Hizmet ve imtihan meydanı olan bu dünyada şevke binip yola çıkan hizmet ehli yeis engelini ümit kılıcıyla, kendisini başkalarından üstün görme duygusunu da “herşeyi Allah rızası için yapma” hakikatiyle bertaraf ettikten sonra ilerleyişini sürdürürken bir engelle daha karşı karşıya gelir: acelecilik.
Bir an önce zorlukları aşma, sonuç alma ve fütuhat yapma aceleciliği, sebepler dünyası olarak tanzim edilen bu âlemde neticelerin tahakkuku için şart kılınan zincirleme halkaları ve teker teker çıkılması gereken basamakları bir seferde ve sür’atle atlama hırs ve telâşına kapılan himmetin ayağını kaydırır ve aşağı düşürüverir.
Oysa Yaratıcının varlık âlemine koyduğu kanun, herşeyin tedricî bir tekâmül süreci içinde gelişip mükemmele doğru gitmesini öngörür.
Bir anda, bir çırpıda mükemmele erişilmiyor.
Söz gelişi, tohumun filizlenip dal budak salması, yaprak ve çiçek açıp meyve vermesi, hem şartlarının tamamlanmasını, hem de belli bir zaman seyrinin yaşanmasını icab ettirmekte.
Tarlada bu safhalardan geçerek yetişen başakların ekmek haline gelmesi de, buğday tanelerinin değirmende öğütülerek un haline getirilmesi ve unun fırınlarda hamur yapılıp pişirilmesi gibi aşamalardan oluşan farklı bir kulvarda başka merhalelerin tamamlanmasına bağlı.
Bir diğer örnek, insanın ana rahmine düştüğü andan itibaren doğuncaya kadar ve sonrasında bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık dönemlerinden geçerek yaşadığı safahat.
Bunların hiçbiri bir anda olup bitmiyor. Herşey Yaratıcının takdir ettiği İlâhî program çerçevesinde, Esma-i Hüsnadan her birinin ayrı ayrı tecellî ettiği aşamalardan meydana gelen bir tedric sürecinde kemale doğru yol alıyor.
Mükemmele ulaşma sürecinde, yine farklı Esmâ tecellîlerinin ve imtihan sırrının tahakkuku için, zorluklar ve engeller çıkarılıyor. Onları birer birer aşmak da, kabiliyetleri geliştirme sınavının gerekleri olarak karşımıza çıkarılıyor.
Bu gerçekler, şahsî hayatımız, iş dünyası, sosyal ve kurumsal gelişme süreçleri, devletler ve milletlerarası organizasyonlar için de geçerli.
Hiçbir genç, ne kadar zeki ve kabiliyetli olursa olsun, bir anda kariyer hedeflerine ulaşamaz. Okuması, tahsilini tamamlaması, uzmanlaşması, uygulamada tecrübe kazanması ve alanında aranır bir eleman haline gelmesi, sabır ve sebatla yıllarca sürecek yorucu çalışmaları gerektirir.
Aynı şekilde, hiçbir işletme bir çırpıda holding haline gelemez. Bunun için uyumlu ve çalışkan bir ekibin, doğru stratejilerle ve isabetli uygulamalarla yıllarca emek sarf etmesi gerekir.
Keza devletlerin doğması, büyümesi ve gelişmesi de aynı kanunlara ve zamana bağlı ve tâbi.
Bu fıtrî kanunlar, asıl meselemiz olan manevî hizmetlerde ve bu hizmetler için kurulmuş olan müesseselerde çok daha fazla geçerli. Oralarda da çabuk sonuç almak isteyen aceleciliğe yer yok. Tam tersine sabır, teennî ve temkin şart.
Kaldı ki, manevî hizmetlerin tamamen Allah rızası için ve münhasıran uhrevî amaçlarla yapılması gerektiğinden, onlarda dünyevî neticeleri beklememek de önemli bir esas ve prensip.
Risale-i Nur’da çok tekrarlanan “Vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakkın takdirindedir” sözünün ifade ettiği mânâ çerçevesinde bize düşen, sorumlusu olduğumuz hizmetin gereklerini yerine getirirken, neticeye karışmamak.
Netice görev alanımızın dışında olduğuna göre, o neticeye varmak için aceleye de hacet yok.
Hizmetin önündeki engelleri ve hizmet esnasında karşılaşılan zorlukları aşmanın anahtarı ise Yaratıcımızın bize bahşettiği sabır kuvveti.
Üstadın, acûliyete karşı sığınmamızı tavsiye ettiği siper olarak “Sabırlı olun, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın” mealindeki Âl-i İmran Sûresi 200. âyetini göstermesi bundan.
Sabredelim ve sabır yarışında düşmanı geçelim ki, şevke binmiş himmetimiz tökezlemesin.
06.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|