Yüce Yaratıcı bizi farklı yaratmış. Sûretlerimiz farklı olduğu gibi, sîretlerimiz de farklı... Hatta parmak izlerimizden tutun, saç tellerimize; seslerimize varıncaya kadar hepsi birbirinden farklı biçimde yaratılmış. Huylarımız, kişiliklerimiz, mizaçlarımız da birbirinden farklı... Duygularımız, zevklerimiz, alışkanlıklarımız da birbirine benzemez. Anlayış seviyemiz, becerilerimiz, kabiliyetlerimiz de farklı olabiliyor.
İlk insan Hz. Âdem’den günümüze kadar insanların yaratılış biçimi böyle devam ediyor. Kıyamete kadar da böylece devam edip gidecek. Yüce Allah’ın takdiri, hikmeti, tercihi böyle. Bu noktada insanoğlunun hiçbir tercih hakkı olmadığı gibi, hiçbir dahli veya rolü de yoktur.
Bu farklılıklarımızın bir neticesi olarak, mensubu bulunduğumuz cemaatin hizmet tarzı, metodu da farklı olabilir. Olayları yorumlama, hadiselere yaklaşım durumları birbirine benzemeyebilir. Esasta ve maksatta zararlı bir durum söz konusu olmadıkça, hizmetteki farklılıkların hiçbir zararı yoktur, hepsi de geçerlidir.
Hakikat-i hâlde bu farklılıklar birer zenginlik olarak görülmesi lâzım. Birbirinin eksiğini, hatasını, kusurunu izâle eden, birbirine kuvvet veren imkânlar olarak telâkki edilmesi gerekir.
Öte yandan aynı cemaate dahil olan insanların, aynı mizaçta, aynı huyda, aynı meşrepte olmaları beklenemez. Değişik anlayış, mizaç ve meşrepteki insanların bir arada, bir dâvâ etrafında kenetlenip ifâ-i hizmette bulunmaları her zaman için mümkündür. Yeter ki farklılıklarımıza anlayışla yaklaşmayı bilelim. Bu farklılıkları hizmete dönüştürme maharetini gösterebilelim.
Böyle yapmayıp, farklılıkları birer ayrışma, birer ihtilâf sebebi görme yanlışına girersek, mensubu olduğumuz cemaate, dolayısıyla kudsî hizmetlerimize zarar vermiş oluruz. Kudsî bir dâvânın müntesipleri olarak, bir ihsan-ı İlâhî olarak omuzumuza konulan bu ağır ve şerefli hizmetin selâmeti ve hatırı için sebeb-i ihtilâf gibi görünen, hakikatte bizim için, hizmetlerimiz için bir ihtiyaç, bir zarûret olan farklılıklarımızı birer zenginlik görüp öylece hizmetlerimize devam etmeliyiz.
Hiç düşündük mü acaba; Efendimizin (asm), etrafındaki güzide ashabı hep aynı mizaca, aynı meşrebe, aynı huylara sahip insanlar mıydı? O güzide cemaati teşkil eden bahtiyarların farklı meşreplere, değişik huy ve mizaçlara sahip oldukları halde, hepsinin de ulvî bir dâvâ etrafından yekvücut olarak son nefeslerine kadar mücahedelerine devam ettiklerini görüyoruz.
Bunun gibi Nurların ilk tulûu ve intişârı zamanında Bediüzzaman’ın etrafında kenetlenerek ifâ-i hizmette bulunan “saff-ı evvel” dediğimiz hâdimlerin de, meşrep, mizaç, tutum ve davranışları aynı değildi. Onlarda da farklı fıtrat, değişik huy ve mizaçlar mevcuttu. Ama işte onlar bu farklılıklarını iyi bir imkân ve bir avantaj olarak görüp, yekvücut olarak tam bir tesanüd ve işbirliği içinde hizmetlerine devam etmişlerdi.
Bilerek veya bilmeyerek, insanlık icabı, bazan onlardan hata ve kusurlar da sâdır oluyordu. Mizaç veya meşreplerinden kaynaklanan bazı istenmeyen yanlışlar; zaman zaman aralarında sitemler, incinmeler, kırılmalar da oluyordu. Bu gibi durumlarda Üstadları gerekli ikaz ve uyarıları yapar yapmaz, hiçbir ihtilâfa, ayrışmaya meydan vermeden meseleler hemen halledilirdi. Bu noktada Üstad, en küçük bir sitemi, en basit bir nazlanmayı dahi ciddiye alır, bu nevî durumların hizmetlerimize zarar verebilme ihtimalini göz önünde bulundurarak, derhal gerekli ikazını yapardı. Görünürde çok basit gibi görünen incinmelerin, kırılmaların, kardeşler arasındaki uhuvvete ve tesanüde zarar vereceğini söylerdi.
06.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|