Çokça tartışılan kavramlardan birinin de ‘laiklik’ olduğu görülüyor. Okul ders kitaplarında basitçe, ‘din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak tarif edilen bu kavram, uygulamada çok farklı anlamlara bürünüyor. Yeri geliyor başörtüsü, yeri geliyor okullarda mescid bulunması, yeri geliyor iftar yemekleri, yeri geliyor ‘caddede Cuma namazı’ ‘laikliğe aykırı hareket’ olarak yorumlanıyor. “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin devlete; devletin de dine müdahale etmemesi” şeklindeki bir laiklik uygulamasına milletin itirazı olmaz. Ancak Türkiye’de ‘laiklik’ bu şekilde değil de, geçmişte Fransa ve Rusya’daki uygulamalardan daha ‘katı’ şekilde uygulanmaya çalışılıyor. Zaten itiraz da bu noktada ortaya çıkıyor.
Millet, inancının gereğini yerine getirmek istedikçe, hemen ‘laiklik’ kavramı bahane edilerek buna karşı çıkılıyor. Okullarda din dersinin okutulması, camilerin varlığı, imam-hatiplerin devletten maaş alması gibi uygulamalara da bu gerekçe ile karşı çıkılıyor. Tamam, laik bir ülkede ‘Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz’ deniliyorsa, o halde bu ihtiyacı karşılayacak bir ‘kurum’ ihdas edilsin. Bu hizmetleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de sivil toplum kuruluşları, cami cemaati yerine getirebilir. Elbette sıkıntılar da ortaya çıkar, ama bunlar hür ve demokrat bir zeminde çözüme de kavuşabilir.
Şunu ifade etmek istiyoruz: Milletin ‘Diyanet İşleri Başkanlığı olsun’ ya da ‘olmasın’ diye öncelikli bir problemi yok. Milletin istediği, inancının gereğini yerine getirebilmek. Bu temin edildikten sonra, bahsi geçen ‘hizmet’lerin hangi yolla yapıldığı çok da önemli değil.
Türkiye’de yapılan asıl yanlış, ‘laikliğin’ farklı bir din gibi insanlara dayatılmaya çalışılmasıdır. Oysa hiç bir anlayış, dayatılarak, zorla insanlara kabul ettirilemez. Malûm olduğu üzere, ‘İslâm dini’nde de zorlama yoktur ve olamaz. Öyle ise, nerde kaldı millet ‘laiklik baskısı’nı kabul etsin?
Nitekim, çeşitli yollarla bu güne kadar yapılmak istenen ‘laiklik baskısı’ hep ters tepmiş, millet bu baskılara pirim vermemiştir. Bazıları, Avrupa’daki uygulamaları yanlış yorumlayarak, sanki Avrupa’nın da bu ‘laiklik baskısı’na destek verdiğini yaymaya çalışıyordu. Bu oyun ve tuzak, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun açıklamalarıyla berhava oldu.
Barroso özetle şöyle demiş: “(...) Laiklik meselesine gelince... (...) Avrupa için önemli olan budur. Sekülerlik ya da laiklik diyebiliriz, ama demokratik olmalı. Nasıl ki bir dini zorla dayatamazsınız, aynı şekilde sekülerlik ya da laiklik de, zorla, askerî yoldan olsun ya da mahkemeler yoluyla olsun, dayatamazsınız. Gerçekten bir ulusal diyalog zihniyeti içinde, özgürlük değerleriyle, hoşgörülük değerleriyle çeşitliliği, çoğulculuk değerlerini bir arada bağdaştırmak lâzım. Benim Türkiye’ye çağrım bu.” (Radikal, 9 Nisan 2008)
AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, başka önemli konulara da değinmiş, ama bugün için en önemli mesajı bu olsa gerek: “Sekülerlik ya da laiklik de, zorla, askerî yoldan olsun ya da mahkemeler yoluyla olsun, dayatamazsınız.”
Türkiye’yi ‘idare edenler’ bu gerçeği kabullenmeli ve ‘laiklik dayatması’ndan vazgeçmeli. Milletin bu dayatmalara pirim verdeği bilinmeli ve görülmeli...
10.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|