|
|
|
|
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kutlu Doğum ve 23 Nisan |
|
Aslında Peygamber Efendimizin (a.s.m.) doğum günü, kamerî takvime göre Rebîül-evvel ayının 12’sidir. Ve bu yıldönümü Mevlid Kandili olarak kutlanırken, diğer mübarek geceler gibi, milâdî takvime göre her sene on bir gün öne gelerek yılın bütün mevsimlerini dolaşır. Bilindiği gibi, bu yılın Mevlid Kandilini geçtiğimiz 19 Mart gecesi idrak ettik.
Ama son yıllarda, bu müstesna yıldönümünü milâdî takvime göre de kutlama geleneği yerleşti. Diyanet’in başlattığı bu güzel gelenek, Peygamberimizin dünyaya teşrif ettiği 20 Nisan’ı başlangıç alan bir hafta olarak organize edildi.
Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde düzenlenen etkinlikler kısa zamanda topluma mal oldu ve Diyanet’in ötesinde, değişik sivil toplum kuruluşları da aktif şekilde kutlamalara katıldılar.
Ne var ki, Müslüman bir milletin kendi Peygamberine duyduğu derin sevgi ve bağlılığı izhar etme vesilesi olarak bu etkinlikler memnuniyetle—veya en azından saygıyla—karşılanması gerekirken, birilerini fena halde rahatsız etti.
Bu rahatsızlığın geçen yıl 27 Nisan gecesi açığa vurulduğu yerin Genelkurmay internet sitesi olması ise ayrı bir hicran ve üzüntü sebebi oldu.
Gösterilen gerekçe, Kutlu Doğum etkinliklerinin, aynı günlere rastlayan 23 Nisan kutlamalarına alternatif haline getirilip, böylece 23 Nisan’ın gölgede bırakıldığı gibi tuhaf bir iddia idi.
Oysa bu iddianın hiçbir aslı esası yoktu.
Herşeyden önce, 23 Nisan’ın Millî Egemenlik Bayramı olarak ilânına dayanak oluşturan Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1920’de o günkü açılışının nasıl bir atmosferde gerçekleştiği hatırlanırsa, Kutlu Doğum etkinliklerinin 28 Nisan’ı gölgelemek bir yana, tam tersine Meclisin temeline atılan ilk harçla tam bir uyum arz ettiği ve o mânâlarla tamamen bütünleştiği görülür.
TBMM’nin açılış günü, mübarekiyetinden istifade için özellikle Cuma’ya tevafuk ettirilmiş; M. Kemal imzalı bir yazıyla, üç gün öncesinden itibaren en ücra köyler ve en küçük askerî kıtalar dahil, vatanın her köşesinde hatimler indirilmesi, Buharî-i Şerifler okunması, minarelerden salâvat-ı şerifeler tilâvet edilmesi istenmişti.
Ve 23 Nisan Cuma günü de Hacıbayram Camiinde Cuma namazı öncesinde mevlid okunmuş, namazdan sonra hep birlikte Birinci Meclis binasına gidilmiş; milletvekillerinin, askerlerin ve halkın katıldığı bir merasimle kurbanlar kesilip dualar edilerek açılış gerçekleştirilmişti.
Bediüzzaman’ın “milletin kalbi” olarak nitelediği TBMM’nin hizmete giriş serencamındaki bu manevî atmosferi bilâhare unutturup, 23 Nisan’ı bu mânâlardan kopararak işi tamamen laik bir çerçeveye oturtanların, Kutlu Doğum etkinliklerinden rahatsız olmaları normal sayılabilir.
Ama bu telâkkînin tarihî gerçeklerle de, milletimizin büyük ekseriyetinin düşünce tarzı ve hissiyatıyla da, “Peygamber ocağı” gözüyle bakılan ordunun şahs-ı manevîsinde mündemiç maneviyat iklimiyle de bağdaştırılması imkânsız.
Hatırlanacağı gibi, 27 Nisan muhtırasına gösterilen tepkilerde öne çıkarılan nokta, daha ziyade, bu muhtıra ile demokrasinin yeni bir müdahaleye daha maruz bırakılmış olduğu hususu idi.
Ve işin bu ciheti elbette önemliydi. Ama bu müdahale yapılırken Kutlu Doğum etkinliklerini dahi irtica sayan bir anlayışa yaslanılıyor olması, çok daha vahim bir zihniyeti ortaya koyuyordu.
Kız çocuklarının tesettürlü kıyafetlerini diline dolayıp, Peygamberimizin anıldığı toplantılarda neden Atatürk’ün resminin bulunmadığını sorgulayan bir zihniyetle Türkiye nereye gidebilir?
Dindarları irtica ile suçlarken, kendi bağnazlığını, 23 Nisan’ı Kutlu Doğumdan koparacak ve milletin giderek artan bir ilgi ve heyecanla Çanakkale destanına sahip çıkmasını dahi “Çanakkale’yi mürteciler işgal ediyor” hezeyanı üretecek boyutlara taşıyabilen çarpık zihniyet, aslında bu yaptıklarıyla kendi sonunu çabuklaştırıyor.
Bazı “sadîk-ı ahmak”lar araya girmese...
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (asm) |
|
Sevgili Peygamberimizin (asm) hayatını anlatan binlerce kitap yazılmıştır. Onun doğumu ile vefâtı arasında geçen altmış üç senelik mübârek ömr-ü saadetleri, Müslümanlar için sayısız ibretli vak’alarla doludur. Bu hususta emek sarf edip eserler telif eden zatlardan Allah razı olsun ve bol hayırlar ihsan etsin.
Asrımızın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri de, Peygamber Efendimizi (asm) anlatmış, ancak, kronolojik bir yol takip ederek onun beşeriyet cihetini nazara vermekten ziyade, şahsiyet-i mânevîsini ön plâna çıkarmış ve Allah katındaki erişilmez makâmını nazara vererek, mü’minlerin ona olan muhabbet ve hürmetini alabildiğine arttırmıştır.
