|
|
Abdurrahman ŞEN |
Vefatının 35. yılında Kemal Tahir’e kulak verelim |
|
Çağımız Türk aydınlarının en aydınlarından biri olan Kemal Tahir’in vefatının 35’inci yıldönümünü yarın (Pazartesi günü) idrak edeceğiz... İstanbul’da 1910 yılında doğan ve çileli ama onurlu bir mücadeleyle 63 yıl süren bir ömre sığdırılan onlarca kitabın yazarı... Köy romancılığına öz ve biçim kazandıran, Osmanlı ve yakın tarihimizin seyrini bir dizi romanla yorumlayan nev-î şahsına münhasır insanlardan biri...
Sık sık hatırlatıyorum ya… Bizler, hangi siyasî düşünceden yana olursak olalım, önemsediğimiz insanların eserlerini okurken yaptığımız yorumlarda giderek artan dozda araya kendi yorumlarımızı da katar hâle geliyoruz. Hem genel anlamda muhataplara, ondan da önemlisi bizzat önemsediğimizi sandığımız fikir adamına karşı yaptığımız saygısızlığa uygun düşecek kelime bulmak zor. Özellikle; Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Cemil Meriç ve Kemal Tahir bu olumsuzluklardan en çok nasiplenenler olarak dikkat çekiyor.
Oysa; isimlerini saydığım fikir ve san'at insanlarımız başta olmak üzere benzerlerinin eserlerini okurken yaptığımız, yazanın amacını anlamak yerine, yazılandan anladığımız kadarını ya da daha vahimi o anda işimize geldiği biçimini anlayıp anlatmaya çalışmamızdır.
Lâfı dolandırmadan, Kemal Tahir hakkında söz yuvarlamadan, uyarımıza uyalım ve günümüzdeki bazı sorularımıza da cevap bulabileceğimiz şu satırları Kemal Tahir’den hatırlayalım o zaman: “Bir toplumu batırmak istemenin en kestirme yolu, onu, birbirleriyle anlaşamaz hâle getirmektir. Buna, dili değiştirmek hokkabazlığını da katmalı... Bir toplumun yolu, geleceğinde değil, tarihinde kesilir. Bir toplumu tarihsiz bırakmak, onu, modern silâhlarla silâhlıyor görünerek, kesinlikle silâhsız bırakmak demektir.
Biz tarihi çalınmış bir milletiz. Hiç kimse hırsızların yakasına yapışmıyor...
Bütün hayatımı bu işe verdiğim halde, üstesinden gelemiyorum. Birçok yanlışım, birçok eksiğim var. Her gün yeni bir şey öğreniyor, san'at üzerindeki düşüncemi yeni baştan restore ediyorum. Dejenere bir devrin san'atı da dejenere olmaya mahkûmdur. Onu, bu neticeden hiçbir kuvvet kurtaramaz. Tarihten kaçmak, namustan, doğruluktan, bilgiden kaçmaktır. Tarihten sıkılıyorsanız. Kendinizi ya merak etmeyecek kadar budalasınız ya da hatırlamaktan korkacak kadar suçlusunuz (alçaksınız). Tarih, kişiler için ölüme yakın önemlenir. (Bu milletler için de böyledir) Çünkü ölüme yaklaştıkça gerçek yaşamaya gerçekten sıkı sarılmak ihtiyacı duyarız.
Tarih gerçekleri, aslında tarihteki olaylara göre değil, bizim bilgilerimize, aksiyonumuza, inançlarımıza göre gerçektir. 1960-70 yıllarında hem bozuk düzenden söz edeceksin, hem de, bu bozuk düzenin düzelme çaresinin Kemalizm’de olduğunu yutturmaya çalışacaksın. Bunu önce bütün orduyu önüne alarak yutturmanın mümkün olduğunu umacaksın, kendin gibi birkaç alığı da ardına katarak zinde kuvvetler yalanıyla meydana çıkacaksın, sonra ordunun zinde kuvvetler diye yekpare olmadığını, ensende boza pişirerek sana anlatacaklar, çadırı biraz daha aşağıya kurarak albayları aldanırlar sanacaksın, sökmeyince, kıçın kıçın gerileyerek yedek subay adaylarına kadar düşeceksin.”
Özellikle romanlarındaki tarih tezleri ve Bağlam yayınları tarafından okura ulaştırılan “Notlar”ını okuduktan sonra gördük ki; her Türk aydını Kemal Tahir’le tanışmak zorunda…
Hele günümüzde hâlâ yanlışlarında ısrar edenler!
Fikir sancısı çeken bir çok insanda olduğu gibi Kemal Tahir’in etrafında da bir hayran kitlesi var elbet... Ne söylediğini yakından izleyenlerden birileri derlemişse eğer... O kişiyi daha yakından tanımamız, daha iyi anlamamız mümkün oluyor... Bu gün işte böyle oluşmuş bir kitaptan, İsmet Bozdağ’ın kaleminden “Kemal Tahir’in sohbetleri”nden de bahsetmek istiyorum... Önce Bilgi Yayınevi tarafından daha sonra da Emre Yayınları’ndan çıkan kitaba biraz kulak kabartalım mı?
Kemal Tahir’in yazdıklarının yekûnunu “Osmanlı’nın anlaşılma çabası, Batılılaşmanın sorgulanması” olarak özetlemek olabileceğini de hatırlatarak, sohbetlerden birinde, bir soru üzerine, Kemal Tahir’in tanzimattan günümüze bakışını okuyalım; “... Tanzimat, Osmanlı düzeninin tasfiyesi, Avrupa düzenini topluma yerleştirmek girişimidir. ‘Genç Osmanlılar’ bu türküyü çağırırlar, ‘Jön Türkler’ bu türküyü söyler... Yani, senin anlayacağın, ‘Devlet elden gidiyor, aman çare?’ diyenler, bula bula BATILILAŞMA’yı çare bulmuşlar. Birinci Meşrutiyet, ikinci Meşrutiyet, Mithat Paşa’lar, Namık Kemal’ler, Ziya Paşa’lar, İttihatçı akıldâneleri, taa Mustafa Kemal Paşa’ya kadar, Türk okumuşu ve aydını kerameti Batı düzeninde gördü... Halk katılmıyordu bu görüşe... Bu yüzden yöneten-yönetilen ikilemi çıktı ortaya... Buna halk-aydın çatışması da diyebilirsin... Tanzimatla başlayan süreç, hiçbir değişiklik göstermeden, imparatorluğun Batılılaşması olarak Cumhuriyete kadar geldi dayandı. Aslında Cumhuriyet döneminde de pek bir şey değişmiş değildir. Bu dönemde daha azgın bir Batıcılık yapıldı. O kadar ki; takvimimizi, ağırlık ve uzunluk ölçülerimizi bile değiştirdik; tek Batıya benzeyelim diye... Bu yüzden yöneten-yönetilen çatışması bu dönemde daha da güçlenerek sürdü. Gerçi Osmanlı Devleti’nin son bulması, Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması, yanıltmıştır bazılarımızı... Padişahın gitmesi, Padişah gücünde bir Cumhurbaşkanının gelmesi içinse, değiştirmez hiçbir şeyi! Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı ülkesinin en küçük parçası üzerine kurulmuştur. Elden çıkarılan parçalar, hangi toplum yapısında ise elde kalan da o yapıdadır; bir insan mozayiğidir yâni... Mustafa Kemal Atatürk’ümüz bu mozayiğin üstünde çalıştı, İsmet Paşa da öyle... Yöneten-yönetilen çatışması, şiddetini arttırarak bu dönemde de sürmüştür, taa 1950’ye kadar.../............/ 1950 Mayısındaki seçimler, aslında Batılılaşma sürecine dokunmadığı halde, egemenliğin el değiştirmesine yol açtı. Aydın-halk boğuşması sürüyordu ama taraflar bir tahtaravalli içinde yükselip alçalarak... Ya da öyle görünerek diyeceğim. /...../ ..halkın aydını sırtında taşımaktan kurtulduğu 1950 yılı, bir sürecin düğüm noktası, yeni bir sürecin başlangıcıdır, bence. Aydın egemenliği zedelenmiştir! Biçimsel Batıcılık zedelenmiştir! Eğitim arttıkça, geniş halk kitlelerinin bilinçlenmesi ihtimali çoğalmıştır. Benim gözümde bu, yeni bir halk sürecinin başlangıcı olarak değerlenir.”
İnsan böylesine önemli bir sohbete dalınca, karşısındakine içinden hangi dilimi tercih edip de tattıracağını şaşırıyor... Onun için de kopukluklar söz konusu olabiliyor... Onun için sizlerin böylesi kitapları bizzat kendinizin, dönüp dönüp okuması, notlar alarak üzerinde düşünmesi ve yakın çevrenizle tartışması gerekiyor!
Kemal Tahir sohbetlerinin, monolog olmadığını da söylemeliyiz elbette...
Osmanlı’nın Kemal Tahir tarafından anlatıldığı bir sohbette dinleyenler arasında hafiften bir gürültü olmaya başlamış... Sonrasını sayın Bozdağ’ın tesbitiyle dinleyelim: “İçimizden biri ; ‘–E, peki sonra ne olmuş?’ dedi. Kemal Tahir hemen karşılık verdi: ‘- Sonra mı n’olmuş? İşte, Türkiye Cumhuriyeti olmuş!’ Bir başkası: ‘- Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti değil...’ dedi... Kemal onu da karşıladı: ‘- Elbette değil... Olabilemez ki...’”
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Hayat, su, gül ve Resûl |
|
Hayat güzeldir.
Bu güzellik önce suda başlamış, zamanla tekâmül ederek gülle maddî, insanla da maddî-mânevî kemâle ermiştir. Onun için su hayatın, gül de güzelliğin sembolüdür.
Bu hakikat dinde, ilimde, hayatta, san'atta olduğu kadar edebiyatta da aynıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’in, “İnkâr edenler görmedi mi ki gökler ve yer bitişik iken biz onları birbirinden koparıp ayırdık. Her canlı şeyi de sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?” meâlindeki âyet de hayatın suda başladığını ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursî’nin, dinin emri ile ilmin gerçeklerini mezceden “Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i Rabbanî ile incimad eder (donar) taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Demek o su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hâlık-ı Rahim toprağı taş üstünde serer, zevi’l-hayata makarr (canlılara yaşayacak yer) eder” şeklindeki izahı da bu hakikati insanların idrakine yaklaştırır.
