Osmanlı'nın mührünü taşıyan binlerce kültür ve medeniyet nişanesi, hâlâ dimdik ayakta duruyor. Üstelik, bütün dünyanın ilgisini çeken ve görenleri hayran hayran baktıran en kıymetli bir mirasımız, en değerli bir servetimiz olarak gözlerimiz önünde duruyor.
Bunları, hemen her gün bizler de—yabancıların hayranlığı kadar olmamakla beraber—bakıp bakıp görüyoruz.
Peki, bu toprakların fâtihi ve bütün bu nişanelerin, bu harikulâde eserlerin bânisi olan ceddimiz Osmanlılar nerede? Onları görebiliyor muyuz? Hiç olmazsa, miras bıraktıkları eserleri kadar olsun, onları yakından görebiliyor, hatta tanıyabiliyor muyuz? Şayet, onları göremiyor ve tanıyamıyorsak, bunun sebebi nedir? Ne oldu bu güzide insanlara ki, gözden kaybolup gittiler?
Hani, arada bir duyulan şu "son Osmanlılar"a ait cenaze merasimleri de olmasa, belki hiçkimse onların varlığından bile haberdar olmayacak.
Bu durumu vefâkârlıkla, kadirşinaslıkla bağdaştırmanın imkân ve ihtimali var mı acaba?
* * *
Önceki gün, yine "son Osmanlılar"dan birinin cenaze merasimi vardı, Teşvikiye Camiinde. Vefat eden kişi, Sultan Abdülmecit’in oğlu Şehzade Süleyman Efendinin torunu, 1926 yılı Paris doğumlu Rânâ Hanımsultandı.
Rânâ Hanım, ilk evliliğini Enver Paşa ile yapmış olan Naciye Sultanın kızıydı. Enver Paşanın 1922'de Buhara taraflarında şehit düşmesi üzerine kayınbiraderiyle evlenmek durumunda kalan Naciye Sultan, Rânâ'yı 1926'de gurbet elde doğurmuştu.
Bin bir sıkıntı ve üzüntü içinde büyüyen Rânâ, kendini ilim tahsiline verdi. Çok ağır şartlar altında Sorbonne Üniversitesini bitirdi. 1949’da da diplomat olan Osman Sadi Eldem ile evlendi.
* * *
Son Osmanlılar, Rânâ Hanımın cenaze merasimi vesilesiyle iki gün evvel İstanbul'da biraraya geldi. Teşvikiye Camiinde önce cenaze namazı kılındı, ardından Beşiktaş'taki Yahya Efendi Haziresine gidildi. Rânâ Hanımın cenazesi, orada mezarı bulunan annesi Naciye Hanımın yanı başına defnedildi.
Çeşitli medya organlarında küçük bir haber olarak yer alan bu hadise sebebiyle, insanlarımız Osmanlıların varlığından bir derece haberdar oldu.
Oysa, milletimiz bu kederli aileyi ve bu şanlı hanedanı hiçbir zaman unutmamalı ve unutturmamalı. Öyle değil mi?
Hatta, siyasî iradenin onlar için uygun göreceği bir "sosyal statü"nün bile kazandırması gerektiğini düşünüyoruz.
Belki ancak bu şekilde, tarih önünde ve istikbâldeki neslin nazarında kendimizi bir derece aklayabilir, yahut vicdanımızı rahatlatabiliriz.
Zira, bu mâzisi şân ve şerefle dolu bu aile için, ülke ve millet olarak ne yaparsak azdır; onlar her türlü takdire, itibara lâyık kimselerdir.
* * *
Acı da olsa, utanç verici de olsa, yakın tarihimizin (bilhassa 1922–24 yılları) dram yüklü "son Osmanlı" sayfalarına bakmak durumundayız.
1922'de Osmanlı Saltanatına son verildi. Padişah ve maiyeti ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. 1924'te ise, Hilâfet makamı lağvedildi. Aynı gün içinde son Halife ile birlikte (600 kadar) Osmanlı nüfusunun tamamı sınırdışı edildi.
Bütün bu gelişmelerin "siyasî yönü" hakkında üzülmeye, hayıflanmaya gerek yok. Monarşik sistem bir şekilde bitmeli, onun yerine Meclis'e dayalı cumhuriyet gelmeli, demokrasi gelmeliydi. Ne var ki, Sultan Vahdeddin ve maiyeti dahil, Osmanlı'nın hiçbir ferdi kovulmamalı, hudut harici edilmemeliydi. Hatta, korunmalıydılar. Ama, öyle olmadı maalesef.
Onların buradan sürülmeleri, aslında hem bir vefasızlık, hem de bir güvensizlik eseriydi. Yeni hükümet, millete güveniyorsa, kendine de güvenmeli ve Osmanoğulları'nı buradan sürmemeli, onları gurbet elde sefil, perişan bir hayata mahkûm etmemeliydi.
Zira, tarih içinde hemen hiçbir kavim veya hanedan, bütün hata ve kusurlarına rağmen Osmanlı kadar vatanına, milletine, mukaddesatına hizmet edebilmiş değil.
İlâ–yı Kelimetullah yolunda ve İslâmın bayraktarlığını yapmak uğrunda dünyanın her tarafında tesirli olmuş ve 600 sene müddetle galibâne hizmet edebilmiş başka bir kavim var mı acaba?
Bu parlak hakikat tarihin tasdikinde olmasına rağmen, acaba yine Osmanlı kadar kendi evlâtları tarafından tahkir, tezyif görmüş ikinci bir şanlı hanedan var mı?
Evet acı, ama gerçeğin tâ kendisi... Osmanlı, kendi evlâdı olan bu millete büyük ve bereketli bir bağ bağışladı; ancak, işbaşına gelen bir kısım evlâdı ise, Osmanlı'dan bir salkımı dahi esirgedi; onlara adeta "Burada hayat hakkınız yoktur" dedi.
Bugün ise, farklı bir noktaya gelinmiş durumda. Bu aziz milletin yüzde doksanı, Türk'ü, Kürd'ü, Arab'ıyla, Laz'ı, Çerkez'i, Arnavud'u, Boşnak'ıyla Osmanlı'yı hâlâ seviyor, onu takdir ediyor.
Arzu ve temenni ediyoruz ki, bu milleti temsil eden siyasî irade, bahsini ettiğimiz bu büyük "Osmanlı sevgisi"ne lâyık ve uygun bir şekilde, sayıları hayli azalan ve dağınık halde yaşayan şu "Son Osmanlılar" meselesini ele alsın ve onlara hakkettiği bir sosyal statüyü kazandırmaya çalışsın.
19.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|