Yaklaşık 15 veya 20 milyar yıl önce bu kâinat yoktu. Her şey sıfır noktasındaydı. Sadece kâinatı yoktan var eden Allah’ın zâtı vardı. Varlığı ezelî ve ebedî olan Cenâb-ı Hak, sonsuz gayeler için kâinatı yaratmayı irâde etti. “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi, tanınmaklığımı istedim. Mâhlukatı yarattım, tâ onlarda mânevî cemâli göreyim” kudsî hadisiyle, takip ettiği maksatların özetini nazara verdi. Bin bir Esmâ-i Hüsnâsının nihayetsiz tecellîlerinin nihayetsiz güzelliklerini mahlûkat aynalarında hem bizzat görmek, hem de melek, cin ve insanlar gibi şuûrlu mahlûkâtına göstermek istediği anlaşılan Cenâb-ı Hak, bu muhteşem kâinatı daha nice gayeler için icat ve inşâ etti.
“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadisinden anlaşıldığına göre, yoktan var edilen ilk hakikat, Hazret-i Muhammed’in (asm) nûrudur. Bu hadise dayanarak, kâinatı büyük bir kitaba benzeten Bediüzzaman, “Nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir” der.
Kâinatın ilk maddesini o nurdan yaratan Cenâb-ı Hak, dev bir kozmik çorbayı andıran o maddeyi, isimleriyle tecellî edip ikiye ayırdı. Bir kısmını buhar, diğer kısmını sıvı hâle getirdi. Buhar kısmından yedi kat gökleri bina ederek, tohumlar gibi yıldızları içine serpti. Sıvı kısmını da köpüğe dönüştürerek, dünyamızla birlikte yedi küreyi halk etti. Bu şirin dünyamızı da, cin ve insanlar için bir imtihan meydanı yaptı. Vahiy meleği Hz. Cebrail (as) vâsıtasıyla semâvî kitaplar gönderdi ve onları tebliğ eden peygamberler tayin ederek emir ve yasaklarını teklif etti. Bütün peygamberler bu vazifelerini yerine getirdi. Ancak, insanlar iki gruba ayrıldı. Bir kısmı iman edip emir ve yasaklara boyun eğerek imtihanı kazandıkları halde, diğer kısmı inkâr ve isyanları yüzünden imtihanlarını kaybettiler. Ehl-i iman olup gereğini yapanlar cennet ve ebedî saâdete namzet olurken, inkârcılar ebedî azap ve cehenneme müstehak oldular.
Peygamberler içinde son nebî Hazret-i Muhammed’in (asm) farklı bir yeri ve değeri vardı. Allah (cc) onun için “Ey Habibim! Sen olmasaydın, seni yaratmayacak olsaydım; eflâkı ve âlemleri yaratmazdım” buyuruyordu. Kâinat, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştı. O olmasaydı, hiçbir şey vücuda gelmeyecekti. Çünkü, Allah’ın kâinatı yaratmasındaki İlâhî maksat ve gayeler, ancak onun vücudu ve açıklamalarıyla bilinir. Bu mânâyı îzah için Bediüzzaman “Anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibâret kalır” demektedir. Bu îtibarla, Hazret-i Muhammed’in (asm) vücudu, bu kâinat sarayının îcadına vesile olduğu gibi, insanların onun tâlimat ve tebligatını dinleyip amel etmeleri, kâinatın vücudunun devamına sebeptir. Elbette yeryüzünde onu dinleyip iman etmiş kimse kalmadığı zaman, Kâinatın Sahibi kıyametle onu harap edecek ve dünya hayatının hesabını görmek üzere âhiret şeklinde tekrar yaratıp, herkesi lâyık ve müstahak olduğu yere gönderecektir.
Hazret-i Muhammed (asm) öyle bir peygamberdir ki, sadece onun beşerî ahvâli anlatılarak gerçek makamı anlaşılamaz. O, bir parmağının işaretiyle ayı ikiye ayıran, on parmağından on musluklu bir çeşme gibi su akıtıp susuz kalmış ordusuna içiren, iki kişilik yemekle yüz seksen kişiyi doyuran, beş bin melekle Bedir Muharebesinde desteklenen ve Hz. Cebrail’in (as) cennetten getirdiği Buraka binerek, onun refâkatinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, oradan yedi kat gökleri geçip Hz. Cebrail’i de (as) geride bırakarak Sidretü’l-Müntehada, Kâb-ı Kavseyn makâmında, Ezel ve Ebed Sultanı olan Âlemlerin Rabbiyle görüşen yüce peygamberdir. Mahşer günü, duâsı kabul edilen ve şefaat-ı uzma sahibi olandır.
Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle her tarafta olduğu gibi, Düzce ilinde, Yeni Asya Seminer Salonunda bir saat boyunca Kâinatın Efendisinin mânevî şahsiyetini anlatmaya çalıştık. Emeği geçen herkesi tebrik ederken, o Kutlu Nebînin şefaatına nâil olmamızı Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz.
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İkinci büyük sevgi: Peygamber sevgisi |
|
Niçin Allah’tan sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (asm) severiz?
Mesnevî-i Nuriye’de denilir ki: “Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebîr [büyük âlem] bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî, hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyât-ı cemaliyesiyle, âsâr-ı san'atını hâvî olan o yüksek saraya nazır ve münadî ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor, o sarayda bulunan bütün antika san'atları, harikaları ve mucizeleri tarif ediyor, halkı o saray sahibine, Saniine iman etmek üzere cazibedâr, hayretefza davet ediyor.”1
Peygamberimizin (asm) kâinattaki yeri, önemi ve büyüklüğünü anlatmaya bu satırlar yetmez mi? El yazma bir kitabın kalemsiz yazıldığı görülmüş müdür? Çekirdeksiz bir ağaç hiç mümkün mü? Meyve isteyen, meyvesiz bir ağacı diker mi? Aklı olmazsa insan neye yarar? Bülbülü olmayan bir Cennet bahçesi eksik olmaz mı? Antika san'at eserleriyle donatılmış bir sarayın teşrifatçısı, tanıtıcısı olmazsa ne kıymeti olur?
Birisi bizi sıkıntıdan kurtarsa ne kadar sevinir, minnettar oluruz. Ölümden kurtarsa sevgi ve saygımıza sınır olmaz. Dünyaya gelmemize vesile olan anne-babamızı ne kadar çok seviyoruz. Bizi yoktan yaratıp insanlık tahtına oturtan Rabbimizi ise her şeyden çok severiz.
Ya bizim, yerlerin, göklerin, bütün kâinatın yaratılmasına, sayısız nimetlerle beslenip büyütülmemize ve her nefes alış verişte iki defa ölümden kurtulmamıza vesile olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (asm), Alllah’tan sonra da en çok onu severiz.