Edebiyatta ise hem bizzat hayat, hem de ölümsüzlük mânâsı gerek hayvan ve bitkilerin, gerekse insanların ancak suyun olduğu yerlerde yaşayabilmeleri, hayatın suda başladığını ve ancak su ile devam edebileceğini göstermesi itibariyle mühimdir.
Burada sözü edilen hayat dünyadaki zahirî hayattır. Dünyayı da içine alan kâinattaki hayatın başlamasına sebep ise, “Ey Habibim, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” meâlindeki hadis-i kudsîden de anlaşılacağı gibi Peygamberimizin (asm) hilkatidir.
“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çare su”
Fuzulî’nin, bu matlaı ile başlayan Su Kasidesi’nde Peygamberimizi ‘su’ ile ifade etmesinin sebebi de budur. Suyun ateşi söndürdüğü gerçeğinden hareket eden şair, gönlündeki aşk ateşini gözünden akan suyun söndüremeyeceğini ifade eder.
Çünkü şair hayatın gayesini İslâm’ın hakikatlerine uymakta, hayatın zevkini ve lezzetini de Allah aşkında ve Peygamber sevgisinde yani İlâhî aşkta yanmakta bulur.
Şair dünyada, o ebedî sevgi ve mutluluk kaynağından ayrı olduğu için ağlamakta, yani gönlündeki ateşi söndürmek için su dökmektedir. Fakat bu yaşlar o ateşi söndürmek için değil, kuvvetlendirmek içindir.
Fuzulî, maddî hayatın kaynağı olan suyun, mânevî hayatın kaynağı olan aşk ateşini söndüremeyeceğinden, gözlerinden akan yaşı kurtulma çaresi değil, Allah’a ulaşma vesilesi olarak görür.
Şairin, ‘saçma, eşk, göz, su’ ve ‘odlara, dutuşan, odlara’ kelimeleri ile yaptığı tenasüp; ‘su ve od’ kelimeleri ile yaptığı tezat ve göz kelimesini kişileştirerek yaptığı teşhis san'atları da beytin taşıdığı san'at değeri açısından mühimdir.
“Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhit olmuş gözümde günbed-i devvâre su”
Bu beyitte şair ‘dönen gök kubbe mi su rengindedir, yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır bilemiyorum” diyerek görmesi hasebiyle gözündeki mânânın bütün âlemi kapladığını söyleyerek gönlünü dolduran sevginin derinliğini ifade eder.
İlâhî aşka ulaşmak, varlığını Allah aşkı, peygamber sevgisi ile doldurmak için gerekirse bütün semayı dolduracak kadar gözyaşı dökebileceğini söyleyen şair, ayrıca bu mukaddes mânâ uğruna samimî bir hisle ağlamanın insanı mânen yücelteceğini ve arş-ı âlâya ulaştıracağını da nazara verir.
“Zevk-i tiğünden acep yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürur ilen bırağur rahneler divara su”
Bu mısralarda ise ‘Kılıç gibi keskin bakışlarından gönlüm parça parça yarılsa da şaşmam. Çünkü su aktığı yeri yararak gider’ diyen Fuzulî, gönlünde taşıdığı Peygamber (asm) sevgisinin hareketlerine tesir edip hayatında iz bırakmasından duyduğu mutluluğu ifade eder.
Suyun, aktığı yerde tabiatı yeşertip toprağa bereket getirdiğini göz önünde bulundurarak gönlünde Allah inancı ve Peygamber sevgisi bulunan insanların Sünnet-i Seniyyeye uymaya çalıştıkları takdirde ebedî hayatı kazanabileceklerini hatırlatır.
“Vehm ilen söyler dil-i mecruh peykânun sözün
İhtiyat ilen içer her kimde olsa yâre su”
Bu beyitte Divan Edebiyatının mazmunlarından birini kullanan şair, Peygamberimizin mübarek bakışlarını keskin bir kılıca, kirpiklerini de oka benzetir.
Benzetilen unsurların ikisi de kesici ve yaralayıcı olduğundan, onları gönlüne alan şairin gönlü de yaralanır. Onun için ‘Benim yaralı gönlüm senin kirpiklerinin ok gibi delici temrenlerinden ve kılıç kadar keskin gözlerinden çekinerek söz eder. Çünkü yarası olan bir kimse suyu korkarak içer’ diyerek içinde bulunduğu ruh hâlini dile getirir.
Kılıç ve ok yapılırken kor hâline gelinceye kadar kızdırılıp daha keskin ve sert olması için bir anda suya batırıldığını bilen şair, Peygamberimizin (a.s.m.) nazarının da gönlüne öyle yer etmesini ister.
Fakat tıpkı yaralı bir insanın suyu az içmesi gibi ok ve kılıç tesiriyle gönlüne işleyen o mübarek bakışlara suyu azar azar vererek daha uzun süre orada kalmalarını sağlamaya çalışır.
Ayrıca, bazı yaraların kızgın demirle dağlanarak tedavi edildiğini bilen şair, kızgın demir gibi bedeninde varlığını hissettiği bu gaybî nazarla; yarayı andıran nefsanî temayüllerini tedavi etmek ister. Böylece insanların, Allah inancını ve Peygamber sevgisini unutarak dünyaya dalma gafletinden ancak bu hissî tedavi ile kurtulabileceklerine işaret eder.
“Suya versün bağban gülzarı zahmet çekmesin.
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su”
‘Bahçıvan boşuna zahmet çekmesin ve gül bahçesini suya versin. Çünkü o bin tane gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz” diyen şair, hayatın sembolü olan sudan sonra güzelliğin sembolü olarak gördüğü gülü de Peygamberimiz (a.s.m.) için kullandığı unsurların arasına katar.
Zîra Peygamberimiz (asm), dinî kaynaklarda da, ebedî eserlerde de çeşitli yönleri ile güle benzetilmiştir. Gül, tomurcuk hâlindeyken de, açıldıktan sonra da güzeldir. Kokusu, şekli, rengi ve görüntüsü ile insanın bütün his ve duygularına hitap eder.
Zamanı gelip solduktan sonra ise yapraklarından gülyağı, esans, gülsuyu, gül reçeli ve benzeri malzemeler elde edilir. Tohumları da toprağa düşerek yeni güllerin yetişmesine vesile olur.
Natının bu beytinde bunları nazara veren Fuzulî, Peygamberimizin de her hâli ile güzel olduğunu, çocukluğunda, gençliğinde örnek ahlâkı ile, olgunluk zamanında da risâlet vazifesi, Kur’ânî hakikatler ve Sünnet-i Seniyyesi ile ebedî saadeti kazanmanın yollarını gösterdiğini ifade eder.
Bir başka şiirinde “Ey gül ne aceb silsile-i müşg-i terin var” diyerek Peygamberimizin terinin gül gibi koktuğunu ifade eden şair, onun, yeryüzünde açılan ve açılacak olan bütün güllerden daha güzel, faydalı ve huzur verici olduğunu anlatır.
Onun için dünya bahçelerinde en güzel gülü yetiştirmeye çalışan bahçıvanlara, onun gibi bir gül yetiştiremeyecekleri için gül bahçelerini suya vermelerini, yani Peygamberimizin (a.s.m.) sevgisi ile doldurmalarını, onun dışında bir güzellik kaynağı aramamalarını söyler.
“Ohşadabilmez gubârını muharrer hattına
Hame tek bakmaktan inse gözlerine kara su”
Fuzulî bu beyitte de hem Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kemalâtına, hem de kendisinin ve diğer insanların aczine, zaafına işaret eder. Çünkü, ‘Kalemin çok dikkatli bakmaktan gözlerine kara su inse bile yine de gubarî hattını senin yüzündeki ayva tüylerine benzetemez’ diyerek onun yüz hatlarındaki güzelliğin ancak kendine münhasır olduğunu, hiç kimsenin onun seviyesine ulaşamayacağını ifade eder.
Beyitte ayrıca telmih yoluyla kalem olarak kullanılan kamıştan hep siyah mürekkebin akması ve ince yazı yazan hattatın, çok dikkatli bakmaktan gözlerinin kararmasına ve sulanmasına da dikkat çekilmekte.
Bu iki unsuru da kendisinde birleştiren şair, kalemi ile gözlerine kara su ininceye kadar Peygamberimizi (a.s.m.) anlatmaya çalışsa da onu hiçbir zaman lâyık olduğu şekilde anlatamayacağını, sadece kendisinin değil, hiçbir insanın bunu yapamayacağını nazara verir.
“Arızun dâdiyle nemnâk olsa müjgânım nola
Zayi olmaz gül temennasiyle vermek hâne su”
Şair ‘gün’ ve ‘su’ tabirlerini birlikte kullandığı bu beyitte de ‘Senin yüzünü düşünüp görmeyi arzu ettiğim zaman akan gözyaşlarımdan kirpiklerim ıslansa da gam çekmem, çünkü gül yetiştirmek maksadıyla dikene ve-rilen su boşa gitmez’ diyerek Peygamberimize (a.s.m.) duyduğu hasreti dile getirir.
Burada kirpiklerini, henüz yaprak ve çiçek açmamış bir gül dalına benzeten şair; başlangıçta, tamamen dikenlerden ibaretmiş gibi görünen gül dalına su ve-rildikten sonra o dalın yapraklanıp çiçeklenmesini göz önünde bulundurarak güle benzeyen Peygamberimizin (a.s.m.) hasreti ile döktüğü gözyaşlarının boşa gitmediğini, bu sayede onu hatırlayıp onu tahayyül etmenin mutluluğu ile gözlerinin gül gibi kızardığını, gönlünün de gülzara döndüğünü ifade eder.
Kalbî bir heyecan halinde her zaman yaşadığı bu hissi bir başka şiirinde de “Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur” mısraı ile anlatan Fuzulî, bu beyitte de ağlayan gözlerinin tabiî olarak kızarması ile güllerin kızarması arasında renk itibariyle tenasüp san'atı, yüzü güzele, kirpikleri dikene benzeterek de leff-ü neşr san'atı yapmış ve kasidesini bir edebî san'atlar manzumesi hâline getirmiştir.
“Gam günü itme dil-i bimârdan tigin diriğ
Hayrdur virmek karanu gicede bimâra su”
İçinde bulunduğu zamanı zahiren karanlık bir geceye, yaşadığı maddî-mânevî sıkıntıları da hastalıklara benzeten şair, bu hususta da çareyi Peygamberimize (a.s.m.) sığınmakta bulur.
‘Gam günü bu hasta gönülden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme. Çünkü karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir’ diyerek onun nazarını bir neşter gibi görür.
