zihniyetindeki 12 Eylül döneminde gerçekleşir. Darbeden sonra İstanbul’dan sorumlu olan generalin ilk işlerinden birisi, bütün köpeklerin itlâf edilmesidir. Bu dönemde İstanbul’da tam 88 bin köpek tek tek yakalanıp öldürülür. Ve bu icraat için gururla ‘Yıllardır sivil yönetimlerin çözemediği sorunu hallettik’ açıklaması yapılır. Aynı darbe sürecinde ülkenin dört bir yanında öldürülen, hapse atılan, işkenceden geçen, sürgüne gönderilen insanların sayısıysa, öldürülen köpeklerin sayısından çok daha fazladır.
Yani toplumla sokak köpekleri arasında gerçekten bir bağlantı vardır. Çocuk klâsiklerinden Tom Sawyer’ın Maceraları’nın da yazarı olan Amerikalı yazar Mark Twain 1861’de ziyaret ettiği İstanbul’da sokak köpeklerini görünce şöyle bir not düşer: “Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim.” Mahzun bakışlı ve kalbi kırık bir halkın sokak köpekleri de benzer karaktere bürünmüş demek ki.
Bu ülkenin insanları köpekleri sever. Belki Ashab-ı Kehf’in cennetlik köpeği Kıtmir’den ötürü, belki Kur’ân’da hayvanlara merhametle yaklaşılması emredildiğinden ötürü dokunmaz onlara. Ama darbeciler değil köpekleri, insanları bile sevmez. Meselâ basında köpeksever yazar olarak bilinen, ama fırsat buldukça halkı aşağılayan, darbeyi teşvik eden bir yazar, darbeler zamanındaki köpek katliâmlarını neden hiç yazmaz acaba? ‘Söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ gibi bir anlayışa sahip olan zihniyet için insanlar da köpekler de teferruattır çünkü. Kendileri gibi düşünmeyen insanların, onların nazarında köpek kadar değeri yoktur.
Bediüzzaman bir mektubunda, “Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan, ‘Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir’ diye, bütün nev-î beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim”1 der. Bediüzzaman’ın bu uyarısına rağmen, bugün bir takım ehl-i dinin de ‘Söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ gibi cümlelerin etkisine kapılmaları en hafif deyimiyle dehşetli bir yanlışlıktır, bir anlamda darbecilerin değirmenine su taşımaktır. Bu yanlış tavır darbecilere de cesaret vermektedir.
Ama darbe heveslilerinin ve cuntacıların da bilmesi gereken birşey var. Faşist ve totaliter rejimlerden günümüze dünya çok değişti. Günümüzün dünyasında artık ‘önce insan’ anlayışı hükmediyor. ‘Devlet millet içindir’ anlayışı kabul görüyor. Sokak köpekleri de artık eskisi gibi mahzun ve çaresizce bakmıyor. Bilinç altlarındaki korku çok eski nesillerde kaldı. Toplum da, bir zamanlar belki kendi garipliğinden birşeyler bulduğu için gözü yaşlı izlediği mazlûm tiplemesindeki Küçük Emrah filmlerini artık komedi niyetine izliyor. Halk, sokak köpeklerine de demokrasiye de sahip çıkıyor. Darbecilerin sokak köpeklerinin tarihini iyi incelemeleri gerekiyor. Zira sadece toplumun değil, onların da canına yetti artık.
Dipnotlar:
1. Emirdağ Lâhikası, s. 333
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AKP ne yapmalı? |
|
AKP’nin, hakkında kapatma dâvâsı açılmasını takip eden günlerde verdiği öfkeli, hamasî ve heyecanlı tepkiler, yerini yavaş yavaş daha sakin ve soğukkanlı değerlendirmelere bırakmaya başlamış gibi görünüyor.
Bu dâvâya da, getireceği “mağduriyet primi” ve oy artışı gibi siyasî rant hesaplarıyla bakıldığını gösteren çiğ yorumlar da artık işitilmiyor.
Gelinen noktada Başbakan “Anayasa Mahkemesi de işini yapacak, biz de kendi işimizi yaparak yolumuza devam edeceğiz” mesajı veriyor.
Bu tavır değişikliğinin arkasında ne var?
AKP durumun ciddiyetini ve muhtemel bir kapatma kararının yol açacağı son derece sıkıntılı sonuçları fark etmeye başladığı için mi, yoksa iç ve dış çevrelerden gelen itidal çağrılarını dikkate alma gereği duyduğundan mı, ilk günlerdeki havasından farklı bir yaklaşıma yöneldi?
Her ikisi de mümkün ve muhtemel.
Çünkü yargı sürecinin kendi zemininde devam ettiği bir aşamada, tribünlere yönelik hamasî tepkilerle gerilimi tırmandırmanın partiye hiçbir faydası olmaz, tersine büyük zararı olur.
Eğer bu tepkilerle, partiye ihtiyaç duyduğu kamuoyu desteğinin güçlendirilmesi amaçlanıyorsa, kimsenin tavrını belirlemek için AKP’den sâdır olacak öfkeli söylemlere ihtiyacı yok. Herkes kendi duruşunu bizzat kendisi tayin ediyor.
Ve bu açıdan bakıldığında, TÜSİAD’dan başlayıp TOBB’a ve başını çektiği STK’lara uzanan geniş bir yelpazede, parti kapatmanın yanlışlığını ve işe yaramadığını vurgulayan bir kamuoyunun insiyakî bir şekilde oluştuğu ifade edilebilir.
Bu durum, demokrasimizin sağlıklı bir zeminde gelişmekte olduğunun da işareti. Çünkü gelişmeleri demokrasi ve hukuk ilkeleri zemininde değerlendirip ona göre tavır koyabilen, parti kapatma dâvâlarına tepkisini dile getirirken dahi siyasetten bağımsız ve partilere mesafeli bir duruştan hareket eden sivil ve demokrat bir kamuoyunun teşekkül ettiğini gösteriyor.
AKP’nin “İyi ki muhalefet olarak karşımda o var” diye diye bugünlere geldiği CHP başta olmak üzere mâlûm muhalefet partilerinin “yargı darbesi”den parsa toplamaya baktıkları bir ortamda bu demokrat duruş daha da değerleniyor.
Gerçek şu ki, demokrasinin asıl ve sağlam güvencesi, hak, hukuk ve özgürlük bilincine sahip bir sivil toplum yapısı. Demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak nitelenen partilerin dayanacağı ve besleneceği zemin de bu yapı.
Sadece partilere endeksli bir demokrasinin ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu, ard arda yaşanan tecrübelerle defalarca görmüş bir ülkeyiz.
Yine darbe eseri yasalarla partilerin her koldan kıskıvrak bağlanıp resmî ideolojinin cenderesine sıkıştırılması, partilerde tabanın belirleyici olmasının engellenmesi, parti içi demokrasiye geçit verilmemesi vâkıaları bu tecrübelerle birlikte düşünüldüğünde tablo iyice netleşiyor.