Nasıl sevmeyiz ki? Allah onun hakkında, “Sen olmasaydın yerleri, gökleri, kâinatı yaratmazdım”2 buyurmuştur.
Nasıl sevmeyiz ki, bizim ve hayatımızın devamı için gerekli olan her şeyin, bütün sevdiklerimizin varlık sebebi odur. Allah bile ona “Habibim=Sevgilim” diye hitap etmiştir.
İmanın da gereği bu. Zaten Peygamberimiz de bir hadis-i şeriflerinde buna dikkat çekip: “Hiçbir kul, beni eşinden, çoluğundan çocuğundan, malından mülkünden daha çok sevmedikçe tam iman etmiş olmaz”3 buyurmuşlar, “Kimde üç haslet bulunursa, o kimse imanın lezzetini almış olur: 1) Sevdiğini ancak Allah için sevmek, 2) Allah ve Resûlünü her şeyden daha çok sevmek, 3) Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre düşmekten ateşe atılacakmışcasına nefret etmek”4 hadis-i şeriflerinde de bunu özellikle vurgulamışlardır.
Evet, Peygamberimizi (asm) sevmek zorundayız.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 99-100.
2- Keşfü’l-Hafa,
3- Müslim, iman: 69; Buharî, İman: 14.
4- Buharî, İman: 16; Neseî, iman: 2; Müslim, iman: 68.
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Dünya çapında meşveret, şûrâ: Hac |
|
Hac, Arafat’ta bir miktar durmak ve Kâbe’yi usûlü üzere tavaf etmektir. Haccın, hak ve hürriyetlere bakan cephesini ise, maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz:
Hac meşakkattir. Meşakkat, sahip olunan değerlerin kıymetini âdeta ruhlara kazır. Emek verilerek, zor şartlarda kazanılan şeylerin değeri daha büyük olur ve bunlar zevkle korunur.
Hac, bir sabır eğitimidir. Kâbe yollarına düşen bir insan, yolculukta binbir meşakkat ve zahmetlerle karşılaşır. Fıtratları, huyları, mizaçları, kültürleri, iklimleri, dilleri, mezhepleri, meşrepleri, meslekleri ayrı ayrı insanlarla yolculuk eder. Sabır eğitimini alarak memleketine dönen bir insan, dâvâsı ve insanlık için, önündeki engelleri aşmaya, problemleri çözmeye adaydır. Değişik ahlâk ve huydaki insanlarla omuz omuza gelmeye, beraber çalışmaya hazırdır.
Hac, insana her canlının hayat hakkına saygı göstermeyi de öğretir, şiddet duygularını törpüler. Çünkü, ihramlı iken saç sakal traşı olmak, vücudundan bir kıl dahi koparmak, tırnak kesmek, av hayvanlarını öldürmek, hatta avcıya hedef göstermek, yeşillikleri koparmak yasaktır. Cinsî münasebette bulunmak, hattâ şehvet muhtevâlı konuşmalar yapmaktan da men edilmiş hacı adayları. Bu düşünce, emir ve nehiylerle yoğrulan bir insan herkesin hayat hakkına saygı göstermez mi?
Hac aynı zamanda kültür alış verişidir. Müslümanlar, memleketlerinden kalkıp, pek çok belde, bölge, iklim, coğrafya, insan ve kültürlerle karşılaşırlar. Onlardan bir şeyler alırken, bir şeyler de verirler. Güzel âdetleri, örfleri, gelenekleri, yeni yeni icâd ve keşifleri, güzel uygulamaları görürler; güzellikleri tesbit ederler. Memleketlerine döndüklerinde onları hem anlatırlar, hem de tatbiki mümkün olanlarını icraat safhasına koyarlar. Malezya ve Endonezya’dan gelen nazik ve nazenin hacı adaylarını gören insanların, hiç onların bu nezaket ve nezahetlerinden bahsetmemesi mümkün mü?
Hac, dünya çapında bir kongre, bir şûra, bir meşveret, bir meclis-i nûrânîdir. Çünkü, dünyanın muhtelif yerlerinden, yüz binlerce insan, idâreciler, eğitimciler, âlimler, fikir adamları, san'atkârlar, tüccarlar, zenginler, dirâyetli kişiler, meşakkat ve problemlere tahammül edebilenler bir araya gelir. Hac boyunca, birbirleriyle, bazan husûsî, bazan umumî mahfillerde, mekânlarda karşılaşır, birbirleriyle fikir alış verişinde bulunurlar. Hacc fikrî, ilmî, iktisâdî, ekonomik, siyâsî her türlü meşvereti ihtivâ eder. Özellikle hac tanışmak, fikir birliğine varmak, yardımlaşmak, işbirliği yapmaktır.
Hac; ilmî, fikrî, nefsî, sosyal bir cihaddır, bir eğitimdir.
Hac, insanı âdetâ melekleştirir. Allah’tan daima af, mağfiret ve merhamet dileyen, nefsî arzularını sıcak-soğuk, eza ve cefa ile sindiren bir mü’min, affetmeyi, merhamet etmeyi öğrenir ve melekleşir.
Hac yoluna düşen bir hacı adayı şunu görür, düşünür, konuşur, meşveret eder: Bu mübarek beldelerde, Hz. Âdem’den başlayıp, âhirzaman peygamberi Hz. Muhammed’e kadar (asm) gelip geçen 124 bin enbiyanın, 124 milyon evliyanın, 100 bini aşkın Sahâbînin iyilik ve güzellik uğruna vermiş olduğu mücâdelelerin hâtıraları vardır. Zâlim ve haksızlara karşı direnmeleri vardır, insanları hak yola dâvet etme kavgası vardır. Bütün bu hâtıralar, hacının dünyasında tekrar tazelenir, canlanır, pekişir.
23.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Uygur kadınlara Çin işkencesi (1) |
|
Dün sabah saatlerinde Fatih Belediyesinin Topkapı'daki tesislerindeydik. Oraya Deniz Feneri Derneğinin dâvetlisi olarak gittik.
Dernek ve belediye yetkililerinin de iştirak ettiği bu toplantının maksadı, "1001 Dilek, 1001 Çocuk" programı çerçevesinde Türkiye ve dünya çocuklarıyla görüşmek, onlarla kaynaşmak ve türlü dileklerini duyarlı insanlara yansıtmaktı. Türkiye'den ve dünyanın muhtelif ülkelerinden gelmiş onlarca çocuğu birarada görmenin, onlarla konuşup halleşmenin bahtiyarlığını yaşadık.
