Siyasî krizler bir yana, son günlerde gündemimizi meşgul eden yeni bir krizle karşı karşıyayız. Kısaca, ‘gıda krizi’ olarak isimlendirilen yeni krize nasıl sürüklendiğimiz, tartışma konusu. Başta pirinç olmak üzere kuru gıda fiyatlarının bir anda yükselmesi, herkese ‘ne oluyoruz?’ dedirtti.
‘Yetkili’ olan ve olmayan herkes bir açıklama yapıyor, ama yapılan bu açıklamalar bilgi kirliliği sebebiyle piyasaların sakinleşmesini temin etmiyor. Pirinç fiyatlarını bir anda yükseldiği bir vak’a. Aslında fiyatı yükselen sadece pirinç değil. Son aylarda sıvı yağların fiyatları da fırladı. Bir iki ay önce 13 YTL’ye alınabilen 5 kilogramlık sıvı yağlar, marketlerde şimdilerde 20 YTL’yi aşmış durumda.
Peki, ne oldu da fiyatlar böyle fırladı? Bugün itibarıyla bunun makul bir açıklaması yok. Elbette fiyatların artmasında ‘arz-talep dengesi’nin tesiri var, ama anî fiyat artışının arkasında başka hesaplar da olabilir. Elbette her hadiseyi ‘komplo teorileri’yle açıklamak makul ve mümkün değil . Ancak, bir yanda Toprak Mahsulleri Ofisi’nin elinde ihtiyacı karşılayacak kadar pirinç stoğu olduğu ifade edilirken, öte yandan aşırı fiyat artışı nasıl açıklanabilir? Bazı toptancılar 4 YTL’den pirinç aldıklarını ifade ediyor. Öte yandan bir market zinciri 2.5 YTL’den pirinç satmaya devam ediyor. Birbirini nakzeden bu kadar çelişkili açıklamalardan sonra, vadandaşın aklının karışmaması mümkün mü?
Şunu ifade etmek lazım: Hali hazırda pirinç ‘yok’ değil. Var, ama aşırı fiyat artışından haklı olarak şikâyet ediliyor. Fakat ortaya çıkan ‘kuyruk’lara bakınca, sanki ‘pirinç yok’muş gibi anlaşılıyor. “Deprem hariç her şeyin bir senaryosu olduğu”nun tartışıldığı ülkemizde, bu hadiselerin de tesadüf olmadığı söylenebilir. Acaba bu kuyruklar, bir planın parçası mı?
Tabiî ki hadiselerin sorumlusu, netice itibarıyla hükümettir. Eğer varsa, planları neticesiz bırakması gereken de hükumettir. Pirinç krizinde, soruluların ‘stokçular’ olduğu söyleniyor. Ancak stokçuların kimler olduğu ifade edilmiyor. Her ne kadar, ‘ticarî sır’ denilse de, Türkiye’nin ekonomisini alt-üst etmeye aday krizlere zemin hazırlayanlara imkân ve fırsat vermemek gerekiyor.
Bu tartışmalar, ‘tarım’ı yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Yıllardan beri hem tarımı, hem de hayvancılığı ‘tu-kaka’ olarak gördük. Tarım ve hayvancılıkla uğraşmayı ‘ikinci sınıf iş’ olarak görmenin bedelini mi ödüyoruz? Bazı bölgelerimizde mecburî göç sebebiyle, bazı bölgelerimizde de ‘daha iyi yaşama endişesi’ sebebiyle tarım ve hayvancılık ciddî mânâda ihmal edildi. Bugün prinç krizi yaşanıyorsa, yarın yağ, öbür gün süt, daha öbür gün et sıkıntısı yaşamayacağımızı kim garanti edebilir?
Elbette, dünya şartlarına ayak uydurmak durumundayız. Ancak bunu yaparken, Türkiye’nin coğrafî şartlarını ve insan kaynaklarını da düşünmek gerekiyor. Büyük bir kitle, tarım ve hayvancılıkla ‘üretici’ durumunda olabilecekken, onları şehirlere taşıyarak ‘tüketici’ olmaya mahkum etmek akıllı işi mi?
Yok yere krizler çıkararak, ayağımıza ateş etmek isteyenlere fırsat vermeyelim...
18.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|