Mâlûm, AKP siyasette eski anlayışı tamamen tasfiye edip “ortak akıl” üzerinde yürüyen yep yeni bir siyaset inşa etme vaadiyle yola çıkmıştı.
Ama gelinen noktada bu vaadin de yerine getirilemediği bir tablo ile karşı karşıyayız. Eğer yerine getirilseydi, 22 Temmuz seçimi öncesi siyasete ara verme gereği duyan eski Bakan Ali Coşkun, şimdi Erdoğan’ı “tek adam haline gelmek ve kimseyi dinlememek”le eleştirmezdi.
Hadi diyelim ki, ”harcanmış” olmanın burukluğu Coşkun’u böyle acı konuşturuyor olsun.
Peki, bizzat Erdoğan’ın 3 Kasım 2002 gecesi kameralar önünde yaptığı “Seçim ve Siyasî Partiler Kanunlarını önümüzdeki yerel seçimlere kadar düzelteceğiz” taahhüdünün, aradan beş buçuk yıl geçmesine rağmen hâlâ yerine getirilmemesine ne demeli? O söz neden tutulmadı?
Bize göre, AKP şu aşamada kendisini kapanmaktan kurtarmaya yönelik, sonuç getireceği kuşkulu formüller peşinde koşmak yerine şu sözünü gerçekleştirse, demokrasiye en değerli hizmetlerden birini yapmış olur ve tarihe geçer.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Kalplerin ve kâinatın kandili |
|
Yunus’un karnında Yunus (as), kuyunun koynunda Yusuf (as), kederin, kimsesizliğin ne olduğunu senin kadar bilebilir mi? Ateşlere atılan İbrahim (as), senin atıldığın ateşlere dayanabilir miydi? Firavun zulmüne maruz Musa (as), kavminden gördüğün zulümlere sabredebilir miydi?
Yeryüzünde tek başına Âdem (as) yal-nızlığın acısını senin kadar çekmiş midir? Hızır senin yolculuğuna dayanabilir mi? Rabbü’l-Âlemin’in huzuruna bütün yaratılmışlar adına çıkan, Rabbü’l-Âlemîn adına âlemlere Rahmet olarak inen kul ve elçisin sen…
Esen rüzgârlar, kıpırdayan yapraklar, yağan yağmurlar, ışık saçan güneş, parlayan şimşekler, dönen yıldızlar, raks eden kehkeşanlar, çekirdek etrafındaki elektronlar, çekirdekle elekt-ron arasında dolu âlemler; senin elest bezmindeki hamd zikrinin coşkusuyla çağlıyorlar çağlardan beri… “An”ların olmadığı zamanlar nurun vardı, bütün “an”larda var, “an”sız sonsuzluklarda var olacak.
Mekânsızlık mekânı, mekânın bütün kesitleri, kesintisiz mekânlar sensiz değil seninle. “An”larda varlıkla yokluk arasında titreşip duran mekân, elest coşkusu ve yokluğa yuvarlanma arasında gidip geliyor. “Belâ” demeseydin kim var olurdu?
Gülü görebilir, bülbülü dinleyebilir, rüzgârla nefeslenir, yıldızlarla yaldızlı gökyüzünü seyredebilir miydik?
Her “an” senle doğuyor, sensizlikte ölüyor… Kutlu doğum, mutlu ölümün öncüsü sensin… Sensizlik, Yunus ve Yusuf ke-derlerden daha büyük bir keder, ayrılığın İbrahim ateşlerden daha yakıcı, Âdem yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık seninle olmamak…
Nurun gelmezse ne kâinat ayakta durabilir, ne de kalpler… Semâvât ve arz tesbihâtına dâhil oluyor, kalpler duâna âmin diyor… Yaratılış ağacının tûbâ-i cennetisin; Peygamberler köklerin, veliler meyvelerin…
Dermansız dert; seni kâinatla birlikte bilmemek, kâinatı sensiz bilmek… En büyük şifa sünnetine sarılmak, gönlü kevserinle yıkamak…
Günah kirlerinden arınmak, hevadan soyunup takvaya kuşanmak, zihin zindeliği duygu duruluğuyla salât ve selâm getirmek; sana vuslatın muştulu habercileri…
Karanlık kâinatı kandilinle seyretmek; her bir nesnede, her bir hadisede ayrı güzellikleri görmek, gönlü gül bahçesine çevirmek demek… Yılda bir hafta gül dağıtmak, seni anmak ve anlamaktan uzak… Sense bize hep yakınsın… Yakınlığın olmasa yakînimiz olur muydu? Rahman ve Rahîm olan Allah’ı, Kur’ân ve kâinatla birlikte anmaya ve anlamaya…
Kederlerden kurtulmak, dertlerden dermana erişmek, şifa bulmak, yalnızlıklarda yanmamak, zulümlerden necat bulmak; kalpleri kandilinle aydınlatmanın, mekânda ve “an”da elest hamdini duymanın sonsuz mutluluğu…
Daralan dünyanın, kararan kalplerimizin geniş güneşi… Yusuf yürek, Yunus nidâ ile İbrahimî bereket duâsını kâinatın zerreleri, Kur’ân’ın harfleri ve kelimeleri adedince sana salât ve selâm getirerek ediyoruz Ya Resûlallah (asm)…
Yokluğun boşluğunda bizi boş çevirme. Elestte yokluğa yuvarlanmaktan kurtardığın gibi dünya ve ahiret yokluklarında da şefaatçimiz ol. Çünkü sen, “Ol” diye hükmeden Hâkim-i Zülkemal’in Rahmet Peygamberisin…
Not: Elim bir trafik kazasında “gayb” ettiğimiz Cevdet Cevleyan arkadaşımız, inşaallah Resûl-i Ekrem (asm) şefaatiyle karşılananlardan olmuştur. Hayatımızın imanı sağ olsun.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Şükrü BULUT |
Dünya barışının merkezi: Medresetü’z Zehra… |
|
Üstünkörü ve yüzeysel bakanlara göre büyük bir iddia…
Bediüzzaman’ın hayatını araştıranlar ve Risâle-i Nuru tanıyanlar, dünya barışı projesi olarak “Medresetü’z Zehra” modelini hiç de mübalâğa görmüyorlar. Üçü padişah olmak üzere, beş iktidara sunulmuş, kabul görmesine rağmen kaderin Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken müsaade etmediği bu projeyi, Risâle-i Nur’u okuyanlar takipten geri kalmadılar. Sultan Abdülhamit’ten M. Kemal’e ve nihayet Celal Bayar’a kabul gören bir projeyi inceleme zahmetine katlanmadan dudak büken veya kafa sallayanların düçar olduğu “cehalet hastalığı” elbette ki yeni değildir.
Bu projenin mahiyeti, hedefleri, metodları ve çerçevesi Risâle-i Nur eserlerinde mevcut olduğu gibi, Risâle kaynaklı bir çok araştırmacının da çalışmalarına konu olmuştur. Biz burada yalnızca “dünya barışı” ile alâkalı yönü üzerinde duracağız.