Bu arada, ailesinin bir kısmı halen Doğu Türkistan'da oturan Ahat isminde Uygur asıllı bir kardeşimizle de tanışma ve uzun uzun sohbet etme fırsatını bulduk.
Kimlik bilgilerini tam olarak veremeyeceğimiz bu kardeşimiz öyle şeyler anlattı ki, inanın tüylerimiz diken diken oldu. Bilhassa, Çin hükümetinin Uygur asıllı kadınlara yönelik uyguladığı şiddetli baskı ve işkence yöntemlerini anlatırken, kelimelerin adeta boğazımıza dizildiğini, boğum boğum olduğunu fark ettik. Sohbetimizi ancak yutkuna yutkuna sürdürebildik.
Bu hale, bizimle aynı masayı paylaşan yetkililer ve ilgililer de şahit oldu.
Toplantının ardından çıkıp gazete merkezine geldiğimizde ise, yine aynı konuyla ilgili olarak Mazlumder tarafından yapılan bir açıklamanın tesiriyle sarsıldık. Yer darlığı sebebiyle, bugün Mazlumder'in, yarın da Ahat kardeşimizin birbirini teyid eden açıklamalarını sizlere yansıtmaya çalışalım.
Mazlumderin açıklaması şöyle: "Çin yönetimi, 1949'dan beri Doğu Türkistan halkına uyguladığı zulüm ve baskı politikası şiddetlenerek devam ediyor... Son olarak, 23 Mart 2008'de bu gayr–ı insanî uygulamalarını protesto etmek için yapılan yürüyüşe katıldıkları gerekçesiyle 600 kadar Uygur kadını gözaltına alınmış ve âdil yargılama haklarından mahrum bir şekilde hapsedilmişlerdir. Türlü işkencelere mâruz kalan bu kadınlara yönelik olarak, yargısız infazlar yapılıyor. Çin yönetimini, insan haklarına aykırı bu baskıcı politikalarından vazgeçmeye dâvet ediyoruz."
Durum hakikaten vahim. Üstelik bu vahâmet, sadece bir gün içinde yapılan zulmün bilânçosunu gösteriyor. Çin'de halen 2000'den fazla tutuklu, ancak âkıbeti meçhûl Müslüman Uygur kadını var.
Tarihin yorumu
İstanbul'da hakimiyet militerindir
İstanbul'da 13 Nisan'da (1909) yaşanan "31 Mart Vak'ası"nı bahane ederek Selanik'te teşkil edilen Hareket Ordusu, on gün sonra, yani 23 Nisan günü İstanbul'a girdi. Yol boyunca herhangi bir mukavemet görmedi. Hükümet merkezi olan İstanbul'da yönetime el koydu. Aynı anda sıkıyönetim ilân edildi.
Sözde "Padişah'ı korumak" için sağdan soldan asker toplayan bu derme–çatma ordunun ilk komutanı, aynı zamanda bir "Selanik dönmesi" olan Hüseyin Hüsnü Paşadır. Ne var ki, bu başkomutanlık görüntüsü İstanbul hududunda değişir. Hüsnü Paşa geri plâna çekilir, onun yerine hem Türk, hem de Müslüman olarak bilinen Mahmut Şevket Paşa getirtilir.
Bu tarz kamufle oyunlarına rağmen, Hareket Ordusunun ismi, halkın ve dikkat sahiplerinin nazarında "Selanikliler Ordusu"dur. Zira, bu tuhaf ordunun hem komuta kademesinde, hem de bütün kilit noktalarında görevlendirilenlerin tamamına yakını Selanikli'dir. Bunlar, aynı zamanda dönmedir, Sabetaycıdır.
Meselâ, bunların arasında yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığına kadar yükselecek olan Salih Omurtak (1946–50 dönemi) ve M. Nuri Yamut (1950–54 dönemi) gibi şahıslar var. Ayrıca, bilhassa 1924'ten sonra orduda yükselen veya mebus olarak Meclis'e girenler ile bunların arasında bakanlık yapan veya bürokrasinin en üst kademelerinde yıllarca görev alanların pekçoğu, köken itibariyle yine Selanikli'dir. Bu tablo ve gidişat 1950'den sonra kısmen değiştiyse de, darbelerin ardından yine eski vaziyetin muhafazasına çalışıldı.
Önemli bir başka nokta da şudur: 27 Nisan 1909'da Sultan Abdülhamid hakkında Meclis'ten "Hall (tahttan indirme) kararı" çıkarttıran Talat Bey ile bu kararı tebliğ için Saray'a giden heyetin başkanı Yahudi Emanuel Karasso da Selanik kökenlidir.
Bütün bunlardan çıkan netice şudur: 1909 Nisan'ına kadar Osmanlı Hanedanının elinde olan ülkenin doğrudan idaresi, bu tarihten sonra tebdil olunarak yerini Selaniklilerin gizli idaresine terk edilmiş oldu. 1924'de kadar Osmanlıların, o tarihten sonra da umum Müslüman Türklerin nisbeten gölgede kaldığı bu gizli yönetim, ülke genelindeki otoritesini halen devam ettiriyor.
Siz bakmayın Meclis kürsüsünün tepesinde asılı duran "Hakimiyet milletindir" serlevhasına...
Esasında tâ 1909'un 23 Nisan'ında "Hakimiyet militerin" olmuş ve tam yüz yıllık zamandır yaşanan bunca demokratik gelişmelere rağmen, o hakimiyet tamamiyle milletin eline henüz geçebilmiş değildir. Bakalım, gerçek mânâsıyla ne zaman "hakimiyet milletin" olacak...
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tecvidin hükmü üzerine |
|
Yozgat’tan Melisa Altın:
* “Kur’ân’ı tecvitli okumanın hükmü nedir? Bana âyetlerle cevap verin lütfen. Farz-ı kifayedir diyenler var; ne demektir farz-ı kifaye? Şimdi Kur’ân’ı okurken bazı tecvit kurallarını yapmayınca günah işlemiş mi oluyoruz? O zaman tecvidsiz kimse Kur’ân öğretmesin. Ben okurken bazılarını yapamıyorum. Bir arkadaşım farz olduğunu söylüyor. Farz değilse ona gösterebileceğim âyetler var mı?”
