Son seçimin üzerinden yaklaşık 8.5 ay geçti. Geldiğimiz yere bakın. Biri yüzde 47 oy almış iktidar partisi olmak üzere, Mecliste temsil edilen partilerden ikisi hakkında kapatma dâvâsı açılmış durumda.
Yani, oylarıyla bu Meclisi oluşturan seçmenlerin yarıdan fazlası, bu dâvâların muhatabı.
Ama “devlet”in öyle bir derdi yok. O, kendi duyarlılıklarının sıkı ve amansız takipçisi. Kim ki “irtica” ya da “bölücülük” peşinde; affetmiyor.
Bazı yasakçı hızlı rektörler tarafından fütursuzca ilân edildiği gibi, siyasî partiler isterlerse yüzde 95 oyla gelsinler, değişen birşey olmuyor.
Gerçi telâffuz ettikleri bu oy oranının, Baas tipi “cumhuriyet”lerden başka hiçbir yerde örneğinin olmaması ayrı bir “ironi” oluşturuyor.
Çünkü demokrasinin kökleştiği ve dengelerin oturduğu gelişmiş ülkelerde yüzde 90’lara varan oy oranlarına rastlanmıyor. Seçmen tercihleri, köklü partiler arasında dengeli şekilde dağılıyor.
Denilebilir ki, oralarda demokrasinin yerleşmesi asırlarca devam eden, hattâ zaman zaman kanlı mücadelelerin yaşandığı zorlu süreçlerin neticesinde, adım adım, etap etap gerçekleşti.
Aslında bizde de süreç yeni başlamış değil.
Çok partili sisteme geçişimiz, bu sene 100. yılını idrak ettiğimiz II. Meşrutiyete dayanıyor.
Eğer şartlar müsait olsaydı, siyasî kültürümüz ve altyapımız bu sistemi taşıyabilseydi, şahıs istibdadına son verme iddiasıyla harekete geçenler onun yerine komite istibdadını ikame etme yanlışına düşmeselerdi, sonuç farklı olabilirdi.
Padişah deviren komite istibdadı, altı asırlık koca Osmanlı çınarını da devirmeyi becerdi. Ama bu çöküş sonrasında bile çok parti sistemine ara vermeyebilirdik. İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan çalışamaz hale geldikten sonra Ankara’da toplanan TBMM, çok partiyle devam edebilirdi. Nitekim Birinci Mecliste iki grup vardı.
Ama bu gruplardan biri tasfiye edildikten sonra ilân edilen cumhuriyet, tek parti zihniyeti ve onun oluşturduğu sistem üzerine oturtuldu.
Ve cumhuriyet adı altında, Bediüzzaman’ın tabiriyle “istibdad-ı mutlak” mânâsında bir tek parti hegemonyası ve diktatoryası tesis edildi.
Bu istibdat, ancak 27 sene sonra, 1950’de çok partili sisteme geçildikten sonra aşılabildi. Ama sistemin kendi dinamikleri içinde gelişmesine yine müsaade edilmedi. Önce 27 Mayıs, ardından 12 Mart, sonra 12 Eylül ve nihayet 28 Şubat müdahaleleri, çok partili siyaseti dejenere etti.
Said Nursî’nin tahlillerine göre, Türkiye’de çok partili sistem dört ana siyasî akıma dayanıyor, ama bunları temsil eden partilerden biri olan CHP’nin devlet ve bürokrasideki ağırlığını dengelemek için diğer iki partinin, yani ittihad-ı İslâmı hedef ittihaz eden partiyle milliyetçi tandanstaki Millet Partisinin DP’nin yanında ve onunla beraber hareket etmeleri gerekiyor.
Böylece, Türkiye’nin dört parti gerçeğinin, fiiliyatta iki partiye inmesi gibi bir sonuç çıkıyor.
Bir tarafta CHP, diğer tarafta DP.
Zaman içinde CHP’nin millet içindeki tabanı ve desteği eridi ve erimeye devam ediyor; ama devletteki etkinliğinde herhangi bir azalma yok.
Buna karşılık, milletin ekseriyetini temsil konumundaki DP çizgisi, ardı arkası gelmeyen toplum mühendisliği projelerinin uygulama alanı yapıldı. Demokrasiye ve siyasete yapılan her müdahalenin öncelikli hedefi bu çizgi oldu.
Hep bu çizgiyle uğraşıldı. Kadroları dağıtıldı. Yerine başka oluşumlar ikame edilmek istendi. Diğer iki parti bu çizgiye karşı kullanılmak suretiyle, “devlet partisi”nin eli kuvvetlendirildi.
1995, 1999, 2002 ve 2007 seçimlerinden çıkan neticeler, hep bu projelerin mahsulleri olarak tezahür etti. Ve siyasette DP çizgisinin sağlıklı şekilde temsil edilemeyişi ülkeyi sıkıntıya soktu.
22 Temmuz’dan bu yana AKP-CHP-MHP-DTP dörtlüsüne dayanan ve içinde DP çizgisinin yer almadığı bir Meclisle devam ediyoruz.
Bu Meclis 8.5 ayda niye tıkandı dersiniz?
03.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|