Dünya barışını bozan, sulhunu engelleyen sebeplerin mahiyetini anlatan Bediüzzaman Hazretleri, düşmanlığın sebebinin dinsizlik olduğunu ifade ediyor. 19. yüzyıl Avrupa’sının dünyanın başına sardığı “imansızlık salgınının” kıt'aları nasıl tutuşturduğunu tâ gençlik döneminde gören Üstad, bu sarî illete ancak ve ancak Kur’ân eczahanesinden elde edilecek “iman hakikatleriyle” karşı konulabileceğini ifade ediyor. Bütün mesaisini iman ilmine teksif etmesinin sebebi de bu olsa gerek. İnsanlığın, Kabil’den miras aldığı “düşmanlığı”, Allah’ı inkâr eden Avrupalı feylesoflar yeni renk, cazip metod ve uyutucu sihirlerle öyle cilâladılar ki, maalesef insanlık hâlâ o manyetizmanın tesirinden çıkabilmiş değil.
Bediüzzaman Hazretleri, fıtratın temsilci ve haritası olan Kur’ân’a karşı hazırlanan bu suikast ile dünyada bir çok harplerin çıkacağını, kardeşin kardeşi vuracağını ve insanî değerlerin felsefî fikirlerle tahribi sonucu yeni bir “vahşet ve bedeviyet” devrinin başlayacağını imandan gelen ferasetiyle görmüş olacak ki, “Medresetü’z Zehra” fikriyle tam altmış beş sene yanıp tutuşmuş.
Barış projesi Leylâ, Bediüzzaman Hazretleri ise– teşbihte hata olmasın –mecnunu olduğu bu düşünceyi, kader mütemadiyen uzak ufuklara fırlatınca, Said Nursî Hazretleri sevk-i İlâhiyle birer medreseye dönüşmüş Isparta ve Kastamonu vilâyetlerini, müstakbel projenin çekirdekleri olarak kabul eder. Anadolu’da yavaş yavaş açılan medrese-i nuriyeleri, istikbaldeki Medresetü’z Zehra’nın şubeleri olarak mektuplarında ilân eder. Bu medreselerde okuttuğu Kur’ân ilmiyle her talebesini birer “barış elçisi” olarak yetiştiren Said Nursî Hazretleri, kendisini “devletin emniyetini ihlâl” ile suçlayan savcılara meydan okur: “Şayet bu memlekette bin tane savcı ve emniyet müdürü kadar vatanın sulh u selametine çalışmamışsam Allah beni kahretsin!” Medresetü’z Zehra’nın Anadolu şubeleri olan medrese-i nuriyelerde yetişen talebelerinin bir sıfatları da, “asayiş memuru”dur. Türkiye’nin barışına ve medenîleşmesine çekirdeklik vazifesi yapan “Nur merkezleri” Bediüzzaman’ı hedefinden alıkoymamıştır. Her imkân ve fırsatı peşinden koşuşturduğu “Leyla’yı” yakalamak için istimal etmekte geri durmamıştı. Gel gör ki, gelişmeler medresenin “maddî şekliyle” ortaya çıkmasına bir türlü fırsat vermemiştir.
Van Gölü’nün kenarında, Artemit yarımadasında temelini attığı “Medresetü’z Zehra”da yetişen Kur’ân talebeleriyle; Türkistan’ı, Kafkasya’yı, İran’ı, Pakistan’ı, Ortadoğu ve Arabistan’ı nurlandıracaktı. Cehalet, zaruret ve ihtilâfları inlerinde vuracaktı. Hürriyet ile birlikte medeniyet fışkıracaktı bu münbit coğrafyalardan. Yeniden ayağa kalkacaktı Asya… Avrupa’daki dinsiz felsefeyle birlikte “insanlık düşmanlarını” mağlup edip, Avrupa medeniyetini vahşetten kurtaracaktı. Kötülüklerden arınmış Avrupa’nın teknoloji merkezlerinde insanlık yeniden dalgalanacaktı. Kur’ân medeniyetiyle Batı felsefesinin sulhu sağlanarak insanlık derin bir “oh!” çekecekti… Va esefa ki, Birinci ve İkinci Cihan Harpleri, Anadolu’ya musallat diktatörlükler, frengistanlı ırkçılığın İslâm âleminin başına açtığı musibetler hep o muhteşem projeyi tehir ettirdi ve geciktirmeye devam ediyor.
İslâm birliğine maddeten hizmet edecek bu büyük maddî projenin ortaya çıkmamasına bakarak, Medresetü’z Zehra” projesinin bütün bütün fonksiyonsuz kaldığını kimsecikler söyleyemez. Anadolu sınırlarını yıllardır aşarak beş kıt'aya yayılmış “Risâle-i Nur Medreselerinde” Kur’ânî ilimleri tahsil eden Nur Talebeleri, felsefenin tasallutundaki üniversitelerden de fen ilimlerini öğreniyorlar. İdeal mânâda olmasa bile, yine dünya barışını temin edecek gönüllülerin kıt'aların başlarına geçtiğini inşallah yakın zamanlarda göreceğiz.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İçi boş dosya |
|
En iddiâlı olunan ekonomi noktasında ciddî sıkıntılar baş göstermeye başladı. 2007 gibi, 2008’in de ekonomik açıdan ‘kayıp yıl’ olmasından korkuluyor. Hazırlanan bir iddianame, ekonomiye atılan ‘bomba’ tesiri icrâ etti ve göstergeler alt-üst oldu. Akabinde, uluslar arası kuruluşlar da Türkiye’ye verdikleri ‘not’ları düşürdüklerini ilân ettiler ki, bu ilânın olumsuz neticeleri de maalesef önümüzdeki aylarda hissedilir.
Bütün bu gelişmeler, önceliği ve ısrarı ekonomiye değil; ‘hak, hukuk, adalet’ gibi kavramlara vermek gerektiği noktasındaki iddiâları kuvvetlendirmiş oluyor.
Tabiî ki ekonomi düzelmeden, ona bağlı pek çok noktada da düzelme olmaz. Ancak, ‘hak, hukuk, adalet’ kavramlarıyla özetlenebilecek bir ‘demokrasi paketi’ açılmadan ve bunu icra safhasına koymadan ekonominin de kalıcı olarak düzelmeyeceğini bilmeliyiz.
Aslında Türkiye’yi idare edenler, şu sorunun cevabını vermeli: Önce ‘ekmek’ mi demeli, yoksa ‘hürriyet’ mi? Belki çoğunluk, ilk anda ‘önce ekmek diyelim’ şeklinde fikir beyan edecek. Fakat, hadiseler bize gösterdi ve göstermeye de devam ediyor ki, ‘önce ekmek’ dedikçe, en önce ‘ekmeğimiz’ elimizden alınıyor. Nitekim, her ‘kriz’ döneminde en önce kaybettiğimiz ‘ekmeğimiz’ olmuyor mu? Oysa, ‘önce hürriyet’ demek gerektiği anlayışını kabul etsek ve bu noktada çalışsak, ‘ekmeğimiz’ de elden gitmeyecek.