Tecvid, Kur’ân’ı okurken harflerin hakkını vermek, harfleri mahreç ve aslına uygun olarak okumak demektir.
Tecvid kuralları, Hazret-i Cebrail’in (as) Peygamber Efendimiz’e (asm) Kur’ân’ı nazil buyurduğu okuyuş ve harfleri çıkarış biçimidir.
Yani Cebrail (as), Kur’ân’ı ayet âyet indirirken nasıl okumuşsa, harflerin boğazdan çıkış biçimlerini nasıl göstermişse, harfleri hangi gırtlak, hançere, boğaz ve ağız sesi ile okumuşsa, Peygamber Efendimiz’e (asm) Kur’ân’ı vahy ederken nasıl kıraat etmişse, bütün bu okuyuş ve kıraat biçimleri Tecvid kuralları olarak tesbit edilmiş ve bir araya toplanmıştır. Yani “Tecvit” adı altında öğretilen okuyuş kuralları, Hazret-i Cebrail (as) tarafından Peygamber Efendimiz’e (asm) öğretilen okuyuş biçimlerinden ve kurallarından başka bir şey değildir.
Kur’ân’ın tecvid kuralları ile nazil olduğunu yine Kur’ân’dan öğreniyoruz.
Kur’ân buyuruyor ki:
“Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık. O’nu tertil üzere indirdik.”1 Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı tecvid üzere okumayı şöyle emrediyor: “Kur’ân’ı açık açık, tâne tâne, tertil ile oku.”2
Âyetlerde geçen tertilin ne olduğu sorulduğunda Hazret-i Ali (ra) şöyle cevap vermiştir:
“Tertil, harflerin tecvidini, sıfatlarını, okuyuş biçimlerini, mahreç özelliklerini ve vakıfları bilmek demektir.”
Tecvit ilmini derinliğine bilmek farz-ı kifayedir. Farz-ı kifayeye toplumsal farz denebilir. Bu tür farzlar, bir toplumda herkes üzerine sorumluluk getirmez. Farz-ı kifaye olan bir meseleyi bir takım kimselerin bilmesi ve uygulaması toplum için yeterlidir. Başka bir ifadeyle farz-ı kifaye, bir takım kimselerin bilip uygulaması ile toplumun sorumluluktan kurtulduğu, ama hiç kimsenin bilmemesi veya amel etmemesi halinde bütün toplumun sorumlu olduğu farzlardır. Cenaze namazı böyledir. Cenaze namazı kılmak farz-ı kifayedir. Cenaze namazını bir toplumda birkaç kişinin kılması toplumdan o sorumluluğun kalkması için yeterlidir. Ama hiç kimse kılmaz ve cenaze ortada kalırsa bütün toplum sorumlu olur. Tecvit ilmini derinliğine bilmek de böyledir.
Fakat tecvidi kural ve ayrıntılarıyla olmasa da, Kur’ân’ı hatasız okuyacak kadar bilmek her Müslüman için farzdır. Bu, bireysel farzdır. Bir Müslüman, tecvit kurallarının ayrıntılarını bilmese de, Kur’ân harflerinin okunuşlarını ve harflerin çıkışlarını tecvide uygun şekilde öğretmeli ve öğrenmelidir.
Şüphesiz Allah, hiç kimseye güç yetiremediği bir teklif yüklememiştir. Kişi, gerek dilindeki bir konuşma arızasından dolayı, gerekse kendisine öğretecek bir kimse veya imkân bulamamasından dolayı tecvidi öğrenmemişse Allah katında mazurdur, mesul değildir, affa uğrar. Bu durumda öğrendiği kadar, ya da güç yetirebildiği kadar bildikleriyle Kur’ân’ı okumasında kendisine bir günah yoktur. Bildikleriyle amel etmesi kişiye yeterlidir. Bilmedikleriyle amel etmek hiç kimseye farz değildir. Emin olmalıdır ki, kişi bildikleriyle amel ettikçe, Allah ona bilmediklerini öğretir.
Elinde öğrenme ve uygulama imkânı olduğu halde sırf ihmalkârlıktan dolayı öğrenmeyen veya öğrenip unutan, ya da öğrendiği halde Kur’ân’ı tecvit üzere okumayan kimse ise mesuldür.
Kur’ân’ı okurken tecvit kurallarının bazılarını yapamamakla kişi günahkâr olmaz. Eğer kelimeyi anlamını değiştirecek kadar bir bozukluk içinde okumuyorsa mesele değildir. Fakat bilmeyerek böyle kelime anlamını değiştirecek biçimde bir bozuk okuyuşla da okusa, ruhundaki Kur’ân aşkı hürmetine günahı affedilir.
Allah bildiklerimizle amel etmeyi, bilmediklerimizi öğrenmeyi cümlemize nasip etsin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Furkan Sûresi, 25/32
2- Müzemmil Sûresi, 73/4
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Beyaz Türkler, AK Türkler ve Kara Fatmalar |
|
Beyaz Türkler’in temsilcilerinden olan ve derin bağlantıların sahibi Mümtaz Soysal hoca, Brookings Enstitüsü’nde yapılan ‘Türkiye’nin Yeni Anayasal Krizi: Yargısal Bir Darbe mi?” panelinde konuşmuş. Diğer panelist Mustafa Akyol’dan öğrendiğimize göre burada ilginç konuşmalar da yapmış. Ezcümle aynen Kıvrıkoğlu’nun ‘28 Şubat süreci bin yıl sürecek’ sözlerinin sivil versiyonunu kullanmış. Türkiye’de Cumhuriyet ilkeleriyle (ki, savcının iddianamesi de bu doğrultuda) İslâmî değerler arasında bir çatışmanın yaşandığını ve bu çatışma çözülmeden de Türkiye’nin durulamayacağını söylemiş. ‘Bunun sona ermesi, ancak toplumun bütününün Cumhuriyet ilkelerini benimsemesiyle mümkün olur...” demiş. Elbette bunlar yabancısı olduğumuz fikirler değil. Ama Mümtaz hoca daha açık söylemiş. Mümtaz hoca İslâm’ın reformdan geçmediğini, dolayısıyla bu dünyayı düzenlemek istediğini, bu talep var olduğu müddetçe çatışmanın devam edeceğini sözlerine eklemiş. Bu işin bir yanı. Cumhuriyet değerleriyle çatışan değerler dediği unsurlardan birisi de şüphesiz başörtüsü. Mustafa Akyol, Nişantaşı ve Etiler gibi semtlerde başörtüsü takmanın neredeyse bir cesaret işi olduğunu ve başörtülü kadınlara Kara Fatma nazarıyla bakıldığını söyleyince, Mümtaz hoca ne yorum yapsa beğenirsiniz: “Biraz da öyle değil mi?” !!!
