Laiklik; devletin düşüncelere, inançlara eşit mesafede bulunması; başta din ve vicdan olmak üzere tüm hak ve hürriyetlerin şemsiyesi olmasıdır. Çağdaş, modern devletin özelliklerinden birisi olan laiklik, dini devlet, devleti din işlerine karıştırmamak; devletin dine de, dinsizliğe de nötr, yani, tarafsız kalmasıdır. Buna göre, dünya işlerini devlet, uhrevî meseleleri de dinin halletmesidir. Dolayısıyla kimsenin kimsenin işine, inancına karışmamasıdır.
Batıyı bu laiklik olgusuna götüren sâik ne idi? Kilise, sadece dinî ve sosyal bir organizasyon değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal, dinsel ve sosyo-kültürel bir organizasyon; hattâ bir imparatorluktu.1 O çağda Fransa’da, toprakların yüzde 30’u Kilisenin elinde. Manastırların on binlerce koyun sürüleri, büyük baş hayvanı ve köleleri vardı. Bir silâh olarak kullandıkları “aforoz, günah affı ve cennet parselleme” ile de kasalarını doldurmuşlardı. Kur’ân bunu şöyle açıklar:
“Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!”2
Para, güç demekti. Kilise ile işbirliği yapan lord senyör ve idâreciler, halkı uzun asırlar sömürüp; toplumu da, bu çerçevede inanmaya, düşünmeye ve yaşamaya zorladılar:
“Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassupları... Papazların, rûhânî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri (kilise hâkimiyeti) ve ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleri...”3 de buna zemin hazırlar.
Zenginler, asilzadeler ve şövalyeler, dinî ve vicdânî hareketlerine yön veren ve yapmaları-yapmamaları icap eden hususları kendilerine gösteren, kendilerini sevkeden “vicdân âmiri” denen papazlar tutarlardı. Aslında bunlar, şöval-yenin her fiilini gözleyen Kilisenin casuslarıydı.4
Ruhâni reisler; araştırma yapmak isteyen, aklını kullanan ve Kiliseye zıt düşünce sahiplerini aforoz ediyor, içtimâî ve sosyal hayattan men ediyor, haklarını elinden alıyor; Kilisenin Engizisyon mahkemeleri, diri diri yakıyor veye giyotine gönderiyordu.
İnanç, mezhep ve fikir savaşları ile Batı, dört yüz yıl boyunca çalkalanmıştı. Sulha son derece ihtiyaç vardı. Asırlar boyunca, “din-bilim, akıl-felsefe-kilise” çatışması ve savaşları herkesi canından bezdirmişti.
Buna tepki gösteren felsefeciler, Rönesans ve Reform hareketiyle, “uhrevî hayat” yerine, “dünyevî, maddî” hayatı ön plâna çıkardılar. Böylece Protestan ve Anglikan mezhepleri doğdu. Devletler ve milletler de, Katolik kilisesine karşı istiklâllerini ilân etti.
Artık Kilise veya Papa, devlet adamlarını sevk ve idâre etmiyor. Onun yerini, “plutus” servet tanrısı almıştır. İş projelerini hazırlayan, harpleri idâre eden bu tanrıdır. “Banka”, bütün mezheplerin “Altın Buzağı”5 ibâdetini yapmak için buluştukları gerçek mâbed olmuştur.6 Ve bugün Batı, ondan kurtulmanın sancılarını yaşıyor.
Dipnotlar:
1-Doç. Dr. Bünyamin Duran, Sekülerleşme Krizi, s. 62.; 2-Tevbe, 34.; 3-Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 80-81.; 4-Ahmed Rıza, s. 26.; 5- Altın Buzağı: Musevîlikten evvel Yahûdilerin tapındıkları efsanevî put ve Hz. Musa (as) Tûri Sînâ’ya çıkınca, Samiri’nin tekrar ortaya çıkardığı altın heykel buzağı 6-Ahmed Rıza, s. 23.
10.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|