Yılların yanlış telkini sebebiyle bu teklife itiraz edenler de çıkacaktır. Ancak, ‘Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz asla!’ demeyi ve dedirtmeyi öğrenemedikten sonra ekmeğimizi kaybetmeyi de sürdüreceğiz.
Şunu görmekte fayda var: Önce hürriyet dedikçe, ‘ekmek’ de peşinden gelir. Çünkü hürriyet kâmil mânâda kendisini hissettirse, hiçbir ‘hırsız’ cesaret bulup ‘ekmeğimizi’ çalmaya, çırpmaya, elimizden kapmaya cesaret edemez. Hürriyetlere öncelik vermediğimiz için, ‘hırsız’lar imkân ve fırsat bulup ‘ekmeğimizi’ elimizden çalmaya cesaret edebiliyorlar.
Bu bakımdan, ‘demokratikleşme dosyası’ rafta değil, her an ‘icra masası’nda olmalı. Ayrıca bu dosyanın içi de ‘dolu dolu’ olmalı ki, hürriyetler kâmil mânâda gelişebilsin... Bu yolda karar kılmadıktan sonra, maalesef her zaman olduğu gibi ‘filler’ tepişir ve ‘çimen’ler ezilmeye devam eder. Aynı şekilde bu yolda karar kılmadıkça, millet olarak hak etmediğimiz halde ‘fatura’yı ödemeye devam ederiz.
Kamuoyunda çok da tartışılmayan bir haber gazeteleri süsleyip geçti. Habere göre, Forbes dergisinin ‘Dünya milyarderler’ listesinde bu yıl, geçen yıla göre ‘13 yeni milyarder’ artışıyla 35 Türk yer almış. (Sabah, 7 Mart 2008)
Şimdi düşünelim: Milyarderler listesindeki Türklerin sayısı artmasıyla birlikte daha hür ve daha demokrat olabildik mi? Ayrıca listedeki milyarderlerimiz onar onar artarken, aynı anda ‘işsizler’ listesinin de milyonlarca arttığını hatırlayalım. Bu durum, adaletsiz gelir dağılımının da farklı bir göstergesi değil mi?
Kimsenin malında, mülkünde gözümüz yok. Ancak bu ‘liste’ Türkiye’yi idare edenleri iyice düşündürmeli. En kısa zamanda, ‘Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz asla!’ anlayışını icra safhasına koymak dileğiyle...
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Jüritokrasi ve fitne |
|
Kendi hâlinde ebedî bir muhalif olan Niyazi Mısri hikemiyat diliyle sanki günümüzdeki sıkıntıyı perde arkasından zamanında görmüş birisi. Mevaidu’l İrfan gibi kitaplarını bazı kayd-ı itirazlarla birlikte mütalâa etmiştim. Niyazi Mısri Divanı da çok bilinen divanlardan birisidir. Kuddusi Divanı gibi. Arapça Divanında perde-i gayb ötesinden şöyle bir mısra söylemiş ki yaşadıklarımızın özeti gibidir:
Menbau’l afati fiddünya kudatun
Madeni’l ifsadi fiha el irtişau
Yani lisan-ı hâl ve kâl ile şunları söylemiş: Dünyada ne belâ varsa kaynağı yargıçlar ve kadılardır. Bozgunculuğun sebebi de rüşvettir. Bu satırlar beni 12 Eylül sonrasına aldı götürdü. 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in rüşvetle ilgili şikâyetini hatırlattı. Rüşvetin bir türlü üstesinden gelemediklerinden yakınıyor ve bunun suçunu da başkalarına yüklüyordu. Acaba gerçekten de rüşvetin üstesinden mi gelemediler yoksa gelmek istemedikleri için rüşvet mi onların üstesinden geldi? Niyazi Mısri, dönemindeki kadılardan ve dolayısıyla Osmanlı yargıçlarından şikâyet etse dahi The Fall and Rice of the Islamic State adlı yeni kitabında Ortodoks Musevilerden ve Irak’ın yeni anayasasının danışmanlarından Noah Feldman aksini savunmaktadır. Ona göre, ‘Berlin’de yargıçlar var’ deyimine uygun olarak İstanbul’da yargıçlar vardır. Ama rind meşrep olan Niyazi ile bu yargıçların mizaçları elbette ki imtizaç etmez. Bununla birlikte ‘Berlin’de yargıçlar var’ ifadesi aslında adil yargıçların nedretine ve kibriti ahmer gibi yokluğuna işaret etmektedir. Bu da bir hadis-i şerifi doğrulamaktadır: “Kadin fi’l cenneti kadiyani fi’n nar: Üç kadıdan biri cennette ikisi cehennemdedir.” Elbetteki nadir olanların mekânı cennet diğerlerininki tamudur.
***
Ama Niyazi bugünleri görseydi kimbilir neler derdi. Zira Newsweek gibi dergilere bakacak olursak, Türkiye’de yaşanan süreci yargı darbesi olarak görüyorlar. AB’li yetkililer de bunu böyle görüyorlar. Asker, polis ve yargı ülkenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ama onların vazgeçilmezliği ülkeyi asker devleti, polis devleti veya yargıç devleti yapmaz. Cezayir, militarist devlet modelidir. Fas polis devletine bir modeldir. Bugüne kadar yargıç devletine pek şahit olmamıştık. Sadece Beni İsrail tarihinde böyle bir dönem vardır. Bir de Kayseri’de geçmişte kısa devreli bir Kadı Burhaneddin devleti yaşanmıştır. Velâyet-i fakih doktrinini nereye oturtmalı bilemiyorum ama hadi onu da biraz zorlayarak bu kalıba dökebiliriz. Bizde 1961 yılında kurulan Anayasa Mahkemesi ile bu benzeri tarzlar mukayese edilebilir mi acaba? Ülkenin hukuk devleti olması onu asla bir yargıç devleti yapmaz. Bundan dolayı, Türkiye’de kuvvetler ayrımı tamamen birbirine girmiş durumdadır. Yasama, yürütme ve yargı adeta kavgalıdır. İhtilâf anında hangisinin daha üst bir erk olduğu tartışılıyor. Bu bağlamda, ülkemizde 19 yılını devirmiş olan gazeteci Jessica Lutz da şaşkın. Ülkenin kim tarafından yönetildiğini soruyor. Yargı mı, ülkeyi yönetecek diye soruyor. (Yeni Asya, H. Hüseyin Kemal’in röportajı, 7 Nisan 2008) Bu soru, cevabını bekliyor.