Zira işlediği günahların farkına varıp gamlanmaya, kederlenmeye başlayınca Allah’ın affına mazhar olmanın çaresinin Peygamberimizin (a.s.m.) şefaatine nail olmaktan geçtiğini bilir.
“İşte peykanın gönül hercinde şevkim sâkir it
Susuzam bir kez bu sahrada menimçün ara su”
Dünyayı uçsuz bucaksız büyük bir sahra tahayyül eden, tahassürünü de ancak çöl ortasındaki vahaya kavuştuğu zaman gidecek olan susuzluğa benzeten şair çare arayışına devam eder.
Ne var ki artık takati kesilmiş, gücü kalmamıştır. Onun için ‘Ey gönül, bu ayrılık zamanında Peygamberimizin (a.s.m.) kirpiklerinin okunu iste ve ondan bir hatıra taşıyarak hasretini dindirmeye çalış, yani bu çölde biraz da benim için su ara’ diyerek sevginin tezahürlerini görmek ister.
Zîra şefaate nail olmanın yolu, sevgiyi idrak ve ifade etmekten geçer.
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Gine’den selâmlar |
|
İki yıllık konteyner hayatından sonra yeniden dökme yük gemilerinde çalışmaya başladım. Bu vesile ile seyahat hatıralarını aktarma ve yazma fırsatım oldu.
“Nasıl yani, konteyner gemileri ile seyahat notları yazılmıyor mu?” demeyin, zira bu gemiler limanda çok kısa süre kaldıkları için gittiğiniz ülkeyi gezip görme ve gezi hatıralarını aktarma fırsatı bulamıyorsunuz. Durumu ifade edebilmek için şu hususu söylemek gerekirse; konteyner gemilerinde 7 günde 7 limana uğrarken, dökme yük gemilerinde 7 ayda 7 limana uğrama imkânınız oluyor. Birkaç saat içinde gezip tozma ve bir iki satır bir şey yazma imkânı konteynerde neredeyse yok gibi bir şey. Fakat diğer gemiler bazen bir, hatta iki ay bir limanda kalabiliyor. Gemi faaliyetleri ile beraber gezip gördüğümüz yerleri anlatma imkânı mevcut. Okuyucularım da zaten daha ziyade gezi notlarını aktarmamı istiyor.
Gine, Batı Afrika’da bir devlet. Yaklaşık 10 milyon nüfusu olduğu söyleniyor. Bunun yarısı Müslüman.
Devletin yöneticisi aynı zamanda bir kabilenin de reisi, aksi takdirde bu bölgede devlet başkanı olma imkânı yok. Siz bakmayın cumhuriyet, demokrasi laflarına. Silâhlı gücü elinde bulunduran kimse o devlet başkanı oluyor. Genellikle sömürgeci Fransızlarla işbirliği yapan kabile reisleri en şanslı adaylar. Rakiplerini bertaraf eden başkan oluyor.
Zenci Afrika’da hemen hemen her yerde durum aynı. Halk eğlenmeyi ve gününü gün etmeyi biliyor. Çalışmak, bir şeyler üretmek ve başkalarına faydalı olmak, öyle takdir edilecek, beğenilecek bir davranış değil. Bir fırsat verilse zenciler hemen dans etmeye ve eğlenmeye başlıyorlar.
Batılılar ve başta Fransızlar, onların bu zafiyetlerini çok iyi değerlendiriyorlar. Kurmuş oldukları sömürge çarklarını 2008 yılında dahi acımasızca devam ettiriyorlar. Hastalıklardan ve kötü beslenmeden dolayı ölen binlerce insan, kimsenin umurunda değil.
Cehalet ise ne yazık ki Afrika’nın en önemli sorunu. Hâlâ taşa toprağa tapan insanlar var. Bazı devletler (Güney Afrika Cumhuriyeti gibi) semâvî dinlerin yayılması için her türlü teşviki veriyorlar. Meselâ okul alanlarını ücretsiz ve vergiden muâf olacak şekilde tahsis ediyorlar. İster Müslüman, ister Hıristiyan olsun, yeter ki animist olmasın yani taşa toprağa tapmasın.
Bu vesile ile Türkler bu talihsiz kıt'ada çok güzel faaliyetlere imza atıyorlar. Bazen Kur’ân Kursları, bazen çeşitli seviyelerdeki okullar aracılığı ile İslâmiyet, zenci Afrika’da hızla yayılıyor.
Gine’de de bir Türk Okulu var. Kur’ân kursu açmak için gayret eden başka bir Türk kardeşimle tanıştım. Bu okulu beraberce ziyaret ettik. Bizleri görünce çok memnun oldular. Bu ülke ile ilgili birçok sorumuza cevap verdiler. Onların şevk ve gayreti gerçekten de görülmeye değer. Buradaki insanlara medeniyeti ve insanlığı öğretiyorlar. Bunu yaparken sömürmek amacını taşımıyorlar. “Bir insanın Müslüman olmasına vesile olmanın sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka vermekten hayırlı olduğu” hadisine masadak olmak için Allah rızası için bu işleri yapıyorlar. Zaten aksi olsa yani dünyevî maksatlar için burada çalışmak her babayiğidin harcı değil. İstediğiniz kadar para pul harcayın, bu ülke-lerde bu ulvî amaçlar asıl maksat yapılmazsa, muvaffak olmak mümkün değildir. Dünyanın en zor eğitim yapılacak bölgesi burası olsa gerektir. “Cenâb-ı Allah bu kardeşlerimizi muvaffak etsin” duâsıyla diğer bir meslektaşımdan bahsetmek istiyorum.
Bir kaptan arkadaşımız dört beş yıldır bu ülkede yaşıyor. Bize liman işlerinde yardımcı oldu. Burada bir yerli hanım ile evlenmiş. Kız çocuğu her zaman esmer karakter baskın olmasına rağmen beyaz doğmuş. Eğitimi için Türkiye’ye akrabalarının yanına gönderecekmiş. Burada hayat şartlarının ne derece zor ve güç olduğunu bu arkadaşımızı dinleyerek daha iyi anlama imkânım oldu. Bu vesile Türkiye’de yaşayan bizlerin ne kadar şikâyet etsek de Allah’ın birçok nimetine sahip olduğumuzu fark etmemiz zor değil.
Küçücük sorunlardan dolayı şikâyet eden bazı gençlerimizi düşündüm de ne büyük bir nankörlük olduğunu gördüm. Bu kardeşle-rimizin sahip oldukları nimetleri fark etmeleri için çok değil bir hafta bu ülkelerde yaşamaları yeterlidir, diye düşünüyorum. Baki selâmlar.
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Mücahid Carter, Şeriatçı Başpiskopos, Neocon Papa’ |
|
Carter çok önemli tarihî şahsiyetlerden birisi. Zamanında İsrail’e de büyük hizmetler ifa etmiş birisidir. Sıradışı bir Amerikan başkanı. Onun dönemi İran devrimi ve neoconların yükselişine sahne olmuştur. Neoconlar Reagan’a kaymadan önce onu desteklemişlerdi. Evanjelikler de öyle. Belki de bunun sebeplerinden birisi Ulusal Güvenlik Danışmanının Yahudi kökenli Brizezinski olması ve kendisinin de Camp David sürecini başlatmasıdır. Enver Sedat ile Menahem Begin’i 1979 yılında Camp David’de biraraya getirmiş ve bu yolla tarihî barış antlaşmasının önünü açmıştır. Bununla birlikte, daha sonraki süreçte hem Carter, hem de Brizezinski büyük ölçüde değişti. Şimdi Brizezinski adaylardan Obama’yı destekliyor. Brizezinski Demokratların Kissinger’i sayılıyorsa da veya onun muadili kabul ediliyorsa da müsbet yönde fevkalade değişime uğramıştır. Dolayısıyla Carter’ın Yahudilere hizmet ettiği bilgisi doğru olmakla birlikte eskimiştir. O da ahirzaman diliminin televvün hâlini yaşamaktadır. Carter daha sonra tam aksi istikamette yol almıştır. Kader onu bugün Camp David sürecinin tam aksi istikametinde konuşlandırmıştır. Yahudilere göre süreç onu bilâhare Yahudi aleyhtarı bir zemine (antisemitist) çekmiştir. Hatta bazı Yahudi bloglarına göre artık o bir Filistin mücahididir. Emin el Hüseyni’nin haleflerindendir. Yazmış olduğu kitaplarda İsrail’i, yıkılan Güney Afrika’nın sabık apartheid/ırkçı rejimine benzetmiştir. Carter bu arada mühim ifşaatta da bulunmuştur.
İsrail’i eleştirmenin İsrail’de tabu olmadığını, ama ABD’de tabu olduğunu ve bundan başkanların dahi muaf olmadıklarını ikrar etmiştir. Bu en tepeden bir itiraftır. Dolayısıyla Findley’in ‘Konuşmaya Cesaret Ettiler’ kitabının bir kez daha tasdiki mahiyetindedir.
ABD’de İsrail aleyhinde konuşabilmek cesaret ister. Daha doğrusu mangal gibi bir yürek. Orada başkanlar bile İsrail lobisinin esiridirler. Hatta Volkanlar ekibinde birlikte çalıştıkları halde eski Amerikan Dışişleri bakanlarından Colin Powell da döneminde Beyaz Saray’a çöreklenmiş olan Neocon ekip için (Perle, Wolfowitz ve Feith gibileri kastederek) ‘Burada aşılmaz bir demir leblebi ve Gestapo idaresi var’ demişti. Evet orada bir Gestapo idaresi var. Bu söz gerçekten de çok önemli. Zira Mahmut Zahar da Carter’la görüşmelerinden bir gün evvel Washington Post gazetesinde yayınlanan ‘No Peace Without Hamas’ başlıklı makalesinde aynı gerçeklere temas etmektedir.
