Resmi ya da gayr-ı resmî olarak açıklanan, bir şekilde medya vasıtasıyla kamuoyunun haberdar olduğu onlarca ‘belge’ Türkiye’yi ciddî mânâda tehdit eden tehlikenin ‘çete’ler olduğunu gösteriyor. Gösteriyor, ama Türkiye’yi idare etmeye talip olanlar bu ‘belge’leri görmeyip, ya da yok sayıp, asıl tehlikenin ‘irtica’ tehlikesi olduğu noktasında ısrar ediyorlar.
Türkiye’nin yakın ya da uzak geçmişine baktığımızda birilerinin her fırsatta ‘irtica tehlikesi’nden bahsettiği görülür. Bilhassa seçim meydanlarında, milletten rey alamayan siyasî anlayış, toplumu bu noktadan korkutmaya çalışır. Ama bütün bu iddiâlara rağmen ‘irtica’ yerine, ‘ihtilâller’ milletin başına çöreklemiştir.
Bugün itibarıyla baktığımızda yine benzer tartışmalar görüyoruz. Söz söyleme yetkisini kendilerinde gören bazı siyasiler ya da bürokratlar, ‘irtica’ tehlikesinden bahsedip güya milleti ikaz ediyorlar. ‘İrtica’dan ne kastedildiği tam olarak ortaya konulamadığı için böyle bir tehlikenin varlığı ya da yokluğu da açıklığa kavuşamıyor. Meselâ, gençlerin namaz kılması ya da tesettürü tercih etmesi ‘irtica’ ise, doğrudur böyle bir gidiş var. Ancak bu noktada söz söyleyenler asıl niyetlerini ifade etmek yerine, üstü örtülü beyanlarda bulunmayı tercih ediyorlar. Yani, “Gençler geçmiş yıllara nisbetle daha fazla namaz kılıyor. Genç kızlar daha fazla tesettürü tercih ediyor. Camilerde daha fazla genç görüyoruz. Namaz kılanların sayısı artıyor. Bu bizim için kabul edilemez gelişmelerdir. Bize göre ‘irtica’ budur” deseler belki bir mânâsı olur. Düşüncelerini bu şekilde ifade etmek yerine, hayâlî ve tarif edilmemiş bir irtica tehlikesiyle halkı ürkütmeyi deniyorlar. Tıpkı ‘laiklik’ konusunda olduğu gibi.
“Laikliğin sizin lügatta/lehçede tarifi nasıldır, yeri nedir?” sorusuna karşı makul cevap vermezler. Verseler de bu tarif, uluslar arası kabul gören bir tarif olmaz. Onların anladığı laiklik, pek çok uzmanın da ifade ettiği üzere Rusya ya da Fransa tipi uygulamalardan daha ‘kötü/sert’ bir laiklik anlayışıdır. Ancak bu anlayışı icra safhasına koymak, milletimizin tasvip edeceği bir tavır değildir. Nitekim, bu güne kadar böyle niyet sahipleri muvaffak olamamıştır.
Açıkça ifade etmeseler de bazılarının ‘irtica’dan anladığı ‘tesettür’dür. Meselâ, Türkiye’den bahseden her hangi bir ‘belge’de başörtülü bir fotoğraf yer alsa onu hemen ‘irticâ delili’ sayarlar. Örnek olması bakımından, “Olimpiyat rezâleti” üst başlığıyla verilen bir haberde, “İstanbul’un simgesi türban oldu” diye şikâyet edilmiş. Neymiş, ‘Olimpiyat meşalesi’nin yolculuğunu anlatan kitapçıkta, meşalenin geçeceği kentler simge eserleriyle tanıtılırken, İstanbul sayfasında küçük bir kızın türbanlı fotoğrafı yer almış. Habere göre bir ‘yetkili’ “Çok can sıkıcı bir durum” demiş. (Cumhuriyet, 5 Haziran 2008)
“Örnek fotoğraf”ta üç kız çocuğu yan yana durmuş, sadece birinin başı örtülü. Bu fotoğrafı ‘Olimpiyat rezaleti’ olarak yorumlamak, Türkiye ve dünya gerçekleriyle bağdaşır mı? Başörtüsü, Türkiye’nin ve İstanbul’un çok yabancı olduğu bir kıyafet mi? Hadiseye bu şekilde yaklaşanlar, İstanbul’da yaşamıyor mu? Eleştirecek başka ‘rezalet’ mi bulamadılar?
Asıl ‘rezalet’ gazete manşetlerine konu olan ‘çete’leşmelerdir. Bu tehdit ve tehlikeyi görmeden, hayâlî tehdit ve tehlikelerle milleti oyalamak, Türkiye’yi yönetenleri yanlış mecralara sevketmeye çalışmak medyanın yapabileceği en büyük kötülüktür.
Çetelerin ve çeteleşmenin üstünü, hayâlî irtica tehlikesi iddiâsıyla örtmeye çalışmak, kişinin bindiği dalı kesmesinden daha ‘komik’tir.
06.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|