***
Jüritokrasi deyiminin ülkemize mahsus olduğunu düşünürken yanılmışız. Meğerse liberalizmin kalesi de böyle bir eğilime haizmiş. Hollanda’da bir mahkeme, İslâm karşıtı film ile gündeme gelen Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders’in, İslâm’ı eleştiren söylemlerde bulunabileceğine karar verdi. Hollanda İslâm Federasyonu’nun (NIF), İslâm karşıtı filmin yapımcısı Geert Wilders’ın, İslâm’ı sürekli sert şekilde eleştiren ve basında da sıkça yer alan sözlerinin, toplumda düşmanlığa yol açtığını belirterek, bu ifadelerine son vermesi ve düzeltmesi istemiyle açtığı dâvâda mahkeme, milletvekilinin, İslâm hakkındaki görüşlerini dile getirmesinde sakınca olmadığına karar verdi. Hollanda yargısının Geert Wilders’i bizdeki meşhur 312’nci madde ile tecziye etmesi beklenirken tam tersi onu aklaması da yeni bir jüritokrasi deneyimi ve örneğidir. Jüritokrasi hukuk yerine keyfîliği esas alıyor. Zaten keyfîliği esas aldığı için de jüritokrasi deniliyor. Buna yargının politizasyonu diyebiliriz. Politize olan yargı elbetteki darbe yapar. Sınırları geniş tutulunca belki görevleri arasında bile sayılabilir.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Demokratikleşme paketinin içi boş olmasın |
|
Ankara’daki ürkütücü belirsizlik devam ediyor. AKP’yi “kapatma dâvâsı” üzerine çelişkili beyanlar geliyor. Belli ki hükümet ve siyasî iktidar hâlâ rotasını belirlemiş değil…
Bir yandan “din dersleri”nin durumu ve “yeni vatandaşlık tanımı”nın da yer aldığı 15-20 maddelik “demokratikleşme tasarısı”ndan bahsediliyor, diğer yandan salt parti kapatmayı zorlaştıran “mini paket” gündemde.
“Kapatma dâvâsı”na karşı güçlü bir savunma hazırlanması; uzlaşmayı ve tansiyonu düşürme saikiyle referandumu zorlamayan, meselenin geçiştirilmesi konuşuluyor. AB uyum yasalarında yalnız Türk Ceza Kanununun 301. maddesiyle, siyasî partilerin kapatılmasına dair Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleriyle Siyasî Partiler Kanununda 101. maddesiyle iktifa edilmesi tezi ileri sürülüyor…
Hangisinde karar kılınacağı ve nasıl bir yol izleneceği, dünkü yapılan AKP Merkez Karar Kurulunda kararlaştırılacaktı.
Ancak, Başbakan Erdoğan’ın Meclis Başkanı Toptan’la yaptığı “sürpriz ziyaret”in ardından anayasa paketi çerçevesine dair alternatiflere, sessiz kalması, belirsizlikle birlikte “10. Uyum Paketi”nin de içinin boş olacağı sinyalini önceden verdi. “Reform paketi”nin 301’le sınırlı kalıp kalmayacağı sorusuna, “Hayır, hayır; gelir mi gelmez mi o ayrı…” demesi, bunun ifâdesi…
* * *
Gerçek şu ki, ne zaman ki partisine “kapatılma dâvâsı” açıldı; Başbakan AB’yi hatırladı. Ne var ki, bütün bunlara rağmen, yine de hâlâ renk vermiyor. Bu satırların yazıldığı sırada, dünkü MKYK toplantısının sonuçları açıklanmış değildi. Lâkin gerek Başbakanın beyanlarından, gerekse hükümet ve parti sözcülerinin açıklamalarından, sözkonusu “demokratikleşme paketi”nin yine büyük ölçüde “konjonktürel” ve günü kurtarmaya yönelik sathî “pansuman tedbirler”le kalacağı anlaşılıyor…
Belli ki siyasî iktidar, bunca ders ve ibretten sonra bir türlü baştan beri aşamadığı çekingen ve ürkek ikircikli cendereden çıkamıyor. Problemlere salt siyasî vaziyeti kotarmayı amaçlayan geçici taslaklarla yetiniyor.
Kaldı ki, yeni anayasa taslağı çalışmalarında görüldüğü gibi, sözü edilen “din dersleri” meselesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin vatandaşların dinlerini öğrenme ve yaşama hakkı çerçevesinde eğitimin demokratikleşmesi değil, zaten yetersiz olan “din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri”nin “seçmeli” hale getirilmesi öngörülüyor. Bu bir demokratikleşme değil, kazanılan demokratik hakların “laiklik” ve benzerî bahanelerle kaybedilmesi, din eğitimi ve öğretimi hakkının kısıtlanması anlamına geliyor…
Oysa, Ankara’nın bunu fırsat bilerek uzun zamandır savsakladığı AB uyum yasalarına ciddiyetle hız vermesi icâp ediyor. Bir tek 101. maddenin değil, AB’ye taahhüd edilen “siyasetin demokratikleşmesi”ne bağlı olarak, siyasî partiler ve seçim kanunlarında köklü ve muhtevalı esaslı değişiklikleri yapması zaruret halini almış.
Siyasî partilerdeki lider sultasına son verecek, genel merkez hâkimiyetini tâdil edecek, hâkim nezâretinde kayıtlı üyelerin önseçimle belirlenen listenin tercih usûlüyle seçmene sunulduğu bir sisteme gidilmesi, siyasetin demokratikleşmesi için şart. Yönetimde istikrar adına temsilde adaleti feda etmeyen AB standartlarına uygun “baraj” sisteminin belirlenmesi gerekiyor…
Keza, bir tek 301. maddeyi değil, diğer takozların da ortadan kaldırılması lâzım. Meselâ sırf depreme Kur’ân tefsiri ve Peygamberimizin hadislerine göre “İlâhî ikaz” dediği için hâlâ yazar ve düşünürlerin yargılandığı ceza kanununun 312. maddenin yerine ikame edilen ceza maddeleri ile ifâde özgürlüğünü suç sayan yasaların da düzeltilmesi, demokratikleşmenin olmazsa olmazları arasında duruyor…
* * *
Kısacası uzun zamandır AB’yi ihmal eden AKP hükümeti, “kapatma dâvâsı”nı fırsat bilmeli. Sınırlı, günübirlik paketlerle değil, geniş demokratikleşme çalışmalarını hazırlamalı.
Partisine “kapatılma dâvâsı” açıldığında AB’yi hatırlayan Başbakan, bunu fırsat bilmeli. Düzenlemeleri, 301’le yetinip “parti kapatmayı zorlaştıran” anayasal ve yasal değişikliklerle sınırlı tutmamalı. AB – Türkiye Karma Komisyon Eşbaşkanı Joost Lagendik’in, “Paket sâdece parti kapatmayla sınırlı kalmamalı, başta ifâde özgürlüğü olmak üzere, özgürlükleri de kapsamalı” önerisi dikkate alınmalı…
Başbakan, İsveç’te Türk İş Forumunda, “İstemiyorlarsa ‘biz istemiyoruz’ desinler; bundan da memnun oluruz” türü tepkilerle AB’ye meydan okumak yerine, demokratikleşme paketinin muhtevasını geniş tutmalı. Türkiye’yi AB’den kopartıp ABD’nin kucağına iten “Almazsanız almayın!” benzeri restler yerine, siyasî iktidar inanç ve ifâde özgürlüğünü kapsayan esaslı düzenlemeler yapmalı. Çâre budur; aksi halde yine havanda su dövmüş olur…
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bediüzzaman Said Nursî yeni yeni anlaşılıyor |
|
Gazetemizde Yusuf Kaplan’ın röportajını okumuşsunuzdur: “Bediüzzaman yirmi birinci yüzyılın âlimidir” diyordu.
