Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Kürtsüz bir Kürdistan!



Halkı coğrafyasından koparılmış, büyük şehirlerin varoşlarına mahkûm edilmiş “doğu ve güneydoğu bölgemizin” başına gelenlerin, Türkiye boyutunda anlaşılamayacağını önceki yazılarımızda arz etmiştik. İslâm coğrafyasındaki anarşi, terör, kaos ve ihtilâfı besleyecek bir coğrafyaya ihtiyacı olan “global barış düşmanlarının” vatanımızın bu parçasını kullandıklarını elbette biliyorsunuz. Amerika’daki “savaş enstitülerinin” beyanatlarını hatırlıyorsunuz. Zeyno Baran'lı, Talabani ve Barzani'li Washington toplantılarını da henüz unutmamışsınızdır. Ne Amerikan, ne Türk ve ne de Kürt inisiyatifine dayanmayan bir “savaş ve terör koalisyonu” yine bu bölgemizde ilgili projeleri gözden geçirmiş, bize rağmen buralarda icra edilecek faaliyetleri konuşmuşlardı. Üzülerek beyan edeyim ki; bu meselede hükümetimiz ya inisiyatif sahibi olamıyor veyahut onlarla anlaştığından, zevahiri kayıkçı kavgalarıyla kurtarmaya çalışıyor.

Kürtsüz bir Kürdistan düşüncesi pek de yeni sayılmaz. Şeyh Said hadisesi bahane edilerek bölgede öldürülen masum yüz elli bin insana, bölgeden sürgün edilen daha yüz binleri de ilâve ettiğimizde, hadisenin cumhuriyetin ta ilk yıllarına dayandığını görüyoruz. Kemalistlerin “global barış karşıtlarının” yardımıyla gerçekleştirdikleri “bölge operasyonlarını” da hesapladığınızda tablonun bir tarafıyla tamamlandığını göreceksiniz. Hepimiz biliyoruz ki; Mardin, Van, Diyarbakır, Urfa, Batman, Siirt, Bingöl ve Doğubeyazıt gibi şark merkezlerimizin nüfuslarının üç dört misli şu anda Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşamaya mecbur edilmiş. Mersin, Adana, Antalya, Aydın, İzmir, Denizli, Manisa ve diğer büyük şehirlerdeki şarklıların oradaki sefaletlerinin içinde rahat bırakılmadıkları da ayrı bir vakıa… Yani Kürtlerden soyutlanan bir Kürdistan… Kaldı ki o bölgelerde yalnızca Kürtler de yaşamıyordu. Bu belâdan Kürtçe bilmeyen nice yüz binlerce Türk, Arap ve Süryanî aileler de nasibini almışlar. Doğrusu birileri bu coğrafyayı halkından temizleyerek kontrol altında tutmak istiyor. Bazılarımız meşhur İngiliz siyasetinden dem vuracaklar. Diğerleri “Çekiç Güç hikâyesini” anlatacaklar. Bir başkası mister Bush'un İslâm coğrafyasına demokrasi ihracatından… Bizi, evvelâ Türkiye içinde yapılanlar kadar, yapılması farz olduğu halde oradaki bir kaç kişiyi rüşvet ile susturup dağıtarak yapılmayanlar ilgilendiriyor.

Coğrafî şartların yer yer “haşin” olduğu bu bölgedeki insanlara: “Siz buralarda nasıl yaşayabiliyorsunuz! Çekin gidin doğru dürüst bir memlekete!” diyen bazı memurların yanı sıra, “Birkaç hane için devleti zarara sokamam, yol yapamam, su getiremem, köprü ve menfezleri yapamam” diyen idarî memurlar da, bölge halkının yorganını merkebinin sırtına vurmasına sebep olmuş.

Doğu bölgemiz engebeli ve sarp olsa da, ancak Doğu Karadeniz ve Güney Toroslarımız kadar olabilir. Karadeniz halkını, vatan sevgisinden dolayı tebrik etmemek mümkün değil. On parçaya bölünmüş “baba yadigârı toprakları” yine de boş bırakmamışlar. Güzel evler inşa etmişler… Güney Toroslarımızı dolaşanlar bilir. Asfaltsız yayla yolu ve dağ patikası kalmayacak şekilde imar edilmiş. Bu cennet misal yurdun yanı sıra, Doğu ve Güneydoğu coğrafyasına devletin “imarsızlık” yoluyla ayrı bir zulümde bulunduğu söyleyenler pek de haksız sayılmıyorlar.