Evet Beyaz Türkler’in nazarında başörtüsü takan kadınlar öcü ve Kara Fatma. Ha unutmadan: Kara Fatma bir anlamda böcek sıfatlarından biridir de.
Bir diğer Beyaz Türk olan Onur Öymen de nedense Mümtaz hoca gibi konuşmuş. O da Washington’dan ses vermiş. Mümtaz hoca başörtülüleri Kara Fatma’larla karşılaştırırken Onur Öymen beyefendi de Nazilerin kahverengi gömleğiyle ve İtalyan faşistlerin kara gömleğiyle karşılaştırmış. Bunu geçmişte İkinci Dünya Savaşı yıllarında Mısırlı kimi partiler İhvan bağlamında yaparlar ve gençlerini faşist gençlere benzetirlerdi. Biz bu karşılaştırmayı başka yerlerden de hatırlıyoruz ya, neyse! Onlardan birisi de Celâl Şengör hocanın bu meyanda sarfettikleriydi. Keza hem Baykal hem de ilâhiyat lojistiği sağlayan Şahin Filiz de benzeri ifadeler kullanmıştı.
***
ABD’deki McClatchy grubundaki gazetelerde yer alan haberde, Öymen türbanı da, Alman Nazilerinin kahverengi gömleği ve İtalyan faşistlerinin kara gömleğiyle karşılaştırdı ve laikliğin Müslüman ülkedeki demokrasinin esas parçası olduğunu ileri sürdü. AKP’nin ılımlı İslâm’ı temsil ettiği yönündeki değerlendirmelere de katılmayan Onur Öymen “Ne demek ılımlı İslâm?” diye sorduktan sonra, “Light Coca Cola gibi veya yarım hamilelik gibi. Ya Kur’ân’ın kurallarına günlük hayatta, yargıda, eğitimde ve devlet yönetiminde uyarsın ya da uymazsın” diyor. Aslında ılımlı İslâm’ın İslâmı ehlileştirmek olduğu yönündeki sözlere de tahammül edemiyor. Zaten AKP’nin bu yönde ehlileştirmek ve terbiye edilmek için önünün açıldığını bilen Onur Öymen, demek ki bu yolun kapalı olduğunu düşünüyor ya da denemeyle fayda vermediğine inanıyor. Ahmet Çiğdem, Neşe Düzel’e Taraf gazetesinde, ılımlı İslâm’ı anlatmış. Katıksız bir Amerikan projesi olduğunu ifade eden Çiğdem bu proje ile alâkalı şu çarpıcı tespitlerde bulunmaktadır: “İnsanlar ılımlı İslâm’dan korkmamalılar. Zira ılımlı İslâm, biraz da korkanlar için oluşturulmuş bir şey. Sadece toplumdaki Müslümanlara yönelik bir politik proje değil bu. Türkiye’de yaşayan herkes için, sekülerleri de gözeterek hazırlanmış ‘Şeriat’ karşısında bir proje bu. Dünyada ılımlı İslâm’ın bir örneği yok. Batılı ülkelerin ise hepsi ılımlı Hıristiyan. Dinle politika ayrıldı orada...” Aslında ılımlı İslâm ile alâkalı ABD’de de iki tanım var. Birinci tanıma AKP, ikincisine de Mümtaz Soysal ve Onur Öymen’ler uyuyor. Daniel Pipes gibilerine göre Onur Öymen ve Mümtaz Soysal hoca ılımlı birer Müslüman. Richard Holbrooke gibilerine göre ise ılımlı Müslümanlara örnek AKP ile Malezya örneği. Yani teorisi olmayan omurgasız bir İslâm anlayışı. Dolayasıyla Mümtaz Hoca ve Öymen’lerin Amerikalılarla ılımlı İslâm kavgası literal bir kavga. Ilımlı İslam’ın her iki ucu da orada. Onlar illa Fransız tarzı istiyorlarsa o başka. Kendi keyifleri bilir.
***
Tam da bu noktada Beyaz Türkler’den sonra AK Türkler’in keşfine geliyoruz. Onlar da kendilerini bir defile ile dışa vurmuşlar. Defilede haremlik-selamlık ‘out’ olmuş. Kaynaşma ve ihtilat tabii ki ‘in’. Defileyi düzenleyen Tekbir Giyim’in sahibi Karaduman Almanya’dan manken ve stilistler transfer ettiklerini müjdelemiş. Yine de Abdullah Cevdet’ten usturuplu sayılır. O büsbütün damızlık peşindeydi. Akşam gazetesi birinci lige yani Beyaz Türkler’e rakip olsun diye bu nevzuhur kesime de Beyaz Müslümanlar adını yakıştırmış. Uyar... Kara Fatma’ya karşı Beyaz Müslüman tuttu bile. Önce namazlar eda edilmiş sonra da defile izlenmiş. İzleyenler arasında Converse’li, file çoraplı türbanlı genç kızlar da dikkati çekmiş. Beyaz Müslümanlar da artık defilelerle görücüye çıkıyorlar veya gövde gösterisi yapıyorlar. Bu mahallede de ‘özgür kadın’ tiplemesine uygun olarak sunumu yapılan 366 parçadan müteşekkil koleksiyona: “Özgür çiçekler ve özgür renkler’ adı verilmiş. Emine Erdoğan reddetse ve ‘ben Tekbir’den giyinmiyorum’ dese de önemli değil. Önemli olan hakikat değil algıdır yani reklamdır. Tekbir çaktırmadan AKP’nin moda kolu gibi çalışıyor ve onun adına kitleleri giydirmeye özen gösteriyor. Cumhurbaşkanı’nın Side sahillerinde eşiyle duruşu da bu kreasyonu süsler ve tamamlar nitelikte idi.
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
23 Nisan düşünceleri ve İstanbul siyaseti |
|
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 88. yılında, demokrasi ve bağımsızlığa yönelik tehditlere karşı yegâne çârenin yine millet irâdesinin üstünlüğü ve demokratik hukuk olduğu ortaya çıkıyor.