Çünkü hizmetinin temellerini yirminci yüzyılda attığı halde toprak altına gömülen çekirdek misâli karşı çıkıldı, inkâr edildi, görülmedi, görmezden gelindi. Ama o bu görmezden gelmelere rağmen kabuğunu çatlatıp filiz verdi, koca bir ağaç oldu, dalları dünyanın dört bir yanına dağıldı, çiçekler açıp meyveler vermeye başladı.
Hakikatin ve ihlâsın gücüdür işte bu. Doğrudan ilhamını Kur’ân’dan alıp muhtaç insanlara sunmuştu bu hakikatleri. Ruh, kalb ve akılları aç olanlar, aradıklarını onda bulup ona dört elle sarıldılar. Kırkı aşkın dile çevrilen eserler dünyanın her tarafına yansımaya başladı. Görenleri cezbetti, okuyanları mest etti. Heyecan ve merakla okudular.
Bediüzzaman bize Rabbimizi, Peygamberimizi anlatıyordu. Farklı ve cazip bir anlatımdı bu. Doyurucuydu. Şüpheleri gidermekte, her bakımdan tatmin etmekteydi. Tanıyan herkesin onu başucu kitabı hâline getirmesi, ondan vazgeçememesi, bir vird gibi gece gündüz okuma ihtiyacı hissetmesi Kur’ân’a ne kadar güçlü bir ayna olduğunun delilidir.
Evet, Risâle-i Nur bizzat müellifinin ifadesiyle Kur’ân’ın hakikî, kuvvetli, tesirli bir tefsiridir. Nice sır ve hikmetleri, inceliklerini keşfetmiş insaf ve vicdan sahiplerini hayretten hayrete sevk etmiştir.
500’den fazla ulusal ve uluslar arası tebliğ sunuldu bu eserler ve müellifi hakkında. Nice araştırmalar, incelemeler yapıldı. Elde edilen orijinal tesbitler dünyanın birçok yerinde nice panel, seminer, sempozyum ve konferanslarda verildi. Eserlerin cezbedici nükteleri meraklı nazarlara sunuldu.
Üstad, hapishane, sürgün gibi o sıkıntılı günlerde, “Gün gelecek bu Nurlar bütün dünyada okunacak, radyolarda yayınlanacak” demişti. Bugün gerçekten dünyanın araştırıcı, meraklı ruhları Risâle-i Nurları tanımakta gecikmediler. Ülkemizde radyolar, Risâle-i Nurları yayınlamakta yarışıyorlar. Bir kısım yayınevleri Risâleleri neşrediyor, Üstad ve Risâle-i Nurlarla ilgili çalışmalar yapmakta birbirlerinden geri kalmıyorlar.
Gazetemizde araştırmacı yazar arkadaşımız Mustafa Öztürkçü’nün Nursî Hanedanı adıyla yayınlanan dizi yazısı ilgiyle takip edildi. Arkadaşımızın Bir İman Güneşi Said Nursî isimli çalışması da kitaplaşmış durumda.
Ayrıca yine gazetemizin yazarlarından Mehmet Nuri Eminler’in de “47 yıldır mezar yeri tartışılan NUR ÜSTAD” adını verdiği çalışması da yeni piyasaya çıktı. Eminler bu çalışmasını farklı başlıklar altında toplamış. Üstadın kronolojisinden tefekkür hayatı, eğitim-öğretim, şecaat ve metaneti, yanlışlığa tahammül edememesi, minnet almaması, ilmiyle âmil olması, hizmet yönü, istikamet üzere oluşu, v.s. gibi başlıkları içeriyor. Yazar eserini Üstadı muhatap alarak, âdetâ ona tasdik ettirerek kaleme almış.
Her iki eser de Erguvan Yayınları arasında yayınlanmış. Arkadaşlarımızı tebrik ediyor, daha nice güzel çalışmalara imza atmalarını temennî ediyoruz.
Üstadın orijinal görüş ve düşüncelerini ne kadar geniş kesimlere duyurabilsek ona olan borcumuzu ödemiş olacağız.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sömürge modeli laiklik |
|
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt dinî konuların istismar edildiğini söyleyerek “İrticâî unsurlar, laiklik karşıtı faaliyetlerini, vakıf, dernek gibi bir takım legal oluşumlar vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürüyor”1 dedi. Askerî cenahta sık sık tekrarlanan bu söylemlerin anlamı ne? Çağdaş ve modern bakış ve anlayış açısından hiçbir anlam taşımaz! Zira, asker dinî konularda uzman değil!
Gelelim laiklik meselesine: Devletin, başta din ve vicdan hürriyeti olmak üzere bütün hak ve hürriyetlerin şemsiyesi olmasıdır. Dolayısıyla dini devlet, devleti de din işlerine karıştırmamaktr. Buna göre, kimse, kimsenin işine, inancına karışmayacaktır.
Bu tanımlamaya göre bakarsak, ülkemiz laik mi? Adam gibi bir anayasamız, kanunlar olmadığı, devlet organlarının görev ve selâhiyetleri netleşmediği gibi, laiklik konusu da içler acısıdır.
Avrupa’da doğup dine, dindara veya ateistlere nötr kalan laiklik, neden ülkemize “jakoben”ce yansımış, âdeta dini ortadan kaldıran bir unsur olarak kullanılmıştı?
Fransız İhtilâl-i kebîrinin tesirinde kalan Osmanlı aydınları ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları, bâtıl bir kıyas ile, “Batı laik oldu, dini terk etti, ilerledi; biz de dini terk edelim ve terakkî edelim” mantığıyla hareket ederek, dine savaş açtı. Hattâ, Protestanlığı millete kabul ettirmek için bir hey’et teşkil bile edilmişti.2 Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânından sonra çok şiddetli bir laikleşme, sekülerleşme süreci yaşanır. Ve laiklik, manasının tam tersi işletilir: İslâmiyet devletleştirilip millîleştirildi. Diyanet, ardından imam hatipler ve ilâhiyat fakülteleri açıldı.
Atatürk, dindar değildi; fakat kısa sürede dini yok edemeyeceğini anladı. Ve çözüm olarak dini kontrol eden devlet kurumları kuruldu. İslamî söylem devletin tekelinde olmalıydı. Mustafa Kemal’le Emile Combes’u karşılaştırdığımız zaman; Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in dini kontrol etmesi gerektiğini düşünürken, Combes, din ve devlet arasındaki kordonu tamamen kesmek istedi.
Türkiye’deki laiklik, sömürge modeli. Mustafa Kemal’in, din ile ilgili söylemine bakarsanız, sürekli medeniyetten bahsettiğini görürsünüz. Ve, Fransa’da da laik okulun kurucusu Jules Fery’ninkiler başta olmak üzere sömürgeciliği meşrûlaştıran söylemlere baktığınız zaman neredeyse kelime kelime aynı söylem: Dinin modernleştirilmesi ve reforme edilmesi lâzım. Devletin kontrolünde olmalı. Mustafa Kemal de, İslâm için aynı şeyleri düşünüyordu. Ama bir dini “medenî” yapmak için, onu serbest bırakamayız. Devlet denetiminde olmalı anlayışı.