12 asırdan bu yana İslâmiyetle yoğrulmuş, kültürü, estetiği, inancı ve hatta diliyle de İslâmiyetle mezc olmuş bir milleti temsil edebilmek için evvelâ iyi bir Müslüman olmak gerekiyor. 1970'li yıllarda Mao’cu, 80'li yıllarda Apo’cu ve şimdi de Devrimci Kemalist geçinenlerin Kürtlükle alâkası ne kadar olur? İşte bu kan ve doku uyuşmazlığından olacak ki; İslâm dünyasının en stratejik bölgesi olan bu coğrafyayı, “savaş taraftarları” kendi insanımızdan temizleyerek militanlarına teslim etmek istiyorlar. Global hipnotizma ve manyetizma aletlerinden uzak durarak yukarıdaki iddialara cevap vermek isteyenlere köşemiz her zaman açıktır. Ortadoğu barışının coğrafî merkezi sayılan “Doğu ve Güneydoğumuz” ile ilgili daha geniş bilgi için Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ Lâhikası isimli eserinin 437. sayfasına bakabilirsiniz. (Yeni Asya Yayınları, 1994 Germany)

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Fikren ihtiyar olmak



Fikren ihtiyar olduğumuz bir noktadan en genç ve dinamik bir kişiyizdir. Kemal, olgunluk ve mükemmel bir fikir yapısı… Taze, taravettar ve akıcı birbirini takip eden tecrübenin, hayatın tekâlüflerinin, meyvelerinin toplandığı an ihtiyar düşünceler ve genç fikirler.

Maddenin dünyada kıymetli sayıldığı tek zaman dilimi: Gençlik…Genç insan hayatın zevkini, lezzetini tam alabilir ve onu iman ile süsleyebilir. Genç insan lezzetlerin zehirli bir bal olduğunu çok keskin ve net olarak hissedebilir, algılayabilir. Hayatı veren adına, hayatın yaratılmasına sebep olan kişi için sevebilir, genç insan…Nur-u Muhammedinin aşkıyla ebedî bir sevgiyi, muhabbeti yakalayabilir, yeter ki Allah namına sevsin.

Günahlara dur demek, helâli bilmekle başlar. İhtiyarlandığımızda hatırlayacağımız her türlü ah-ü figan sebebi haletimize gençliğimizde dur diyebiliriz. Ebedî bir gençliğin anahtarını fani geçici bir gençliğin günahlarına, zevklerine eyvallah etme-yerek elde edebiliriz…

Hedefi belli, gövdesi ve dalları çizilmiş meyveleri alınacak planlı bir hayatın tarifi ancak imanlı bir gençlik ile izah edilebilir… Müsbet bir şifre yoksa müsbet bir açılım da yoktur. Yoksa her müşkülatın, günahın ve haramların sarstığı ve salladığı bir gençlik daha fikir halindeyken ölmüş demektir. Kaldı ki genç adam ihtiyarlandığında hangi yığınağı, hangi birikimi, sermayeyi harcayacak, kullanacak. Ahiretini bilen, kadere inanan tevhid noktasında imanı ile hayatının gençlik safhası zamanına bunları ilân ederek serpiştiren, eken genç adam ihtiyarlandığında da işte bu mahsul ile, biçtikleriyle genç ve diri olarak yaşayacaktır. Malayaniyatın karşısına hakikat işlerini koyan ve bunlarla meşgul olan genç adam, hakikî ve hakikattar bir genç olur. Allah’ı bilerek hayatının her safhasında iman-ı billah hakikatını ilân eden, Rabbinin kâinatta yürüttüğü adaleti ve saadeti ders alarak ahiret imanını ve haşir inancını dile getiren, iki cihan saadetini elde etmiş fikir sahibi bir genç…

İhtiyarlığına özenen, gençliğin afatı karşısında ihtiyarlığın hayat tecrübesi okulundan verilen dersleri alan, bir genç olmak… Hevesini, hissini nefsanî duygu ve düşüncelerini ihtiyarlık barajına akmadan önce kanalize edebilen, dereler ve ırmaklar gibi akmalarını sağlayarak, yutucu bir sel olmasını önleyen, bir gençlik ve genç adam.