Cumhuriyet, hürriyet, demokrasi, insan haklarını İslâm ve Kur’ân nâmına alkışlayan Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve hadisteki “şura”, “meşveret” emriyle “meşrutiyet” dediği demokratik cumhuriyetin târifini yapar.
Büyük bir destek verdiği Kuva-i Milliye ve İstiklâl Harbi zaferinden sonra, altı bin küsur sahifelik, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur Külliyatında, sâdece iman ve Kur’ân hakikatlarını aklî ve mantikî delillerle izâhıyla kalmaz; Kur’ân’ın çağımıza bakan içtimaî reçeteleri de yazar. Eserlerinde, fikir hürriyeti ve istişârenin Kur’ânî bir hüküm olduğunu yine Kur’ân’a dayanarak ispatlar.
Demokrasinin mâhiyeti ve neticelerini; maddî ve mânevî kalkınmışlığın esaslarını ve çârelerini gösterir. Meşrutiyetin (demokrasi ve cumhuriyetin) zembereğinin (hareketi sağlayan güç kaynağının) efkâr-ı amme, yani kamuoyu denilen millet irâdesi olduğunu belirtir.
“Hürriyet-i kelâma (düşünce ve ifâde hürriyetine) serbestî vermenin” yine Kur’ân’ın hakikat ışığından iktibas edildiğini ifâde eder. Hürriyet ve meşveret ruhunu tehdit eden unsur ve sâiklerin yol açtığı zararları, millet irâdesinin hâkimiyetini, tepeden inme her türlü ihtilâlci zihniyetin yanlışlığına ve tehlikesine karşı, devlet – millet kaynaşmasının temel esaslarını izâh eder.
9 Kasım 1922’de mebusların takdir ve alkışları arasında “hoşâmedi merasimi (hoş geldin töreni)” ile karşılandığı ve kürsüye gelerek zafer ve Anadolu gazileri içi dua ettiği Meclisi Mebusan’da daha sonra on maddelik “beyânnâme” neşreder. “Ey mücâhidi-i İslâm ve ey hall ve akd (yasama ve yürütme ehli) hitabıyla başlayan beyânnamede, yeni kurulmakta olan Cumhuriyeti bir “inkılâb-ı azîm” olarak görür; ve “şu inkilâb-ı âzîmin temel taşları sağlam gerek” tespitini yapar.
Bediüzzaman, Cumhuriyetin temelini teşkil eden demokrasi ve hürriyetlerle anlamlandırılması gerektiğini belirtir. Bu açıdan Meclis’in mânevî şahsiyetinin millet irâdesinin siyasî kuvvetini temsilen saltanatın mânâsını üzerine aldığı gibi, İslâmın esaslarını bizzat yerine getirmekle bütün dünyada İslâm âleminin mânevî birlik ve bütünlük sembolü olan “hilâfetin mânâsı”nı da temsil etmesi gerektiğini açıklar.
Aksi halde bu “mânâ”nın isme, resme ve lafza verileceğini belirtir. Cumhuriyet ve demokrasi iddiasının “mânâsız isim ve resimden ibâret olacağı”nı haber verir. En vâhimi de, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in elinde ve uhdesinde olmayan “başıbuyruk kuvvet”in, katı bir istibdatla milletin birlik ve bütünlüğünü bozacağını ikaz eder.
Ne var ki Bediüzzaman’ın yaklaşık bir asır evvel Sünûhat adlı eserinde “İstanbul siyaseti” hakkında teşhis ettiği hastalıklar, Ankara’ya da sirayet etmiştir. Ankara siyaseti de, “İstanbul siyaseti” gibi insanları mahveden ve içten içe halsız bırakan bir grip, nezle ve paçavra hastalığı olan “İspanyol nezlesi”ne yakalanmıştır. Bundandır ki “fikri hezeyanlaşmış”, saçmalık ve abuk sabuk hale gelmiştir. “Müteharrik-i bizzât” (bizzat harekete geçen, kendi başına hareket eden)” değil; “bilvasıta müteharrik” olmuştur…
Lozan görüşmelerinde “Türk murahhaslar heyeti”ne “müşâvir” sıfatıyla sokulan Mısır Hahambaşısı Hayim Naum’un, Amerika’da hazırlayıp İngiltere’de İngiliz Murahhaslar Heyeti Reisi Lord Gürzon’la birlikte dayattığı “müthiş plân” ve “gizli anlaşmanın entrikası”nda bu vardı…
Plân, bin yıl Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan “Türk milletine dinini ve din temsilciğini fedâ ettirmek.” “Türkiye’nin İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözüp attırmak…”
Görünen o ki “bütün harekâtı, bizzât hâriç hesabına geçen” ve “irâdeyi hükümsüz” kılan siyasî hastalık, Ankara siyasetini de sersemletmiş. Bundandır ki “hulûs-u niyeti” bile fayda vermiyor; “menfî za’flarla, hâriç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl (akılsız bir âlet) oluyor.”
Bir tek Ankara’nın bir milyon insanın katledildiği Irak’ta işgalcilere verdiği “destek hamûlesi”ne bakalım. Dünün Avrupa’sının yerine bugünün Yahudi lobisi etkisindeki “ikinci Avrupa” anlamındaki Amerika’sı üflüyor; Ankara siyaseti çeşitli paravanlar altında “müteharrik-i bil vasıta”yla şekilleniyor. Milyonlar mâsumların kanlarını heder eden zulme ortak olma pahasına…
23 Nisan “Millî Hâkimiyet Bayramı”nda bu ülkenin “çocukları”nın bu gerçeği bilmesi gerekiyor…
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Bugün 23 Nisan, Kamer olsun başbakan |
|
Bugün bayram. Çocuk bayramı. Adettendir. Her 23 Nisan’da koltuklar 5-10 dakikalığına çocuklara bırakılır. Onlar da koltuğa kurularak büyük lâflar ederler.
Çünkü öğretmenleri ezberlettirmiştir. Çocuk bile olsa devletin koltuğuna oturunca ciddî şeyler söylemeli, oturaklı lâflar etmeli... Oralar devletin en alî makamları…Çocuk-mocuk, bayram mayram tanımaz…
Günler öncesinden kimin koltuklara oturacağı bellidir. Bunlar nasıl tesbit edilir, bilmem. Ama Türkiye’de yaşayan biri olarak torpil gerçeğine yürekten inanırım.