Fransa’nın, sömürgesi Cezayir’de uygun gördüğü laiklik uygulaması, İslâm dünyasında Nasser, Burgiba ve Baas tarzı yönetimler için model oldu. Türk ve sömürge modelini uyguladılar. Bugün birçok İslâm ülkesinde, halkların İslâm üzerinden kendini ifade etmesi, devletlerin oluşturduğu bu İslâm tekeliyle açıklanabilir.3
Sonuç şu: Müslüman ülkelere sömürgeler laikliği… Türkiye, Mısır, Cezayir, Tunus gibi ülkelerde ise laiklik, dinin kontrol altına alınmasıdır. Buralarda uygulanan laiklik, jakobendir, baskıcıdır. Devlet ne kadar izin verirse, o kadar dindar olunabilir!..
Dipnotlar:
1- Savunma ve Havacılık Dergisi, Nisan-2008; 2-Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 97.; 3-Pier-Jean Luizard/Zaman/14 Mart 2008.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Toplumun sinir uçlarıyla oynanıyor |
|
Uzun zamandır pompalanan gerilim havası, nihayet beklenen işaretleri vermeye başladı.
Sinir uçlarıyla oynanan ve sabrı taşırılma noktasına getirilen işçi ve memur kesiminin ardından, öğrenciler de birbirine karşı tahrik edilerek, ortalık bir kanlı boğuşma arenasına döndürülmeye çalışılıyor.
Provokatörlerin işbaşında olduğu kesin. Ortada bunun apaçık delilleri var. Okulla, öğrencilikle hiçbir alâkası bulunmayan meçhûl adamlar, bakıyorsun elindeki silâhla bir anda kavganın ortasında beliriveriyor ve önceden plânlanmış olduğu kesinlik kazanan rolünü tak tak tak, pat pat pat oynamaya başlıyor.
Oysa, öğrenciler arasında böylesine bir kavgayı gerektirecek herhangi bir mesele yoktur. Esasen, kendini ilme, tahsile vermiş olanların kavga ile, çatışma ile bir dâvâsı olmaz, olmamalı.
Ne var ki, karanlık suratlı provokatörler, bu heyecanlı ve dinamik kitlenin sinir uçlarıyla oynamayı ve onları birbirine karşı tahrik ile vuruşturmayı kafaya koymuş bir kere. Asıl maksadı ise, bambaşka; bilim ile, tahsil ile hiçbir münasebeti yok.
Evet, birtakım siyasî çekişmelere sebebiyle, toplum maalesef gerilmiş durumda. İnsanlarımızın sabır ve tahammül gücü zayıflatılmış, yer yer adeta dumura uğratılmış.
Çocuğunu okutan anne–babalar ise, okullarda yaşanan olaylar sebebiyle hayli tedirgin vaziyette. Gözleri gibi baktıkları, üzerine titredikleri ve ömrünün baharına kadar elbebek–gülbebek büyüttükleri evlâtlarının şimdi tehdit ve tehlike altında olduğunu görmenin ıztırabını yaşıyorlar.
İşte, insanlarımızın en hassas, en tedirgin olduğu bir sosyal tablodur bu. Şüphesiz, kışkırtıcılar da bu hassasiyetin pekâlâ farkında. Sinir uçlarıyla oynuyor ve kaşımaktan sadistçe bir zevk alıyorlar.
Durumu yatıştırmaya çalışmak, öncelikle iktidarın görevi. Ancak, öğretmen ve öğrencilerin de, iş başındaki provokatörlerin oyununa gelmemeye, onlara alet olmamaya âzamî dikkat göstermeleri icap ediyor.
GEZİ
Kalkınmada sivil inisiyatif
Geçtiğimiz hafta sonunu tarihî, coğrafî, iktisadî ve stratejik değeri pek yüksek olan Erzurum şehrinde geçirdik.
TUSKON'un (Türkiye Sanayici ve İşadamları Konfederasyonu) dâvetlisi olarak yaptığımız bu seyahatin birinci gününde Erzurum'u yakından tanımaya çalıştık. Yirmi kişilik basın ekibiyle birlikte ve rehber eşliğinde, şehrin harikulâde güzelliğe, özelliğe sahip tarihî ve turistik mekânlarını doyasıya gezip ziyaret ettik. Bu mekânları gezip gördükçe, Ezruzum'a olan hayranlığımız katlanarak ziyadeleşti.
Seyahatimizin ikinci gününü ise, TUSKON tarafından bir araya getirilen yerli–yabancı 1001 sanayici ve işadamının buluşup kaynaşmasına şahit olduk.
Doğu'nun kalkınması için teşkil edilen bu sivil inisiyatifin, moralleri yükselten, ümitleri yeşerten müşahhas projelere imza atmasını ve bölge insanı için hayırlı hizmetlere vesile olmasını diliyoruz.
Yarısı Doğu Anadolu Bölgesinden, diğer yarısı ise bölge dışından gelen bini aşkın işadamına, Cumartesi günü önce Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, akşam saatlerinde ise Başbakan Erdoğan hitap etti.
Bu konuyla ilgili daha geniş ve detaylı bilgileri, gazetemizin yarınki haber sayfalarında bulabilirsiniz.
Tarihin yorumu
Tarafsız Başbakan (!) CHP'li Nihat Erim
12 Mart (1971) Muhtırasından sonra kurulan ilk ara rejim hükümeti Meclis'ten güvenoyu aldı. Yeni hükümet, CHP'den istifa ettirilen Nihat Erim'e kurduruldu.
25 kişilik yeni kabinede 5 AP'li, 3 CHP'li ve 1 de MGP'li üye yer alırken, kalan 14 bakan ise Meclis dışından seçildi.
CHP+Ordu işbirliğiyle, yahut dayatmasıyla kurulan bu hükümetin başına, sözde tarafsız bir başbakan atanmıştı.
Ancak, bu tarafsızlık o derece sırıtıyordu ki, Erim'in mâzisini azbuçuk bilenler için, başkaca hiçbir izahata ihtiyaç kalmıyordu.
* * *
1912 Kocaeli doğumlu olan Nihat Erim'in soy kütüğü hakkında çeşitli rivâyetler var. CHP'li meşhur Turan Güneşle de hısım/akraba olduğu bilinen Erim ailesinin, vaktiyle Selânik'ten Anadolu'ya göç etmiş Karakaşlar'dan olduğunu belirten bilgilere rastlamaktayız.
Erim, hukuk tahsilini bitirdikten sonra, bir müddet meslekî çalışmalarda bulundu. Sonra da siyasete atıldı. 1945–50 arasında CHP milletvekili olarak ilk kez Meclis'de yer aldı. II. Hasan Saka Hükümetinde Bayındırlık Bakanlığı, Günaltay Hükümetinde başbakan yardımcılığı görevinde bulundu.