İhtiyarlıktaki aklını gençken kullanabilen, gençlik zevklerini ihtiyarlıkta da tadabilen bir gençlik.

Gençlik; şükür, hamd ve itaat çadırında ubudiyet, kulluk işleriyle hayatını devam etti-rerek, iki cihan saadetini bu dünyada iken iman ve Kur’ân atmosferinde elde edebilmiş özlenen ve beklenen bir gençlik…..

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Osman GÖKMEN

Bediüzzaman’da sekînet hâli



Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri birçok mektup ve risâlesinde, yıllardır gazete okumadığını, dünyadaki olayları izlemediğini ve merak etmediğini, yaşadığı ülkede olup biten ve çoğunluğun zihnini meşgul eden ‘gündem’lerden uzak durduğunu söyler. Bu kimilerine yadırgatıcı gelebilir. Bir ‘dâvâ’nın izini süren Üstad’ın, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere kayıtsız kaldığını sanabilirler. Nitekim bu yönde kimi eleştiriler de yapılagelmiştir.

Ne ki Üstad’ın bu tutumunun metafiziksel okumasının yapılmaması hâlinde bir zihin karışıklığı kaçınılmaz olacaktır.

Üstad Hazretleri ‘hadisât-ı âlem’le ilgilenmediğini, hatta, herkesin her vakit dikkatini radyo hoparlörüne yönelttiği 2. Dünya Savaşı günlerinde, harbin seyrini bir an bile merak etmediğini söylerken bir hususu da belirtir: Kalbimi başka maksatlar doldurmuş. Her insanın başına kâinat kadar büyük bir dâvâ açılmış.

Bu ifadede bir sır saklıdır. O da şudur: Kendi çağının mânevî çekim merkezi olan ve imamiyet vazifesiyle tavzif edilmiş bulunan kimselerin nazar ve dikkati, tümüyle İlâhî Merkez’dedir. Oraya, yani kozmik çarkın merkezine yerleşirler ve görevlerini o konumlanma durumundan hareketle ifâ ederler.

Bu hale, ‘sekînet’ denir.

Sekîne’nin sözlük anlamı, ‘karar, rahat, sakinlik, dinlenme, yerleşme, gönül rahatlığı. Kendisine güven, düşmanlarına korku verme’dir.

‘Büyük Huzur’ anlamına gelen ıstılâhî yönünü ise doğru yansıtabilmek için Guenon’un bir belirlemesine başvurmak yerinde olacaktır. İslâm Maneviyatı Ve Taoculuğa Giriş adlı eserinde Guenon şöyle der:

“Kozmik çarkın merkezine yerleşmiş olan bilge kişi, bu çarkı, görülüp fark edilemez bir biçimde, onun hareketine katılmaksızın, yalnızca varlığıyla hareket ettirir. Onun mutlak ilgisizliği, kendini her şeye egemen kılar, çünkü artık hiçbir şeyle etkilenemez. ‘Mükemmel Sessizlik’e ulaşmıştır. Hayat ve ölüm onun için birdir. Kâinatın çökmesi hiçbir şekilde onun telâşlanmasına sebep olmaz. İnceden inceye, iç denetim yapa yapa, o değişmez gerçeğe ulaşmış, biricik evrensel ilkeyi tanımayı başarmıştır. Varlıkları alınyazılarına göre serbestçe hareket etmeleri için kendi kendilerine bırakır. Kendisi ise bütün yazgıların merkezinde hareketsiz durur. Bu iç durumun zahirî belirtisi, ‘sarsılmazlık’tır. Zafer uğruna savaş halindeki bir ordunun üzerine, tek başına saldırıya geçen bir kahramanın sarsılmazlığı değil elbet, ama gökyüzünden, yeryüzünden ve bütün varlıklardan üstün olan, kendisinin hiç bağlı olmadığı bir bedende duran, duygularının kendisine sağladığı görüntülerden hiçbirisini gözönünde bulundurmayan, hareketsiz ünitesinde, evrensel bilgisiyle her şeyi bilen ruhun sarsılmazlığıdır bu.”