Buna temas etmeden önce Carter’ın yaptıklarının ne anlama geldiğine kısaca değinelim. Camp David’in mimarı ve eski başkan olarak Hamas üyeleriyle görüşerek ABD’nin kırmızı çizgilerinden birini yıkmıştır. Bu anlamda Cengiz Çandar gibiler başka bağlamlarda kullansalar bile, o bir put kırıcı ve tabu yıkıcıdır. Bundan dolayı Rice bu ziyaretin ve görüşmelerin kendilerini bağlamadığını ve Amerikan resmî çizgisini temsil etmediğini söylemiştir. Carter Amerikan yönetimini temsil etmese bile Amerikan maşeri vicdanını temsil etmektedir. Onları asıl korkutan da bu yönüdür. Mahmut Zahar da Carter’ın bu yönüne vurguda bulunmuş ve kendisine kocaman bir hoşamedide bulunmuştur. Zahar, Carter’ı, ‘namuslu, (Siyonizm’den) bağımsız ve yozlaşmamış bir düşünür’ olarak selâmlamıştır. Keza: “Carter’ın ziyareti Yol Haritası, Barış Planı’nın Hamas olmadan uygulanamayacağını ortaya koymuştur...” demiştir. Carter deyim yerindeyse İsrail’in ırkçı rejimini manevî olarak yıkmaya gelmiştir. Bundan dolayı, İbrani devleti skandal bir biçimde yanına bir koruma dahi vermemiştir. Esasında, Carter bu ziyaretiyle “Kral çıplak, İsrail’in barış yapmaya niyeti yok, dokusu da buna müsait değildir’ demiştir. Mahmut Zahar sözkonusu makalesinde 2000 ile 2005 tarihleri arasında İsrail’in bire dört oranda Filistinli katlettiğini, ama bu oranın 2007 sonrası bire kırka yükseldiğini söylemiştir.
***
İsrail bu suretle Ahmet Mansur’un bir programında konuşan Filistinli bir uluslar arası hukukçunun ifadesine göre, Gazze’de ağır çekim holokost/jenosit uygulamaktadır. Tarihin en garip cilvelerinden birisi daha önce holokost deneyimi geçirmiş bir milletin Filistinlilere ‘nakba’ namında benzeri başka bir acı deneyim yaşatmasıdır. Bu nasıl bir algıdır anlamak mümkün değil? Yahudiler Nazilerin izinden 1948 yılında Filistinlileri ‘nakba’ya yani felâkete uğratmışlardır. Holokost’tan kurtulanlar Filisinlilerin başına ‘nakba’ felâketi sarmışlardır. Bu bağlamda Mahmut Zahar bu yöndeki bir mukayese ile: “Biz Gazze’de 65 yıl önce Yahudilerin yaptıklarını yapıyoruz. 65 yıl sonra Varşova gettosuna mukabil biz de Gazze’yi işgalcilere karşı savunuyoruz...” demiştir.
Esasında hem İsrail, hem de ABD uluslar arası hukuku tanımayan hukuken korsan devletlerdir. Carter, ziyaretiyle bunu ortaya koymuştur. Buna mukabil, Papa’nın ABD ziyareti ve Bush’la buluşması Bush-Neocon ittifakını hatıra getirmiştir. Papa Regensburg’da yapmış olduğu konuşmasında 11 Eylül çığırından yürümüştü. Son ziyareti de bunu taçlandırır bir ziyaret olmuştur. Bush ile 16’ncı Benediktus, Beyaz Saray’da ortak bir terör vurgusunda bulunmuşlardır. Sonuç bildirgesine yansıdığı şekilde bu şöyledir: “İki taraf da topyekûn bir şekilde terörizmin dinin manipülasyonu suretiyle masumlara karşı şiddet eylemleri ve ahlâksızlığı meşrulaştırmak veya gerçekleştirmek için kullanılmasını takbih ve reddederler...” Bu Beyaz Saray’ı ve İsrail’i de kapsar bir şekilde kullanılırsa mesele yok. Ama sadece Filistinliler bağlamında kullanılıyorsa (ki, öyle) asıl manipülasyon budur. Sonuçları sebeplerinden koparamaz ve izole edemezsiniz. Aksi takdirde saldırıya karşı savunmayı yasaklamış olursunuz. ‘El badiu azlam’ yani zulmü başlatan taraf zulmün anasını irtikap etmiş olur. Bu suretle Papa bir kez daha dinin manipülasyonuna âlet olmuştur. Papa’nın laiklik vurgusu veya muhalefeti de samimiyetsiz bir zeminde seyretmektedir. Laikliğe muhalefet seçmece bir muhalefettir. Ona göre, Batıda daha az, İslâm dünyasında ise daha çok laikliğe ihtiyaç vardır. Bizim hedonizm ve dünyevileşme içinde boğulmamızı ve ideallerimizi kaybetmemizi temenni ederken Batılılar için tam tersini vazediyor.
***
Belki bu noktada Papa’ya en güzel cevabı verenlerden birisi Anglikan Kilisesi Başpiskoposu ‘Şeriatçı’ Dr. Rowan Williams’dır. Williams bir kez daha şarklı Hıristiyanların Batı politikalarının bir kurbanı olduğunu ve Batı politikalarının Ortadoğu’da zulüm mekanizmalarını tetiklediğini söylemiştir. Williams, Carter gibi konuşurken Papa, Bush veya Neoconlar gibi konuşmaktadır. Sebebi, Arapların deyimiyle, ‘hikdun defin’dir. Yani: Derin kin...
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Tesettür Risâlesi keşfedilirken... (1) |
|
13 Nisan 2008 tarihli Radikal 2’de Handan Koç’un “Tesettür Risâlesi hakkında” başlıklı bir yazısı vardı.
30 Mart’ta Risâle-i Nur Enstitüsünün düzenlediği “Meşrutiyetin 100. yılında Türkiye’nin Demokrasi Serüveni” konulu panel vesilesiyle ülkemizin fikir dünyası içinde önemli yeri olan Said Nursî’nin risâlelerinden birini ele almanın öne-mine inanarak bu yazıyı yazmış, Tesettür Risâlesinin Birinci Hikmetine makalesinde aynen yer vermişti. Yazısının sonunu “Tesettür bir toplumsal öneridir. Tüm Türkiye sathında bu önerinin sahipleri ve gerekçeleri vardır. Dolayısıyla ben Türkiyeli bir feminist olarak bugün Said Nursî’nin görüşlerini benimseyen ve hoş gören herkesten, bu risâlenin en azından birinci hikmet bölümü ile ilgili olarak ne düşündüğünü yazmasını beklediğimi söylemek isterim” diye bitiriyordu.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, hayatın sırlarını keşfetmeye çalışan ve yıllardır süren kısır başörtüsü tartışmalarından bunalan biri olarak sorularımın bütün cevaplarını Nur Risâlelerinde buldum. Sorularım bitmedi, okumalarım da.
Risâle-i Nur Külliyatı bir mücevher sandığı ise Hanımlar Rehberi hususan Tesettür Risâlesi bu sandıktaki eşsiz mücevherlerden biridir. Bu eşsiz mücevher, günümüz şartlarında dünyanın neresinde olursa olsun hakikati arayan her kadının mutlaka dikkatini çekecektir. Eminim, başka arkadaşlarım daha güzel tarif edeceklerdir ama keşfedebildiğim kadarıyla bu mücevherin hususiyetlerinden bahsetmeye çalışacağım. Bu yazı sadece konuya giriş ve Risâle-i Nurların genel tablosu içinde Tesettür Risâlesinin özel konumu ile ilgili. Diğer yazılarım inşallah sadece Birinci Hikmet üzerine olacak.
GÖNÜLLER FETHEDİLİYOR
Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesini, Osmanlının son dönemleri olan 1910’lu yıllarda Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de iken kaleme alır. Sonrasında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde yapılan inkılâplara dokunmaması için Tesettür Risâlesini setreder, gizler! (Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir Hayatı)
Ama güneşin ışıklarına mani olmak mümkün müdür? Tesettür Risâlesi de bütün Risâleler gibi okuyup da beğenenler arasında hızla yayılır. Matbaa yaygın değildir ve din konusunda sıkı baskılar olduğundan insanlar kendi el yazılarıyla çoğaltırlar bu eserleri. Risâle-i Nur Külliyatına ait 600.000 nüsha elle yazılarak neşrolur, Anadolu’yu aydınlatır. Halk sahip çıkar Nurlara. Okuyanların gönüllerini fetheder nurlu satırlar zira.
EĞİTİM SEFERBERLİĞİ
Bu neşir hizmeti sırasında şefkat kahramanı hanımların yaptıkları fedakârlıklar Külliyatın Lâhikalar kısmında müşahhas örneklerle geçer satır aralarında. Söz gelimi Kastamonulu hanımlar bu eserleri fark ettiklerinde kendi aralarında bir araya gelerek mütalâa ederler ve el yazılarıyla çoğaltırlar. En kıymetli giysileri olan kadifeli sırma işlemeli gelinliklerini de keserek bu eserlere şık ciltler oluştururlar.
Bütün Anadolu’da adeta bir eğitim seferberliği başlamıştır. Okuma yazma bilen kadınlar elleriyle yazarak, bilmeyenler eserleri yazan eşlerine büyük destekler vererek bu eğitim seferberliğine girişirler. Gerektiğinde erkeklerin ev geçindirme va-zifesini üzerlerine alıp tarlalarda çalışır, sırtlarında odun taşırlar. Bir karşılık beklemeksizin gönüllü yaparlar bunları. Zira fark etmişlerdir ki, yaşarken ve ölüm ötesinde huzurun anahtarı bu eserlerdedir.
TESETTÜR RİSÂLESİNİN ORİJİNALLİĞİ
Tesettür Risâlesi de bu şekilde halk arasında yayılan nur risâlelerinden bir tanesidir. Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın tesettür âyetini (Ahzab Sûresi, 59.) kadın fıtratı üzerinden yorumladığı bu eserinde, semâvî emre muhalefet edip kadınları esaret altına alıyor diyen sefih medeniyeti ve düşünürlerini muhatap alır. Kadının ruhsal ve bedensel özellikleri, toplum hayatındaki, aile yaşantısındaki konumu, eşiyle ve çocuklarıyla olan iletişimi noktalarından yaklaşarak tesettür emrinin fıtrî esaslarını anlatır.
Kur’ân’ın tesettür emrini yorumlayan benzer eserlerden çok farklı, son derece orijinal bir yaklaşımdır bu. Zira diğer tefsirlerde daha çok mü’min kadınların tesettürü dinî bir zorunluluk olarak yaşamaları gerektiği noktasından yola çıkılarak açıklamalar yapılmıştır. O eşsiz eserler 14 asır boyunca tesettür âyetlerini bu açıdan yorumlayarak toplum hayatına yön vermişlerdir. O zamanlarda Kur’ân’ın tesettür emrine bu kadar itiraz yoktur ki zaten! Ama asrımızda çağdaşlık adına Kur’ân’ın tesettür emri reddedildiğinden farklı bir açıdan âyetlerin yorumu gerekir. Tesettür Risâlesinin kadının fıtratı üzerine temellendirilerek yazılmasının sırlarından biri bu olsa gerektir!