1950'den sonra Ulus gazetesinde başyazarlık yaptı. Bir ara Kıbrıs'taki anayasal düzenleme çalışmalarına katıldı. 27 Mayıs Darbesinden sonraki ilk seçimde tekrar CHP üyesi olarak Meclis'e girdi.
12 Mart 1971 Muhtırasının ardından CHP’den ayrılması şartıyla hükümeti kurmakla görevlendirildi. İki kez üstüste hükümet kuran Erim, 22 Mayıs 1972’ye kadar işbaşında kaldı. 1977’ye kadar Senato'da kontenjan senatörü olarak görev yaptı. 19 Temmuz 1980’de İstanbul Kartal'daki evinin yakınında bulunan bir deniz kulübünde uğradığı silâhlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.
* * *
Erim'i öldürenler, onun başbakanlığı zamanında öldürülen veya idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının intikamını aldıklarını çeşitli vesilelerle dile getirdiler.
12 Mart Muhtırasını veren Silâhlı Kuvvetleri komuta kademesi, hükümetin çekilmemesi halinde, bir askerî darbe yaparak yönetime el koyacağını açıkladı.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namaz için sebep arayışı |
|
A. Okuyan:
*“Neden namaz kılmamız gerektiğini soran bir arkadaşım var. Birçok şey söyledim, ama yeterli olduğumu düşünmüyorum. Ona neler söylenebilir?”
Yaptığımız ibadetlerde taabbüdîlik vardır1; yani ibadetin ibadet olma özelliği, bize onu emir olarak algılama ve emri yapma niteliği kazandırıyor. Bu kulluktur. Yani bir ibadet emredildiği için yapılır. Başka hiçbir sebep aranmaz.
Fakat hiç şüphesiz her ibadetin kendine özgü birçok hikmeti olduğu gibi, namazın da birçok hikmeti vardır. Akıl bu hikmetleri arıyor, soruyor, sorguluyor ve buluyor. Ancak akıl da acizdir. Hepsini bilemeyebilir şüphesiz. Bu açıdan, aklın hikmet ve sebep üzerinde çok fazla vakit kaybetmeden; mademki akıl sahibi bir insan olarak yaratılmışım; emri dinleyip insan olduğuma şükretmek için namazı kılmalıyım deyip teslim olması gerekir.
Namazın fert ve sosyal hayatımızda sayılamayacak kadar maddî ve mânevî fayda ve hikmetleri vardır. Bunlardan başlıcaları şunlardır:
1- Namaz Allah’ın emri olduğundan; namazını kılan kimse Allah’ın emrine itaat etmiş olur. Bu itaat onu Allah’ın rızasına ulaştırır. Allah’ın rızasına ulaşan, ebedî olarak huzur ve saadet içindedir.
2- İnsan, namaz vasıtasıyla Allah’ın kulu olduğunu idrak eder. Allah’ın kulu olduğunu idrak eden, yaratıkları sever, kendisini büyük görmez, gururlanmaz, mütevazi olur. Allah mütevazi olanları sever.
3- Namaz insanı kötülüklerden alıkoyar. Çünkü namazla günde beş defa Allah’ın huzurunda olduğunu hisseden insan, Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzaklaşmak için kendinde güç bulur.
4- İnsan her an, her cihetten Allah’ın sonsuz nimetleri ve ikramları ile âdeta kuşatılmış vaziyettedir. Namaz kılan insan, Allah’ın sonsuz nimetlerle ikram edişini takdir etmiş, Allah’a şükretmiş olmaktadır.
5- Dünyanın sıkıntı verici ve olumsuz şartları, bazen insanı boğmakta, içinden çıkılmaz bunalımlara yol açmaktadır. Namaz vasıtasıyla kendisini Allah’a teslim eden insan, hayatın ağır yüklerinden Allah’a sığınmış olmaktadır. Allah’a sığınan insan huzur bulmakta, olumsuz şartların verdiği elem ve ümitsizlikleri atmaktadır.
6- Namaz kılan insan, Allah’a karşı fıtrat borcunu ödemiş; vazifesini ifa etmiş olmaktadır. Allah’a karşı vazifesini yapan insan ise, hayatta her işte başarılı, verimli, özverili ve çalışkan olur.
7- Namaz günahlara karşı tevbe ve istiğfar mânâsını da taşımaktadır. Çünkü namaz günahlarımızın bağışlanmasını ve hatalarımızın affını sağlamakta; böylece kalbimizin günah kirlerinden arınmasına ve mânevî temizliğe ulaşmamıza vesile olmaktadır.
8- Namaz vasıtasıyla insan, Allah’ın bir olduğunu tasdik etmiş, Allah’a boyun eğmiş, kendisini ve nefsini Allah’a teslim etmiş ve Allah’a tevekkül etmiş olmaktadır. Allah’a tevekkül eden ise hem dünyanın, hem de âhiret hayatının saadetini elde etmeyi hak etmiş demektir.
9- Namaz bizi âhiret hayatına hazırlar. Namazla dünyanın fenasından Allah’a sığınmış, ebedî âhiret yurdunu ve saadetini Cenâb-ı Hak’tan istemiş olmaktayız.
10- Namaz vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk’a duâ ve münacatta bulunmuş, istenebileceklerin en güzelini, en büyüğünü, en âlâsını Cenâb-ı Hak’tan istemiş olmaktayız. Rabb’imizden hem dünyada, hem de âhirette hasenat vermesini ve bizi mutlu kılmasını namaz kılmak sûretiyle isteyebilmekteyiz.
11- Namaz, imanın kalbimize yerleşmesine vesile olur. Bu mânâda namaz imanın gıdası, dinin direği ve mü’minin mi'racıdır. Mü’min, namaz kılmak sûretiyle Allah katındaki derecelerini arttırmış ve mânevî makamlarda yükselmiş olmaktadır.
12- Sonsuz derece âciz, fakir, muhtaç ve zayıf olan insan, namaz vasıtasıyla Kâinatın Sahibine yönelmiş, her arzusunu dile getirmiş, Allah’ın kudretine, iradesine, rahmetine, mağfiretine ve gınasına sığınmış olmakta; böylece korktuklarından emin, umduklarına nâil olabilecek bir mâhiyet kazanmaktadır. Yani namaz insanı gereksiz endişelerden, yersiz korkulardan ve sonuçsuz elemlerden kurtarır; Rabb’ine dost yapar.
13- Namazın maddî temizliğe vesile oluşu unutulmamalıdır. Her namaz için abdest alan, haftada en az bir defa gusül abdesti alan mü’minler, hayatının diğer bölümlerinde de temizliğe bir ibadet niteliğinde önem verirler. Böylece sağlık ve sıhhat kazanırlar.
14- Günahlardan sakındığımız sürece namaz, bütün diğer dünyevî işlerimize ve mübah hareketlerimize ibadet niteliği kazandırır. Böylece bütün ömrümüz âhiret hesabına verimli geçmiş olur.
15- Namaz, hem bizim bütün ibadetlerimizin, hem de bütün mahlûkatın ibadetlerinin bir fihristesi hükmündedir.
Dipnotlar:
1- Mektubat
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|