Dün sabah saatlerinde Fatih Belediyesinin Topkapı'daki tesislerindeydik. Oraya Deniz Feneri Derneğinin dâvetlisi olarak gittik.
Dernek ve belediye yetkililerinin de iştirak ettiği bu toplantının maksadı, "1001 Dilek, 1001 Çocuk" programı çerçevesinde Türkiye ve dünya çocuklarıyla görüşmek, onlarla kaynaşmak ve türlü dileklerini duyarlı insanlara yansıtmaktı. Türkiye'den ve dünyanın muhtelif ülkelerinden gelmiş onlarca çocuğu birarada görmenin, onlarla konuşup halleşmenin bahtiyarlığını yaşadık.
Bu arada, ailesinin bir kısmı halen Doğu Türkistan'da oturan Ahat isminde Uygur asıllı bir kardeşimizle de tanışma ve uzun uzun sohbet etme fırsatını bulduk.
Kimlik bilgilerini tam olarak veremeyeceğimiz bu kardeşimiz öyle şeyler anlattı ki, inanın tüylerimiz diken diken oldu. Bilhassa, Çin hükümetinin Uygur asıllı kadınlara yönelik uyguladığı şiddetli baskı ve işkence yöntemlerini anlatırken, kelimelerin adeta boğazımıza dizildiğini, boğum boğum olduğunu fark ettik. Sohbetimizi ancak yutkuna yutkuna sürdürebildik.
Bu hale, bizimle aynı masayı paylaşan yetkililer ve ilgililer de şahit oldu.
Toplantının ardından çıkıp gazete merkezine geldiğimizde ise, yine aynı konuyla ilgili olarak Mazlumder tarafından yapılan bir açıklamanın tesiriyle sarsıldık. Yer darlığı sebebiyle, bugün Mazlumder'in, yarın da Ahat kardeşimizin birbirini teyid eden açıklamalarını sizlere yansıtmaya çalışalım.
Mazlumderin açıklaması şöyle: "Çin yönetimi, 1949'dan beri Doğu Türkistan halkına uyguladığı zulüm ve baskı politikası şiddetlenerek devam ediyor... Son olarak, 23 Mart 2008'de bu gayr–ı insanî uygulamalarını protesto etmek için yapılan yürüyüşe katıldıkları gerekçesiyle 600 kadar Uygur kadını gözaltına alınmış ve âdil yargılama haklarından mahrum bir şekilde hapsedilmişlerdir. Türlü işkencelere mâruz kalan bu kadınlara yönelik olarak, yargısız infazlar yapılıyor. Çin yönetimini, insan haklarına aykırı bu baskıcı politikalarından vazgeçmeye dâvet ediyoruz."
Durum hakikaten vahim. Üstelik bu vahâmet, sadece bir gün içinde yapılan zulmün bilânçosunu gösteriyor. Çin'de halen 2000'den fazla tutuklu, ancak âkıbeti meçhûl Müslüman Uygur kadını var.
Tarihin yorumu
İstanbul'da hakimiyet militerindir
İstanbul'da 13 Nisan'da (1909) yaşanan "31 Mart Vak'ası"nı bahane ederek Selanik'te teşkil edilen Hareket Ordusu, on gün sonra, yani 23 Nisan günü İstanbul'a girdi. Yol boyunca herhangi bir mukavemet görmedi. Hükümet merkezi olan İstanbul'da yönetime el koydu. Aynı anda sıkıyönetim ilân edildi.
Sözde "Padişah'ı korumak" için sağdan soldan asker toplayan bu derme–çatma ordunun ilk komutanı, aynı zamanda bir "Selanik dönmesi" olan Hüseyin Hüsnü Paşadır. Ne var ki, bu başkomutanlık görüntüsü İstanbul hududunda değişir. Hüsnü Paşa geri plâna çekilir, onun yerine hem Türk, hem de Müslüman olarak bilinen Mahmut Şevket Paşa getirtilir.
Bu tarz kamufle oyunlarına rağmen, Hareket Ordusunun ismi, halkın ve dikkat sahiplerinin nazarında "Selanikliler Ordusu"dur. Zira, bu tuhaf ordunun hem komuta kademesinde, hem de bütün kilit noktalarında görevlendirilenlerin tamamına yakını Selanikli'dir. Bunlar, aynı zamanda dönmedir, Sabetaycıdır.
Meselâ, bunların arasında yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığına kadar yükselecek olan Salih Omurtak (1946–50 dönemi) ve M. Nuri Yamut (1950–54 dönemi) gibi şahıslar var. Ayrıca, bilhassa 1924'ten sonra orduda yükselen veya mebus olarak Meclis'e girenler ile bunların arasında bakanlık yapan veya bürokrasinin en üst kademelerinde yıllarca görev alanların pekçoğu, köken itibariyle yine Selanikli'dir. Bu tablo ve gidişat 1950'den sonra kısmen değiştiyse de, darbelerin ardından yine eski vaziyetin muhafazasına çalışıldı.
Önemli bir başka nokta da şudur: 27 Nisan 1909'da Sultan Abdülhamid hakkında Meclis'ten "Hall (tahttan indirme) kararı" çıkarttıran Talat Bey ile bu kararı tebliğ için Saray'a giden heyetin başkanı Yahudi Emanuel Karasso da Selanik kökenlidir.
Bütün bunlardan çıkan netice şudur: 1909 Nisan'ına kadar Osmanlı Hanedanının elinde olan ülkenin doğrudan idaresi, bu tarihten sonra tebdil olunarak yerini Selaniklilerin gizli idaresine terk edilmiş oldu. 1924'de kadar Osmanlıların, o tarihten sonra da umum Müslüman Türklerin nisbeten gölgede kaldığı bu gizli yönetim, ülke genelindeki otoritesini halen devam ettiriyor.
Siz bakmayın Meclis kürsüsünün tepesinde asılı duran "Hakimiyet milletindir" serlevhasına...
Esasında tâ 1909'un 23 Nisan'ında "Hakimiyet militerin" olmuş ve tam yüz yıllık zamandır yaşanan bunca demokratik gelişmelere rağmen, o hakimiyet tamamiyle milletin eline henüz geçebilmiş değildir. Bakalım, gerçek mânâsıyla ne zaman "hakimiyet milletin" olacak...
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|