ESKİŞEHİR AĞIR CEZA MAHKEMESİ
Peki halkın, özellikle kadınların bu kadar sahiplenmesine rağmen netice ne olur? Bediüzzaman Hazretleri yüz yirmi talebesiyle 1934’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Suç teşkil edecek hiçbir delile rastlanmaz. Bu yüzden kanaat-i vicdaniye ile keyfî bir şekilde Bediüzzaman’a 11 ay, on beş arkadaşına 6’şar ay ceza verilir, diğerleri serbest bırakılır… Bediüzzaman Hazretleri, bu karara itiraz eder. Cezanın beygir hırsızlarına ya da kız kaçıranlara lâyık olduğunu, ya serbest bırakılmasını, ya idam edilmesini ya da yüz bir sene hapsedilmesi gerektiğini ısrarla belirtir.
Risâle-i Nur Külliyatının satırları arasında mahkeme safhalarını adım adım takip etmek mümkündür. Bediiüzzaman Hazretlerinin hukuk mücadelesi gerçekten yakın tarih sayfaları arasında yer alan altın sayfalardır… (A.g.e.)
Bediüzzaman, Tesettür Risâlesi içinde yer alan “Merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet adi bir kundura boyacısı dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuru-yor!” satırları yüzünden almıştır mahkûmiyet cezasını.
Başka bir eserinde Eskişehir Mahkemesini “Mahkeme, kendini ve hakimlerini ebedî mahkûm ve mahcub eylemiş!” di-yerek yorumlar.
İTİRAZI OLAN VAR MI?
Günümüzde hemcinslerimiz bütün dünyada basın yayın organlarında “cinsel meta” yani ticârî değeri olan bir mal olarak kullanılmaktadır. Reklâmdan sinema sektörüne, defilelerden gazetelerin arka sayfalarına kadar uzanan bir silsiledir bu. Öylesine küresel azgın bir çarktır ki masum çocukları bile istismar eder. Kadınların ölüsünü bile paraya çevirir. (İntiharının üzerinden kırk yıl geçmesine rağmen ‘ilahe’ olarak sunulan Marilyn Manroe’nun hâlâ mezarında bile rahat bırakılmaması ne kadar ibretlidir!)
Bugün kadınlara yönelik cinsel suçlardaki artışlarda kadının kendini teşhir etmesindeki pay büyüktür şüphesiz.
Bu tesbite itirazı olan var mı?
(“On adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın” der Bediüzzaman Tesettür Risâlesinin Birinci Hikmetinde. Önümüzdeki hafta da bu tesbiti açmaya çalışalım)
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Başkasının tenbelliği |
|
Yeis, üstünlük duygusu, acelecilik ve benmerkezcilikten sonra, şevki kırarak insanı atalet zindanına düşüren beşinci sebebi Üstad Bediüzzaman, “başkasının tenbelliğinden fırsat bulan görenek” olarak ifade ediyor.
Aslında bu sebep, sekizinci sırada zikredilen ve bilâhare müzakere etmeye çalışacağımız rahat meyli ile aynı gibi görünüyor; ama ayrı bir madde olarak dikkat çekildiğine göre, üzerinde durmamız gereken incelik ve nüansları olmalı.
Burada öne çıkan, başkasının tenbelliğinden fırsat bulma ve bunu bahane olarak kullanıp kendi tenbelliğine mazeret gösterme psikolojisi.
Bu ruh hali, başka birçok alanda da insanı saptırma ve yoldan çıkarma potansiyeline sahip.
Ve Risale-i Nur’da bunun ilginç örnekleri var.
Meselâ 14. Söz’ün Hatime’sindeki “Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir” başlıklı bahiste nefis, içinde bulunduğu gaflet halini savunmak için “Herkes dünyaya dalmış, ben de herkes gibiyim” dediğinde aldığı cevap şudur:
“Herkesle musibette beraber demek olan tesellî ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”
Bir diğer örnek, 30. Söz’deki “Ene” bahsinde yer alan “Nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir” cümlesi.
Demek ki, bir suç işleyen, yanlış iş yapan veya başarısız olan insanların ortak psikolojisi, bu durumlarının başkalarınca paylaşılmasından aldıkları tesellî ve bunun getirdiği “rahatlık” hissi.
Hırsız ister ki, herkes kendisi gibi hırsız olsun.
Gaflet içinde hayatını sürdüren kişi, çevresinde kendisine benzer bir hayat yaşayan ne kadar fazla insan olursa “kuvve-i maneviye”si o kadar güçlenir; “Bu halimde yalnız değilim, başkaları da benim gibi, demek ki tuttuğum yol yanlış değil” gibi aldatıcı bir tesellî ile yola devam eder.
Başarısız bir öğrencinin psikolojisi, başarılı arkadaşlarına özenip onlar gibi olmak için çaba sarf etmekten ziyade, kendisi gibi olanların varlığını görüp rahatlamaya daha fazla yatkın olur.
Ancak bu tesellî ve rahatlamanın geçici ve aldatıcı olduğu ve insanı içine düştüğü olumsuz durumda daha da kötüye götürdüğü gayet açık.
Konumuz olan tenbellik bahsinde de, başkalarının ataletini kendisine bahane bulup mazeret göstererek tenbellik zindanına iyice demir atan bir insan, Cenab-ı Hakkın kendisine bahşettiği potansiyeli ve kabiliyetleri iyice köreltme, dumura uğratma ve tükenme yoluna girmiş olur.
Ve bu yolun varacağı yer, tam bir felâkettir.
Bu bakımdan, gayret, hamiyet ve himmet sahibi bir insana yakışan, başkalarının tenbelliğini örnek almak değil, tam tersine bu durumdakileri uygun lisan ve üslûplarla uyarmak, silkelemek, harekete geçirmek ve düştükleri tenbellik zindanından çekip çıkarmaya çalışmak olmalı.
Konunun bir başka önemli ve dikkatle üzerinde durulması gereken boyutunu da Üstad “Nemelâzım, başkası düşünsün, istibdadın yadigârıdır” sözüyle dile getiriyor. Tenbelliğin ve lâkaydlığın en yaygın ifade şekillerinden biri olan “nemelâzım” anlayışının, herşeyi kendi elinde toplayıp tekeline alan ve insanları özgürce kendilerini geliştirebilecekleri ortamdan mahrum bırakan istibdadın eseri olduğunu vurguluyor.
Peki, bu engeli bertaraf etmenin çaresi ne?
Üstad çarenin “Tevekkül etmek isteyenler sadece Allah’a güvensinler” mealindeki İbrahim Sûresi 12. âyetinde gösterildiğini ifade ediyor.
Ve bu âyeti orijinal metniyle aktarırken, “Sadece Allah’a güvensinler” mealindeki ibarenin önüne, parantez içinde “başkasına değil” mânâsındaki bir kelimeyi eklemek suretiyle, yapacağı herşeyde sadece Allah’a inanıp güvenmesi gereken ehl-i hizmetin başkalarına bakarak tavır belirleme durumunda olamayacağını ifade ediyor.
Allah için yapılan bir hizmette, başkalarının tenbelliğinden etkilenerek geri kalmak olur mu?
Demek ki, dinamizmin canlı tutulabilmesi, Allah’a iman ve tevekkülde derinleşmeye bağlı.
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
"Savaşçı" ödülü |
|
Düşünce ve ifade özgürlüğü ödülleri duymuştuk da, “düşünce ifade özgürlüğü savaşçısı(!)” ödülünü de yeni duyduk.
Bern ve Zürih Atatürkçü Düşünce derneklerinin (ADD) düzenlediği ve Almanya’da yapılan “Düşünce ve İfade Özgürlüğü“ konulu panelde, halen tutuklu bulunan İP Genel Başkanı Doğu Perinçek ile aynı dâvâdan tutuklanıp, şu an tutuksuz yargılanan Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ile Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi İlhan Selçuk’a, gıyaplarında birer “Düşünce ve İfade Özgürlüğü Savaşçısı” plâketi verilmiş!
“Savaşçı” ödülü verilen üç ismin de Ergenekon soruşturması çerçevesinde gözaltına alınması tevafuk mu acaba? Yasakları savunanlara ifade özgürlüğü ödülü verildiğini de görmüş olduk. Hem de en “savaşçısı”ndan…
* * *
ŞIŞŞT AMAN KİMSE DUYMASIN
Gazetelerde dikkatinizi çekmiştir. Bir zanlı yakalandığında isminin başharfleri yazılır. Ya da resimlerinde gözlerinin üzerine bant çekilir. Bunun sebebi de yakalanan zanlının suçsuzluğunun ortaya çıkma ihtimalidir. Suçu sabit olana kadar böyle yazılması tercih edilir.
Geçtiğimiz günlerde bir haber dikkatimizi çekti. Teşbihte hata olmasın. MİT’te en kritik görevlerinden olan Ankara Bölge Başkanlığına Teftiş Kurulu Başkanı A.G. (Başka bir gazetede Aydın G. yazıyor) atanmış. MİT müsteşarlığına giden yolda üç kritik noktadan biri görülen başkanlık bir süreden beri boşmuş. Başbakanlığın Mart ayı sonundaki “gizli kararname”si ile bu göreve getirilmiş. Haberde Aydın G.’nin bundan önce yaptığı görevler de tek tek yazılmış… Soyadının açık bir şekilde yazılmaması dikkatimizi çekti. Eğer Aydın G. Bey MİT’in başına geçerse soyadını da öğrenmiş olacağız.
Konu istihbarat teşkilâtı olunca, şışşt aman kimse bilmesin, duymasın…
* * *
301 KLİBİ!
Geç de olsa gündeme gelen TCK’nin 301. maddesi TBMM’de AB uyum Komisyonu ve Adalet Komisyonunda görüşüldü. Değişiklik önümüzdeki hafta Meclis Genel Kurulunda görüşülecek.
Ancak kanunun kabul edilmemesi, yani düşünce özgürlüğünün önündeki engelin kalkmaması için MHP canhıraş bir şekilde çalışıyor. Bu amaçla el ilânları, reklâm filmleri ve internet sitesiyle “suikast” dediği kanunun çıkmaması için milyarları harcıyor.
İki adet reklâm filmi hazırlayan MHP, bu filmlerden “Kim rahatsız?” diye soruyor, cevabını klipte veriyor. Filmlerden birinde Çanakkale Savaşına atıfta bulunularak, şehit mezarları gösteriliyor. 301. maddenin mevcut haliyle kalması Bahçeli’nin bir konuşmasından alınan bölümle anlatılıyor.
