“Tek Par ti CE-HE-PE baş-ka par-ti yok…”
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması talebiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Anayasa Mahkemesine sunulan iddianame kabul edildi ve süreç başladı. Önce Raportör iddianameyle ilgili mütalâasını yazacak ve daha sonra Anayasa Mahkemesi konuyu görüşerek karara bağlayacak.
Ancak durumun normal bir süreç olmadığı çok aşikâr. Pek çok kimse bunun hukukî bir dâvâ olmayıp, siyasî sonuçlar elde etmeye yönelik bir hamle olduğunu düşünüyor. Konuyla ilgili pekçok yorum yapılıyor. Bu yorumlardan bazıları AKP’ye matuf kapatma kararının demokrasiye aykırı bir durum olduğu, yüzde 46,5’luk oy almış bir partinin kapatılamayacağı yönünde. Aksi istikamette düşünenler ise, konunun mahkemeye intikal etmiş bir konu olduğu ve hukukî bir sürecin devam ettiği iddiasında. Bazıları daha da ileri giderek gerekirse yüzde 90 bile oy alsa bir partinin mahkeme kararıyla kapatılabileceğini söylüyor.
Aslında konuyu bu çerçevede tartışmanın çok fazla mânâsı yok. Kapatma dâvâsının normal bir hukukî süreç içinde cereyan ettiğini düşünerek, hukukî argümanlarla konunun lehinde veya aleyhinde fikir beyan etmenin çok fazla bir mantığı da yok. Çünkü Türkiye’de hukuka ve hukuk sistemine olan itimat uzun süredir büyük bir erozyona uğramış durumda.
Özellikle 28 Şubat postmodern askerî müdahale sonrası yüksek yargı üyelerinin, hakim ve savcıların Genelkurmayın verdiği brifinglere giderek, hangi konuda nasıl karar vermeleri konusunda bilgilendirilmeleriyle başlayan bu süreç, Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminin kilitlenmesine sebebiyet veren, seçimin ilk turuna 367 milletvekilinin iştirak etmesi gerektiği istikametindeki kararıyla iyice tebellür etmişti. Son olarak AKP’nin kapatılma dâvâsının kabulü ve dâvâya anayasal açıdan sadece vatana ihanet suçuyla yargılanabilecek olan Cumhurbaşkanının da dahil edilmesiyle bu yıpranma süreci şahikasına ulaşmış durumda.
Toplumda genel olarak Anayasa Mahkemesi’nde kararların hukuka veya hakimlerin vicdanlarına göre değil, 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in atadığı üyelerin sayısına göre belirlendiği şeklinde bir kanaat giderek yaygınlaşmakta. Tabiî ki bu da hukuk ve hukuk kurumlarına olan itimat ve itibara büyük zarar veriyor.
Belki durum böyle olmayabilir. Ama toplum vicdanının kabul etmeyeceği kararların bu istikametteki görüşü kuvvetlendirdiği de bir gerçek.
Peki, Türkiye’de hukuk kurumlarına olan bakış açısındaki bu algılama biçimi büsbütün haksız sayılabilir mi? Elbette hayır. Özellikle gerek başörtüsü, gerek parti kapatmalarda verilen kararlarda görülen en önemli unsurun, hukuk ve kanunlar yerine hakimlerin dünya görüşlerine göre tesbit ettikleri bir laiklik anlayışı ve resmî ideolojiye dayanarak karar vermeleri olması bu bakış açısına destek veriyor.
AKP’nin kapatılma dâvâsının talep bölümünde yer alan “Dâvâlı Partinin Genel Başkanı, kurucuları, milletvekilleri, yerel örgüt temsilcileri, partili belediye başkanları ve üyelerinin Anayasanın laiklik ilkesine aykırı eylem ve beyanları” sebebiyle kapatılmalarının talep edilmesi de bu kanaate kuvvet kazandırıyor.
Peki bu laiklik anlayışının sınırları içerisinde Türkiye’de siyaset yapılabilir mi? Bu çok önemli bir soru. Çünkü işin en önemli noktası burada saklı. Yani “laiklik ilkesine aykırı eylem ve beyan”da bulunmaktan kastedilen nedir? Daha doğrusu bu ifadenin sınırları içinde hangi parti Türkiye’de politika yapabilir?
Meselâ iddianamede üniversitelerde kılık kıyafetin serbest olmasıyla ilgili anayasa değişikliği AKP’nin kapatılma talebinin önemli gerekçelerinden biri.
Peki Türkiye’de üniversitelerde kılık kıyafet serbestliğine taraftar olmayan, daha doğru bir ifadeyle başörtüsü yasağına karşı olmayan meclis ve meclis dışında parti var mı?
Bir parti dışında yok.
AKP, MHP, DP, ANAP, BBP, SP, hatta DTP bile bu yasağa karşı. Geriye bir tek CHP kalıyor.