Bazı makamlarda torpil bile işlemez.
Meselâ ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanlık koltuğu…
Deniz Baykal varken hiçbir fanî yanına dahi yaklaşamaz. Bu özellik Baykal’a, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” bir genel başkanlık vasfı kazandırmıştır. Çok da ayıplamamak lâzım. Ebedî ve millî şeflik dönemlerinden kalma bir temayül var ne de olsa...Bu koltuk bir anlık bir boşluğu bile kaldırmaz. Hele kurultay arefesine gelmişken… Herkes farklı bir biçimde yorumladı, ama Baykal’ın, Cumhurbaşkanı Gül tarafından bugün Çankaya’da verilen 23 Nisan yemeğine gitmemesinin gerçek sebebi budur.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin koltuğuna oturmak cesaret ister. Örf ve adette kendi kafasına göre aday olmak yoktur. Töreyi çiğnemek kimsenin haddi değildir. Onun için bu koltukta gözü olanlar haddini bilmeli…
DSP Genel Başkanlığı koltuğu da ucuz değildir. Her ne kadar partinin adında “demokratik” kavramı geçse de koltuğun talibi demokratik seçimlerle gelmez. Bülent Ecevit varken iki kişi karar veriyordu. Şimdi tek kişi karar verici mevkiinde; Rahşan Hanımın bir işareti koltuğun sahibini belirler.
Koltuk probleminin had safhada olduğu yegâne parti DTP’dir. Çünkü kimin oturduğu belli değildir. Görünürde Ahmet Türk oturur. Eğer tutuklu bulunmasaydı Nurettin Demirtaş oturacaktı. O olmayınca Emine Ayna koltuğun ortağıdır.
Başbakanlık koltuğu için de birçok isim ortaya atılabilir. Ama ben Kamer Genç’ten başkasını düşünemiyorum. Kamer Genç o kadar istekli ki, geçen haftalarda TBMM Genel Kurul görüşmelerinde bakanlar kurulundaki boşluktan yararlanarak, Başbakan Erdoğan’a ait koltuğa çok kısa bir süreliğine de olsa oturmuştu. Eğer bugün, 23 Nisan dolayısıyla fırsat verilirse, aynı koltuğa daha fazla süreyle oturma şansı elde eder. Hem bunun güzel neticeleri de olur. Birincisi, Genç ile AKP arasındaki husûmet sona erer. İkincisi ve en önemlisi; oraya oturacak çocuklardan daha çok güldürecektir. Bunun garantisini verebilirim.
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Dürüst olmayan, başarı beklemesin |
|
Yüzyılın en başarılı şirket yöneticisi seçilen Jack Welch, Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret esnasında dikkat çekici mesajlar vermiş. ABD’li General Electric’in (GE) efsanevi CEO’su Jack Welch, 1981-2001 yılları arasında GE’nin CEO’luğunu yapmış ve bu süre içerisinde şirketin piyasa değerini 14 milyar dolardan 600 milyar doların üzerine taşımış. Bu başarısı sebebiyle Welch, ‘yüz yılın en başarılı yöneticisi’ olarak kabul ediliyor.
Jack Welch’in mesajını şu tesbit özetliyor: “Eğer hedefinizi belirler ve buna göre stratejiler geliştirirseniz, Türkiye’yi dünyanın merkezine yerleştirebilirsiniz.” (Sabah, 20 Nisan 2008)
Peki, ‘hedef’i belirlemek o kadar zor mu ki, Türkiye ‘dünyanın merkezi’ olamıyor? Basit gibi görünse de, Türkiye şartlarında hedef belirlemek kolay değil. Çünkü, en başta işleri doğru-düzgün yürütmekle görevli olan ‘bürokrasi’, hedef belirlemenin önünde ciddî bir engel olarak duruyor.
Tabiî bu noktada başka çelişkiler de yaşıyoruz. Türkiye’yi idare edenler de bürokrasiden yana her zaman dertliler. Bürokrasiyi tayin edenlerin, aynı zamanda tayin ettikleri bürokratlardan/kişilerden yana dert yanmaları her hâlde bize mahsus bir çelişki olsa gerek. Vatandaş, bürokrasiden yana zaten dertli. İlâve olarak yöneticilerin, bürokrasiden şikâyetlerini dinlemek de ayrı bir dert oluyor.
“Hedef belirleme”nin önündeki engellerden biri de ‘o kafa’ anlayışıdır. Bunu da, “Halka rağmen, halk için” anlayışı temsil eder. Meselâ, ‘yıllar’ı planlaması gerekenlerin bunu yapmayıp; vatandaşın ‘kıyafeti’ ile kavga etmesi başka türlü nasıl izah edilebilir? Bütün dünya, çevreyi, ekonomiyi, sağlığı, kalkınmayı, huzuru, yardımlaşmayı konuşurken; Türkiye’yi ‘idare eden’lerin neleri tartıştığı hatırlansın... Böyle bir tartışmadan ‘hedef’ tesbiti çıkabilir mi?
“Yüzyılın en başarılı şirket yöneticisi” seçilen Jack Welch, Türkiye’deki yöneticiler için de ‘öğüt’ler sıralamış:
* Şirkette çalışan her bireyin kurumsal hedefin ne olduğunu ve kendisinin bu konuda katkısının ne olacağını iyi bilmesi gerekir.
* Her şirket belirli değerler çevresinde toplanır ve bu değerlere uyulur.
* Her kimden gelirse gelsin, her türlü fikir dinlenip değerlendirilmeli.
* Çıta sürekli yükselmeli.
* Unutmayın, en iyi ekibe sahip olan kazanır.
* Öyleyse ekibini iyi kolla, eğit ve onlara değer verdiğini her fırsatta göster.
* Çalışanlarınıza karşı dürüst olmazsanız başarılı olmayı beklemeyin.
* Dünyayı görmek istediğiniz gibi değil, gerçekten olduğu gibi görün.
Elbette, bu ve benzeri ‘altın öğüt’ler ilk defa dile getirilmiyor. Üstelik bu tesbitleri yapmak için ‘en başarılı şirket yöneticisi’ olmaya da ihtiyaç yok. ‘Akıl için yol bir’ tesbitini hatırlatan bu öğütler, sahip olduğumuz ‘değerler bütünü’nün parçaları. Değerini bilelim, yeter...
23.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|