Demokrasi ve düşünce özgürlüğü var. Bunlar yapabilir, ama özgürlükçü düşünenler de bu kanunun çıkmasını bekliyor.
* * *
ULUSALCILIKLA MİLLİYETÇİLİK
ARASINDA FARK VAR MI?
Üsteki iki yazıyı yazınca ulusalcılıkla, milliyetçilik arasındaki farkı merak ettik. Bazı konularda ortak düşünebilen bu iki fikirlerle ilgili geçtiğimiz günlerde Ömer Şahin’in Kanal a televizyonunda hazırladığı programda eski bakanlardan Hasan Celal Güzel bir târif getirdi.
“Milliyetçi ya dindardır ya da en azından dine saygılıdır. Ulusalcı dini irtica olarak görür. Milliyetçi, halk çocuğudur. Ulusalcı halka tepeden bakar. Milliyetçi, demokrattır. Ulusalcı ise diktacıdır. Milliyetçi, Atatürkçü’dür. Ulusalcı ise Kemalist’tir. Milliyetçi “solcu” olamaz, ama ulusalcı sola açıktır.”
Bu târiflere katılan da olur katılmayan da olur, bizden aktarması… Biz sadece bu iki fikrin bir takım konularda ortak düşündüğünü söyleyebiliriz.
* * *
YASAKÇI!
CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ı tanımayan yoktur. Yasakçılığı ve sivri çıkışları ile ün salmıştır.
Arıtman Türkiye ziyaretinde “Türban kadınların özgür bireysel seçimi” diyen AB Komisyonu Başkanı Barroso’yu mektupla yazarak bu sözü eleştirmiş. Eleştirmek hakkıdır ancak “Halkının yüzde 99.9’u Müslüman olan Türkiye’de türban; kadınların özgürlüğü, bireysel seçimi filan değildir. Tam tersine kadına yönelik bir şiddettir, kadının insan haklarının ihlâlidir, bir dayatmadır, baskı unsurudur, kadını ikincilleştirmenin yoludur” sözünü hangi veriye veya ankete dayanarak söylediğini merak ettik. Aslında bunun böyle olmadığını kendisi de pekâlâ biliyordur.
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kalbe Peygamber aşkı düşünce |
|
Bir Yahudî din adamı, yani bir hahamdı. Şam’da hayat sürmekteydi. Günün Tevrat’ını satır satır okumuş, âdetâ ezberlemişti. Allah’ın gönderdiği Tevrat değildi Tevrat. Bir çok âyeti değiştirilmiş, aslından uzaklaştırılmıştı. Ancak ne kadar değiştirilmiş olsa da bazı gerçekler yok değildi. Bunlardan birisi de Peygamberimizden (asm) bahseden âyetlerdi.
O günlerde son Peygamber çıkmış, insanları doğru yola dâvet etmeye başlamıştı. İslâmiyet gün geçtikçe yayılıyor, kuvvet buluyordu. Haham ise bunları duydukça için için kavruluyordu.
Bir de Tevrat’taki Hz. Muhamed’den (asm) bahseden âyetler yok mu? Onlar ise onu bütün bütün çileden çıkarmıştı. İlk gün dört sayfada Peygamberimizden (asm) söz edilmekteydi. O sayfaları çıkarıp yırttı. İkinci gün bu sekize çıkmıştı. Onları da yırttı. Üçüncü gün 24 yerde gördüğü aynı hakikat onu deliye döndürmüştü. Yırt yırt bunun sonu nereye varacaktı? Düşünceye daldı. Bu bir ikazdı. İlâhî bir îkaz. Neresine baksa son peygambere bir işaret bulmak mümkündü. Kitabın hepsi de yırtılamazdı ya!
Evet, Hz. Muhammed olsa olsa son peygamber olabilirdi. Bu gerçek görmezlikten gelinemezdi. Artık kararını verdi. Medine’ye gidecek, ona îmanını belirtecekti. Önce bir haham arkadaşına uğradı. “Yeter arkadaş, bizim bu yaptığımız” dedi, “Ben ona inandım. Medine’ye gidiyorum.”
“Şaşırdın mı sen? O bir sihirbazın tekidir. Gidip de ne yapacaksın?” diye karşılık verdi haham arkadaşı.
Kalbine iman aşkı düşen haham, “Hayır gideceğim” diyordu. “Şimdiye kadar kendimizi aldattığımız yeter. İş senin bildiğin gibi değil.”
Yola koyuldu. Uzun yolları tepip Medine’ye vardı. Köşe bucak Resûlullah’ı (asm) aramaya başladı. Karşısına nûr yüzlü birisi çıktı. Ona sordu. “Ben bir yabancıyım. Son Resûl’le müşerref olmaya geldim. Beni onun huzuruna götürür müsünüz?” dedi.
Bu nûr yüzlü insan Selmân-ı Fârisî’ydi. Resûl adını duyar duymaz ağlamaya başladı. Çünkü Kâinatın Efendisi (asm) ebedî âleme göç etmişti. Bunu bir aylık yoldan tâ çölleri aşıp gelen adama nasıl anlatacaktı? Bu gerçeği ona nasıl söyleyecekti? Onu alıp pâk kabrine götürmek istedi. Yolda yanına Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi de (ra) aldı. Mezarlığa vardılar. Büyük bir üzüntüyle Resûlullahın (asm) mezarını gösterip, “İşte o senin inanıp da yollara düşüp görmek istediğin zât burada yatıyor. O daha dört gün önce aramızdan ayrılıp âhiret yurduna gitti.
Gözyaşları sel olup akmaya başladı. Bu ayrılığa onun sevgili dostları nasıl dayansınlardı? Yeni Müslüman da kendini tutamadı. Gözyaşlarını pınar edip, “Onu gören varsa hiç olmazsa onları göreyim” diyor, dikkatle yüzlerini süzüyor, özelliklerini soruyor, öğrenince de, “Vallahi,” diyor. “Bunlar Tevrat’ta okuyup öğrendiklerime tıpa tıp uyuyor.”
Sonra da Peygamberimizin (asm) bir elbisesini istedi. Getirdiler giydi. Peşinden Kelime-i Şehâdet getirip, duâya başladı: “Ey Rabbim! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Eğer benim Sana ve Resûlüne olan îmanımı kabul ettiysen bu benim için en büyük mutluluk! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun.
“Ben Resûlünsüz duramam artık. Buracıkta benim canımı al da ona bir an önce kavuşayım.”
Duâ kabul olmuştu. Biter bitmez adam yere yıkıldı. Arzuladığı yüce Resûle kavuştu.
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Kastamonu'da bir lise talebesi |
|
Kastamonu’da lise talebesi iken Bediüzzaman’dan ilk iman dersini alıp Nur’un has talebesi olduktan sonra, dünya hayatı onun için “oyun ve oyalanma” yeri olmaktan çıkmış, beşikten mezara kadar öğrenme yeri ve mektep haline gelmiştir. Liseden sonra tahsiline çalıştığı fen bilimleri de, Risâlelerden kazandığı iman dersleri sayesinde, Allah’ı tanıtan, hak ve hakikati bildiren dersler haline gelmiştir. Nur’un ve Nursî’nin pervanesi olduktan sonra, nice ömürleri heder ettiren ve insanı aslî gayesinden uzaklaştıran, ahirzamanın fitne ve fesat cenderesindeki günlük ve günübirlik hayatına dönmemiş, iltifat etmemiş, her saniyesini Beka âlemi hesabına işlettiren Nur yolunun sevdalısı olmuştur.
Sevgili Üstad’ının onu 1951’de Urfa’ya göndererek, “Sen orda kal, ben de geleceğim” demesiyle, askerlik hariç tam sekiz yıl orada kalması, Üstad’ın vefatından sonra da Gaziantep ve Adana illerinde hizmetlerle meşgul olması, nerede ne kadar kalacağını bilememiş olması ve yine “iman kurtarma” dâvâsına bağlılık derecesinin, bir dünya evine girmeye fırsat tanımıyacak boyutta olması gibi bilinen sebeplerin yanında, daha bilmediğimiz başka sebeplerle “mücerred” ve biraz da “münzevî” denebilecek bir hayat tarzını sürdürmüştür. Ancak onun münzevîliği, bilinen klâsik mânâsının ötesinde seyreden, manevî cihadı ve hizmeti hep ön plana alan müstesna bir münzevîliktir. Risâlelerin Almancaya çevrilmesini ve Berlin’deki matbaada basım çalışmalarını yakından takip etmeye engel olmayan bir münzevîlik.. Üstad’la alâkalı yurt içinde ve dışında yapılan faaliyetlerde, sempozyumlarda hissiyatını dile getirmek ve hatıralarını anlatmak üzere çağrıldığı kürsülerde kelâm sarf etmekten geri bırakmayan bin münzevîlik. Halet-i ruhîyesinin reddine rağmen, hizmet meydanında koşan ve koşturan bir münzevîlik.. Yurt içinde daha çok Adana’da ve yurt dışında daha çok Berlin’de hizmet etmekle beraber, onun hizmet gezileri anayurdu bir uçtan bir uca taramakla kalmamış, yabancı ülkeleri de kapsamıştır. Naçizane kanaatim odur ki; onun münzevîliği, iç içe Nur dairelerinden halet-i ruhîyesine uyanını tercih ederek, her şeye rağmen kendine has üslûp ve duruşunu devam ettirmiş olmasıdır.
Her şeye rağmen, diyorum. Bu “her şeye rağmen” babından söylenecek belki çok şey olabilir. Ama biz sadece Üstad Said Nursî’nin, içtimaî ve siyasî meselelere yeniden bakıp yön veren Üçüncü Said’e dönüşünün işaretini veren şu sözlerine bakalım:
“Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum, vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil etmediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.” (Şuâlar, YAY. s. 340)
İşte Meyve Risâlesinin Altıncı Meselesine sebep olan mühim sualin sahibi olma bahtiyarlığına eren ve Üstad’ın hizmetkârı olarak “ağabeyler” arasında kendine has duruş ve üslûbuyla yerine alan bu zat, 14 Mart akşamı Viyana’da ders kürsüsündeydi. Artık 80’lerle telâffuz edilen ilerlemiş yaşına, nuranî çehresine pek de yakışan beyaz sakalına, sarığına ve cübbesine rağmen o, kendini sevgiyle dinleyen muhataplarının nazarında hâla Kastamonu’da 1940 yılında Bedüzzaman’a “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar, bize Hâlıkımızı tanıttır” diyen lise talebesi Abdullah Yeğin'di
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Varlık âleminin gerçek lideri |
|
Liderlik, “idare etme” san'atıyla yakından ilgili bir kavram. Hele de, konu “insanı idare etme” olunca, çok daha önemli hâle geliyor.