Şöyle bir sonuç çıkarsak aslında mübalâğa etmiş olmayız: İddianameye göre bu ülkede sadece CHP siyaset yapabilir. Ya da CHP dışında hiçbir parti bu ülkede siyaset yapamaz.
Bu sonuca nasıl mı vardım?
Aslında pek de tartışılmayan ve gündeme gelmeyen, Türkiye’de bir tek parti anlayışına göre düzenlenmiş bir sistemin yürürlükte olması gerçeğinden. Ve bu sisteme göre, CHP’nin siyaset anlayışına uymayan her parti bu ülkede kapatılabilir.
Meselâ Siyasî Partiler Kanununun 4’ncü maddesinde “demokratik siyasî hayatın vazgeçilmezi olan siyasî partilerin, Atatürk ilke ve devrimlerine ve Anayasa’daki demokrasi esaslarına bağlı olarak çalışmaları gerektiği” belirtilmiştir.
Peki Anayasa da ve kanunlarda belirtilen ve bütün siyasî partilerin bunu uygun olarak çalışmaları gereken “Atatürk ilke ve devrimleri” nedir?
Tabiî ki Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkeleri. Yani tek parti ilkeleri.
Nasıl diye soracak olursanız, şöyle:
1920–23 Meclisi’nden 1923–27 Meclisi’ne geçilirken yapılan tasfiyelerle siyasal iktidarını güçlendiren Cumhuriyet Halk Partisi, III. Meclisten itibaren (1927–31) artık tam bir tek parti haline gelmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Feroz Ahmet’in tabiriyle “ellerin orman gibi kalktığı” bir CHP parlamento grubu haline gelmiş; Mecliste hiç muhalefet kalmamıştı.1
Taha Parla’ya göre ise cumhuriyet kurulduğundan beri, tek partili bir devlete yönelik güçlü bir temayül zaten mevcuttu. İstiklâl Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn Kanunu’yla muhalefetin sindirilmesinden sonra Halk Partisi kendisini yavaş yavaş devlet ve milletle bir tutmaya başlamış, kendisini her türlü kontrolün dışında sayarak, Avrupa’daki totaliter hükûmetlerin başarısından da cesaret alarak tahakkümünü genişlettikçe genişletmişti.
Bu süreç içinde, 1931 ve özellikle 1935 kurultaylarında siyasî ideolojisini, iki dünya savaşı arasında Avrupa totaliter ideoloji ve rejimlerinin etkisi altında iyice netleştiren CHP bu ideolojisinin temel ilke ve sloganlarını 1937’de anayasaya sokmuştu. Bunlar, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılâpçılık idi.2
Aslında 1931 de yapılan Parti Kurultayında Cumhuriyetin altı ana prensibi tesbit edilmiş ve CHP’nin 1935 Kurultayında parti ile devlet tümleşik hale getirilmişti. Parti devlete ideoloji sağlamış ve partinin genel sekreteri içişleri bakanı, partinin il başkanları da ilin valisi olmuştu. Bölge müfettişleri hem partinin, hem de hükûmet işlerini kontrol etmekle vazifelendirilmişlerdi. Nihayet bütün millet Halk Partisi üyesi sayıldı. Ayrıca partinin altı ilkesi anayasaya konularak devletin ilkeleri haline getirildi.3
İlkokul 1. sınıftan üniversite son sınıfa kadar bize “Atatürk ilkeleri” diye öğretilen, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılâpçılık neymiş? Parla’nın tabiriyle CHP’nin Avrupa totaliter ideoloji ve rejimlerin etkisi altında oluşturduğu ve 1937’de anayasaya soktuğu parti ilkeleri.
Peki CHP’nin önce parti ilkeleri olarak tesbit ettiği ve daha sonra anayasaya soktuğu, ama günümüzde ısrarla Atatürk ilkeleri olarak dokunulmazlık kazandırılan ilkelerin dışında bir siyasî parti politikası üretebilir ya da tatbik edebilir mi?
Siyasî Partiler Kanununa göre üretemez. Bu sınırlar dışına asla çıkamaz.
Aksi takdirde?
Kapatılır.
Yani?
Türkiye’de sadece tek bir parti siyaset yapabilir:
Eski adıyla Halk Fırkası yeni adıyla Cumhuriyet Halk Partisi.
Öyleyse hep birlikte, onuncu yıl marşı eşliğinde coşkuyla tekrar edebiliriz:
“Tek Par-ti CE HE PE başka par-ti yok…”
Peki, çok partili demokratik parlamenter sistem…Hukuk devleti… Fikir ve ifade hürriyeti… Avrupa Birliği... Kopenhag Kriterleri… ….
— Dikkaaaaat.
— Hizaaaya geç.
Dipnotlar:
1- Feroz Ahmed, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları, İstanbul, 1994, s.17.
2- Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, ss.20-21. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1967 s.64.
3- Karpat, age, s.69; Ahmed, age, s.20.
|