Guenon’un anlattığı bu hikmet, insanlara egemen olan ruhla ilgilidir. Nitekim, gerçek ârif, kendine rağmen hareket etmeme fiilî içinde bulunarak gücünü üstlenmemeye özen gösterecek olsa, hiçbir şeye karışmamaktan doğacak zamanlarını, ‘tabiî’ eğilimlerini serbestçe akmaya bırakmada kullanırdı. Kuşkusuz kudret, bu bilgenin ellerine düşmüş olmaktır. Organlarını devreye sokmadan, bedenî duyularından yararlanmadan hareketsiz şekilde konumlanmışken, manevî gözle her şeyi görebilecektir. Tefekküre dalmış bir durumda gökgürültüsü gibi her şeyi sarsıp inletecektir. Fizikî gökyüzü, hava, uysalca onun ruhunun hareketlerine uyarlanacaktır. Bütün varlıklar tozun rüzgârı takip ettiği gibi, onun hiçbir şeye karışmama eğilimini izleyecektir.

Bu bize örneğin şeylerin, arif ve bilgelerin fiziksel olarak da sürekli aynı konumda ve sessiz bir biçimde oturuşlarını da açıklar. Gerçi o maddî bir duruştur ama, o duruşu da mânevî konum belirlemektedir.

Bir şeyh, arif veya bilge ile karşılaşan herkes bu gözleme sahip olacaktır.

Martin Lings’in, ünlü Şazeli şeyhi Şeyh el-Alevi’yi anlattığı Yirminci Yüzyılda Bir Veli kitabında bu hikmetle ilgili bir bahis yer alır.

Şeyh’in bir süre hekimliğini üstlenen Fransız agnostik Dr. Marcel Carret’in gözlemleri konuya ışık tutar niteliktedir:

“O’nu ilk gördüğümde edindiğim izlenim, karşımda alelâde bir şahsiyetin olmadığıydı. Davet edildiğim oda, diğer bütün Müslüman odaları gibi mobilyasızdı. Yalnızca sonradan kitap ve elyazmalarıyla dolu olduğunu öğrendiğim iki sandık vardı. Yer boydan boya halı ve hasırla kaplıydı. Bir köşede kilimle kaplı bir şilte vardı; şeyh, burada arkasında birkaç yastık, dimdik, elleri dizlerinin üstünde, aynı anda tamamen tabiî olan hareketsiz bir şekilde bağdaş kurmuş oturuyordu. (...) Ertesi gün ve ondan sonrası birkaç gün iyileşinceye kadar onu görmeye gittim. Her seferinde onu aynı şekilde hareketsiz, aynı durumda, aynı yerde, gözlerinde uzak bir bakış, dudaklarında hafif bir tebessüm, bir gün öncesine göre sanki bir santim bile hareket etmemiş, zamanın etkileyemediği bir heykel gibi dururken buldum.”

Carret’in bu gözlemi tamamıyla gerçektir ve sözünü etmeye çalıştığımız hali, ‘sekine(t)’yi ifade etmektedir.

Çünkü ârif kişi, kozmik çarkın merkezindedir ve İlâhî Hakikat’le arasında ya çok az perde kalmıştır veya gözlerinden o perdeler tamamıyla giderilmiştir.

Her iki durumda da onu, dışsal olaylar ve formlar heyecanlandırmayacak ve etkilemeyecektir.

Son olarak merhum Zahit Kotku Hazretlerinin halinden bir örnek aktarayım. Ersin Gürdoğan’dan öğrendiğimize göre, Ay’a inişin gerçekleştiği ve televizyondan yayınlandığı akşam bir grup talebe Şeyh’in huzurundalar. Mutad hadis dersleri yapılıyor. Birazdan yani Ay’a ilk adımın naklen yayınlanacağı an, Kotku Hazretlerinin çevresindeki herkes üst kata, televizyonun olduğu daireye gider. Şeyh yalnız kalır. Döndüklerinde ise, mübarek hiçbir şey sormaz ve söylemez, derse kaldığı yerden devam eder.

Barla Lâhikası’nda, Üstad Hazretlerinin en büyük ve birinci muhatabı olan Hulusi Ağabeyin ‘sekîne’ hakikatine ilişkin bir mektubu da yer almaktadır.

Bir başka gün, bu mektubun sırlarına açılma umuduyla...