Bugünün dünyasında, insan merkezli hayat tarzına bakıldığı zaman, “idare etme ve liderlik” konumunun çok daha farklı bir şekilde öne çıktığı görülmektedir.
İnsanın, kendi kendini idare etmesinden, ailesini, mensuplarını, toplulukları, milleti, devleti ve dünyayı idare etmeye kadar giden merhalelerde ayrı ve farklı bir “liderlik ve idare etmeye” ihtiyaç vardır.
İnsanın kendisini idare etmesi ve haddini bilmesi için bir “sistem”e ihtiyaç vardır. Aksi takdirde insanın, fert olarak bile bu hayat şartlarında kendi kendini idare etmesi fevkalâde zordur. Bunalım, stres, isyan gibi olayların ana sebebi “kendi kendini idare edememe ve liderlik” rolünü devreye sokamamaktan kaynaklanıyor.
Bütün dünyada aile faciasına dönüşen müthiş yangının baş sebebi de, “aile idaresindeki” boşluk ve dolayısıyla da “sistem”deki yetersizliktir. Cemiyetin çekirdeği durumundaki aile hayatının zembereği olan karşılıklı sevgi ve saygının temelinde bu unsurların tesisi yatmaktadır. Ailede lider konumunda olan gerek anne ve gerekse de babanın bu sorumluluklarını yerine getiremeyişleri, aile hayatında yürek dağlayan olayların meydana gelmesini netice veriyor.
Kezâ toplum hayatının gerçekleri olan apartman, mahalle, köy, kasaba, şehir ve millet hayatına giden yolda da, “sistemler manzumesine” bağlı kalacak gerçek “liderlere ve idareye” ihtiyaç vardır.
Bütün olarak dünya genelindeki durum da bundan farklı değil. ABD, Rusya, Fransa, Almanya ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülkenin başındaki “liderlerin”, aile hayatları başta olmak üzere çeşitli sahalardaki fikir ve halleri; “skandal” denecek olayların içerisinde olmaları, zaten açıkça her şeyi ortaya koyuyor. Bu durumdaki liderden sağlıklı bir ülke ve dünya “idaresi” beklemek hayalcilikten öteye geçmeyecektir.
Ülkemizdeki durum da farklı değildir. Siyâsî saha başta olmak üzere, bürokrasi, hukuk, eğitim, ticaret, basın yayın, kurumlar vb. alanların idaresinde yaşanan bunca skandalların önemli bir sebebi, “liderlik” vasfı olmayan beceriksiz sorumluların icraatlarıdır.
Peki, çare ne?
Çare; insanlığın yegâne lideri ve eşsiz önderi Hz. Muhammed’dir (asm). Onun getirdiği semavî hakikatler manzumesi Kelâmullah’tır. Ve hayatıyla örnek olduğu tatbikatın tâ kendisidir.
Bu gerçekler, bazı sığ ve peşin hükümlü felsefe mukallitlerinin düşündüğü gibi sadece Müslümanlara ve belli bir zaman dilimine ait hakikatler olmayıp, dünya ve insanlar var oldukça bütün insanlığa ve bütün zamanlara hitap eden ebedî hakikatlerdir. Şaşmaz ve şaşırtmaz ölçülerdir. Neticeleri, bütün çıplaklığıyla ve netliğiyle insanlığın önündedir.
Çünkü; onun (asm) erişilmez kulluğu kadar, ümmetine ve insanlığa karşı gösterdiği adaleti, şefkati ve hakperestliğidir ki, onu her alanda “tarihin en büyük lideri ve erişilmez idarecisi” olarak kabul ettirmiştir.
En dar ve küçük daire olan ailesine karşı muâmelesindeki sevgisi, ilgisi, adaleti ve yardımseverliğidir ki, onu “dünyanın en mükemmel aile reisi” olarak tarihe mal etmiştir.
Sahabelerine karşı o samimî, candan davranışı ve şahane liderliğidir ki, “Anam babam sana feda olsun Ya Resûlallah!” gibi tarihte hiçbir şahsiyete nasip olmayan şerefli hitaplara muhatap olmuş ve bu mânânın gönüllerde yerleşmesini netice vermiştir.
***
İnançsızından inançlısına, gayr-i müsliminden Müslimîne, esirinden emirine bütün beşer tabakalarına kadar gösterdiğin o hak, adalet, hukuk, yardımseverlik, barış, hoşgörü, demokrasi, insan haklarına saygı ve şâhâne “idare ve liderliğine”, bütün insanlığın çok ama çok ihtiyacı var Ya Resûlallah!
Gönüllerimize hoş gel ey Nebîler Nebîsi! Gel de bizlerin kalplerine, gönüllerine, evlerimize, cemaatlerimize, meclislerimize, toplantılarımıza, eğitimimize, ticaretimize, hukukumuza, demokrasimize, dinî ve dünyevî müesseselerimize misafir ol! Yardımcı ol! Liderimiz ol Ya Resûlallah!
Bizler aciz, çaresiz, beceriksiz, ölçüsüz, maharetsiz bir şekilde “idare etmekten” mahrum kaldık. Medet yine sende! Reçete sende! Çözüm sende! Barış sen de! Feryadımızı boşa çıkarma, cevapsız bırakma Ya Resûlallah!
Paslanan kalpleri sana açacak az da olsa fedakârlar çıkacaktır aramızdan.
Kapılarını sana açacak pişmancılar bulunur bazı mekânlarımızda!
Kusurlarını anlayıp idrak eden nedametçiler çıkar, tükenmemiştir ümmetinde!
Sen zaten mânen aramızdasın, mânevî tasarrufunu, biz daha büyük helâkete sürüklenmeden önce göster Ya Resûlallah! Medet ve kurtuluş sende! Çaresizliğin ilâcı sende! Basiretin, ferasetin, iz’an ve ufkun anahtarı sende!
Çünkü biliyor ve bütün benliğimiz ve kalbimizle inanıyoruz ki, sen, kutlu doğumunu hasretle andığımız bu günlerde, en başta, üzerinde yaşamakla iftihar ettiğimiz bu güzel Anadolu’da bazılarına “din ve vicdan hürriyetini” en güzel sen anlatırsın Ya Resûlallah!
Sana dil uzatan, kendisinden geçmiş, insanlıktan nasipsizleri de “Bunlar hakikati bilmiyorlar Ya Rabbi! Bunları helâk etme! Islâh eyle!” diyerek sen ikna edersin, o sağlam duruşun ve tebessümlü yüzünle... Sen onlara iyiyi, doğruyu anlatabilirsin Ya Resûlallah!
Kutlu doğumunla aramıza hoşgeldin. Şefaatini niyaz ediyoruz. Sünnetine sarılmaya çalışıyoruz. “Rehberliğine, liderliğine, şahane idarene” bugün her zamankinden çok daha muhtacız. Kovma bizi kapından. Mahrum etme bizi rahmetinden Ya Resûlallah!
Ya Rab! Bizi kendine hakikî bir kul ve Resûlüne (asm) hakikî bir ümmet eyle ve affeyle! Âmin.
NOT: Çok değerli dostlarımın, Türkiye başta olmak üzere bütün dünyada Hz. Muhammed’e (asm) iman eden bütün ümmetinin, Kutlu Doğum Haftasını tebrik ediyor; İslâm âlemine ve insanlığa saadet, huzur, barış, feraset, idrak ve ufuk getirmesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İnsanlığın kurtuluşu ve Hazret-i Muhammed (asm) |
|
B. Güneş Bey:
* “Peygamber Efendimiz (asm) ilk vahyi aldığında kırk yaşındaydı. İlk vahiy ‘Oku!...’ emrini getirmişti. Peygamber Efendimiz (asm) okuma bilmiyordu. Oysa o zamanlar edebiyat ve şiir çok meşhurdu. Bu halde Peygamber Efendimiz’in (asm) okuma bilmemesinin hikmeti nedir?”
Bu sorunun cevabını Kur’ân veriyor ve şöyle buyuruyor: “Bu Kur’ân sana indirilmeden evvel sen ne bir kitap okumuş, ne de yazı yazmış değildin. Eğer okuma yazma bilseydin, âyetlerimizi çürütmek isteyenler elbette şüpheye düşerlerdi.”1 demek, Peygamber Efendimiz’in (asm) okuma yazma bilmeyişi, Kur’ân âyetlerinin doğrudan Allah’ın kelâmı olduğunun delilidir.
Şu günlerde kutlu doğumunun müjdesini iliklerimize kadar yeniden yaşadığımız Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendisi için yaşamamış, ümmeti için yaşamıştır. O (asm) bizim katımızda Allah’ın elçisi, Allah’ın katında bizim elçimizdir. Onun (asm) bize–insan cinsi olarak—hediye ettiği nur eşsiz ve benzersizdir. Cenâb-ı Hak bize iman, hidayet, nur, tevfik, muhabbet, rahmet ve rıza yolu nâmına ne ihsan etmişse, onun (asm) eliyle ihsan etmiştir.
Onun (asm) Allah’tan alıp bize getirdiği nur ile dünyanın şekli değişmiştir. İnsan ve bütün kâinatın hakikî mahiyetleri o nur tufanı ile aydınlanmış, kendine gelmiştir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, onun (asm) getirdiği nur ile görünmüştür ki; şu kâinatın mevcudâtı Allah’ın isimlerini okutan birer Samedânî mektup, birer vazifeli memur, bekaya mazhar birer kıymettar ve manidar mevcutturlar. Eğer o nur olmasa idi, varlıklar tamamıyla mutlak fenaya mahkûm, kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karmakarışık ve tesadüf oyuncağı mahiyetinde evham karanlıkları içinde kalacaktı. İşte bu sırdandır ki, akıl sahibi bütün insanlar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın duâsına “Âmin!” demektedirler. Yerlerden göklere kadar bütün varlıklar onun (asm) nuruyla iftihar etmektedirler.2
Eğer o nur olmazsa kâinatın da, insanın da, hatta her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, böyle güzel ve eşsiz bir kâinata, böyle eşsiz bir Zatın (asm) lâzım olduğunu kaydeder. “Yoksa kâinat da, eflâk da olmamalıdır” der.3
Bedîüzzaman Hazretlerine göre, zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkatı mutlak fenaya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, Cennete, ulvî vazifeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umumî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine uyarak, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umumî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî O'nun (asm) niyâzına iştirâk edip hal diliyle, “Oh! Evet, Ya Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” derler. Duâsına ve niyazına bütün mevcûdât, semâvât ve hatta arş vecde gelip, “Âmin! Allâhümme Âmin!” derler.4
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşerî hayatı ile, Allah’ın lütfu ile yükselen mânevî şahsiyetini, tavus kuşunun yumurtası ile göklerde uçan tâvus kuşu arasında kurduğu bir nisbet ile açıklayan Bedîüzzaman Hazretleri; Tâvus kuşu gibi güzel bir kuşun yumurtadan çıkıp olgunlaştığını, semâlarda uçmaya başladığını; güzelliği ile şöhret kazandıktan sonra, birisi çıkıp da yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini ararsa haksızlık yapmış olacağını; kezâ, Peygamber Efendimizin (asm) tarihlerce kaydedilen hayatının da bir çekirdekten ibâret ve beşeriyet şartları içerisinde geçtiğini, uzaktan yüzeysel bir nazarla onun hayatına bakan bir adamın, onun mânevî kişiliğinin değerini anlayamayacağını; fakat onun beşerî hayatına ve görünen hallerine ince bir kışır ve nâzik bir kabuk nazarıyla bakıldığı takdirde, o kışır içerisinden iki âlemin güneşinin ve Tûbâ ağacı gibi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, feyz-i İlâhî ile sulanmış, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül etmiş olan hakîkî çehresinin çıktığının görüleceğini kaydeder. Bir zerrenin ışığa kaynaklık edemeyeceğini, ancak o zerrenin mânâ-yı harfi ile gökteki güneşin ışığına mazhar olabileceğini; binaenaleyh Peygamber Efendimizin de (asm) Rahman-ı Rahîm’in tecellilerine eşsiz bir şekilde mazhar bulunduğunu belirtir.5
Böyle bir rahmet müjdecisini, böyle bir rahmet habercisini, böyle bir rahmet Peygamberini insanlığın doğru tanıması, doğru okuması ve doğru kavraması bir zorunluluktur.
Bu vesileyle; Rahmet Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm) kutlu doğumunu tebrik eder, Rabb-i Rahîm’in ona indirdiği yüksek nurun ve rahmetin ışığıyla bütün insanlığı kuşatmasını, Rabb-i Rahîm’den niyaz ederim.
Dipnotlar: 1- Ankebût Sûresi: 48, 2- Sözler, s. 71,
3- Sözler, s. 215, 4- Sözler, s. 70, 218, 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 74
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Kutlu Doğum kutlarken yeniden doğmak! |
|
Peygamberimizin(a.s.m.) büyük cihad başlıyor dediği günden beri inanan insan hayatı cihad içinde yaşadığının farkında…
Bu, esas alınınca, “Dinde zorlama yoktur” hatırlatması için şu düşünülebilir.
Bizim için Allah’ın bir zorluk dilediği yoktur!
Bize emredilenler zorluk çıkarmak için değil, hayatın içindeki zorlukları kolaylaştırmak içindir… Din, anlaşılıp yaşandığı kadar, dinde bir zorlama olmadığı fark edilir. “Dinde zorlama yoktur” hakîkati, anlamını böyle bulduğunda ; insanın kişisel gelişiminde ve sosyal hayatında kendisine yol aldıracak etkili bir bilinç olarak yine kendisine geri dönecektir.
İşte bu bilinç kişinin, kimseye tahakküm etme hakkının ve yetkisinin olmadığını hissettirir. Hissetmişliğimizle ilk önce kendimizden sorumlu ve kendi nefsimizle cihad içinde olduğumuzu hatırlar ve “büyük cihad”ı yaşarız...
Cihadın sadece topla tüfekle yapıldığının zannedilmesinin aksine, geniş bir düşünüşle insanın okuduğu-yazdığı her satır, Allah için harcadığı her kuruş, Allah için attığı her adım, tuttuğu her el, yol üzerinden kaldırdığı her taş, gülümsediği her an, v.b, cihad kapsamına girmektedir. Dahası, Allah rızasına ulaşmak için yaratıldığını bilen ve bu uğurda yaşayarak mücadele eden insanın her hali cihad sayılır. Son nefese kadar devam edecek bu cihad anlayışının, insanın şahsî kemalâta ulaşmasında tek gerçek olduğu kabul edilmelidir.
“Kişisel gelişime” ulaşmak için yüzlerce sayfa yazılmış kitaplar var. Ebleh olmaktan kurtulup kişiliğimizi geliştirmek içinse 1. Sözde dikkat çekilen iki satırcık söz var.. “Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen Allah namına ver, Allah namına al; Allah namına işle, vesselâm.” Tevhidi anlama ve yaşama yolculuğunda Allah namına olmak ve yeniden doğmaktan başka çare mi var? Aranan çare, Peygamberimizin (a.s.m.) hayatından sayısız örneklerle karşımızda duruyor...
Kendisine eziyetle muamele eden Taif halkının yanından döndüğünde, eli yüzü kanlar için olan Peygamberimizin (a.s.m.) şikâyeti, sadece Allah’ına olmuştu. Horlanması, incinmesi yaralanması halindeyken kimseye hor bakmamış, kızmamış, aşağılamamıştır. Gayet olumlu davranmıştır. Kırılan kalbini teselli için intikam almak yolunu seçmemiştir. Rabbisinden onlar için bağışlanma ve hidayet dilemiştir…
O, yaptığının, insanî bir vazife olduğunun bilinciyle yaşamış….
Düşenin, yaralananın elini hiç bırakmamış…
Kimseyi hor görüp dışlamamış…
Kadın-erkek ayrımı yapmamış. Kadına hakkettiği yeri vererek erkeğin önce kendine sonra kadına yaptığı zulme engel olmuş.
Herkesi kuşatarak insanlık örneğini sergilemiş. Bunun içindir ki düşmanlarını bile kendine hayran bırakmış…
* * *
O, her an, her zaman daima, yeniden yeniden doğmaktadır…
O, hep yaşamaktadır… O her an aramızdadır…
O, sadece insanlığa değil, âlemlere Rahmet olarak gönderilmişti…
O her an, her birimizin âlemine hiç durmadan yeniden yeniden doğmaktadır…
O, rahmet olup yağmaktadır!
İyi ki doğdun Peygamberim!
20.04.2008
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
Ölümü hatırlatanlardan korkalım mı? |
|
Ölüm gerçeği, insanların başında dolaşıp duran bir kuş gibidir. Ölüm hakikatini kavrayamayan insanlar, hem ölümü inkâr edemez, hem de bu gerçeğin hatırlatılmasını istemezler.
“Ölüm”ü hatırlatan bir filmin, bir lisede gösterilmesi üzerine yeni bir tartışma başlatıldı. Bazı gazeteler bu filmin bir okulda—yardımcı ders materyalı gibi—gösterilmesine en yüksek perdeden itiraz ediyorlar. İtirazlar, ‘teknik’ anlamda bir noktaya kadar haklı olabilir, ama öğrencilerin bu filmden ‘korktuğu’ ve ‘bazılarında davranış bozukluğu” görüldüğü tesbiti pek de inandırıcı gelmiyor.
“Din dersinde kâbus” başlığıyla sunulan habere göre Gaziantep’de bir lisede; “Rabbim Geri Döndür” adlı VCD filmi gösterilmiş. “Din dersi” öğretmeni, filmin bir öğrenci tarafından getirildiğini ifade ile konuyu izah etmiş. Gazete, haberin ‘özet’inde şu bilgilere yer vermiş: “Öğrencilere ‘namaz kılmayan bir gencin başına geleceklerin anlatıldığı, Azrail ve ölüm konulu’ şiddet içeren VCD izletildi. Arapça seslendirmeli Türkçe alt yazılı (...) VCD’yi izleyen öğrencilerden bazılarında davranış bozukluğu görülürken velilerin şikâyeti üzerine soruşturma başlatıldı.” (Hürriyet, 19 Nisan 2008)
Tekrar etmekte fayda var: Sözkonusu filmin muhtevasını bilmiyoruz. İddiâ edildiği gibi ‘şiddet’ içeriyor da olabilir. Ancak haberin sunumu, art niyet olduğunu da akla getiriyor.
Bir defa içinde ‘Azrail’ ve ‘ölüm’ konusu var diye, herhangi bir filmi ‘şiddet içeriyor’ diyerek itham etmek mantıklı görünmüyor. Yine gazetenin sayfalarını süsleyen film karelerine bakınca da öyle ahım_şahım bir ‘şiddet’i görmek mümkün olmuyor. Yine haberde vurgulanan “Arapça seslendirmeli Türkçe alt yazılı” vurgusu da hâdiseyi başka noktalara çekme niyetinin ipuçlarını veriyor.
Sözkonusu filmin muhtevasını bilmediğimiz için ‘savunma’mız ya da ‘eleştirmemiz’ mümkün değil. Ama medyanın hadiseye bu şekilde yaklaşmasını da iyi niyetle telif edemiyoruz. Hele hele, internet çağının gençlerinin böyle bir filmden ‘korkması, bunalıma girmesi, bu sebeple davranış bozuklukları göstermesi’ pek mantıklı gelmiyor. Vizyona giren bazı filmler (Barda ve Musallat v.b.) baştan sona şiddet içeriyor ve maalesef gençlerimiz bunları ‘peynir-ekmek’ gibi alıyor, izliyor! İnsanların işkence gördüğü, yaralandığı ya da öldürüldüğü filmlere ‘şiddet içeriyor’ diyerek karşı çıkmayanların; sırf ‘ölüm’den bahsediyor diye bir filme karşı çıkması doğru mudur?
“Ölüm”ü hatırlattığı için geçmişte bazı ‘aydın’ların bile Zincirlikuyu Mezarlığının girişinde yazılan ‘âyet’e karşı çıktıklarını bildiğimiz için bunları ifade etmeye çalıştık. Yoksa, teknik ve muhtevâ olarak ‘ölüm’ü ve ‘ahiret hayatı’nı doğru dürüst anlatamayan, insanları ikna edemeyen, faydadan çok zarar veren her türlü filme ve benzeri çalışmalara biz de itiraz ederiz.
Eğer sırf ‘ölüm’ü anlatıyor diye bir çalışmaya karşı çıkılıyorsa yanlıştır. Çünkü ‘ölüm’ün hatırlatılması insanları ‘kötülük’lerden alıkoyar. Ölümden korkmak, insânî bir tavırdır. Asıl ‘ölüm’den korkmayanlardan korkmak lâzım!
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|