18.04.2008

E-Posta:




Kazım GÜLEÇYÜZ

Şemdinli ve Ergenekon



Kemal Alemdaroğlu ile İlhan Selçuk'un sabaha karşı gözaltına alınıp ertesi gün serbest bırakılmaları sonucunda oluşan atmosfer, Ergenekon soruşturmasında yolun sonuna gelindiği izleniminin doğmasına yol açmıştı.

Takip eden günlerde, konuyla ilgili bir haberinden dolayı Taraf muhabiri ile Ergenekon’a ilişkin yorumlarıyla dikkatleri çeken Şamil Tayyar’ın ifadelerinin alınması ise, soruşturmada yönün ters istikamete döndüğünü düşündürdü.

Ve zihinlerde şöyle bir kuşku belirdi:

“Ergenekon da Şemdinli’ye mi benzeyecek?”

Soruşturmayı yürüten savcının hayatı, bilumum özel detayları dahi kurcalayacak şekilde mercek altına alınırken, “Ayağını denk al” uyarılarına muhatap olması da bu kuşkuyu besledi.

Derken, statükonun son dönemdeki en sivri isimlerinden biri olarak öne çıkan, 367 formülünün ünlü mucidi Sabih Kanadoğlu konuştu:

“Ergenekon soruşturması Şemdinli gibi olmaya mahkûm.” İhtimalden bahsetmiyor eski Başsavcı, gayet kesin ve emin bir tavırla konuşuyor.

Tahmin mi ediyor, yoksa bir bildiği mi var?

Bilemiyoruz. Ama Ergenekon soruşturmasında, yayın yasağı konulmasına rağmen yakın zamana kadar devam eden heyecanlı ve sansasyonel haberlerin çoktandır kesilmesini dahi başlı başına bir tıkanma işareti saymak yanlış olmaz.

Çünkü bu durum, herşeyden önce, Ergenekon’un artık gündemden düştüğünü gösteriyor.

Üstelik AKP’ye açılan kapatma dâvâsıyla bunun amaçlandığına dair, bizzat iktidar partisi cenahından sâdır olan imalı iddialara rağmen.

Ergenekon soruşturmasında oluşan beklenti, 2003’ten bu yana kapalı kapılar ardında tezgâhlandığı öne sürülen darbe girişimlerinin de aydınlatılıp sorumlularından yargı önünde hesap sorulması yönündeydi. Ama “Galiba bu defa da olmayacak” kanaati şimdiden oluşmaya başladı.

Bu noktadaki dikkat çekici ipuçlarından biri, Deniz Kuvvetleri eski Komutanlarından Özden Örnek’e ait olduğu belirtilen—ve bu husus Emniyet tarafından doğrulanan—darbe günlüklerini Nokta Dergisinde yayınladığı için yargılanan Alper Görmüş hakkındaki beraat kararı oldu.

Bu beraat, söz konusu dâvâda Görmüş’e yöneltilen “iftira” ithamını geçersiz hale getirdi.

Ve böylece, aslında Nokta’daki yayının doğru olduğu, dolaylı olarak zımnen kabul edilmiş oldu. Zira “iftira” iddiası mahkemece reddedildi.

Hal böyle olunca ve darbe günlükleri olarak şöhret bulan belgelerin Deniz Kuvvetlerinden çıktığı kesinleşince yapılması gereken şey, o belgelerde anlatılan darbe girişimleri için de hukukî hesaplaşma sürecinin başlatılmasıydı.

Görmüş’ün talebi de buydu. Ama bu yapılmadı. Böylece olayın kapatılmak istendiği gibi bir kanaat oluştu. Buna karşı Görmüş şimdi, hakkındaki beraat kararını temyize götürüyor.

“Darbe girişimi suçtur. İddiamı ispat hakkı istiyorum” diyen Görmüş, kendisini iftira suçundan beraat ettiren mahkemenin dikkate almadığı bu talebini Yargıtay platformuna taşıyacak.

Bakalım, oradan nasıl bir netice çıkacak?

Gerçi bu tür hassas, tehlikeli ve mayınlı konuları kurcalamanın tekin bir iş olmadığı, dolayısıyla Görmüş’e verilen beraat kararının dahi “alışılmadık bir gelişme” sayılabileceği, dolayısıyla Türkiye’de yeni dengeler oluşmaya başladığının işareti olarak görülebileceği söylenebilir.

Ama böyle bir hükme varmak için henüz erken. Çünkü Görmüş hakkında, aynı yayından dolayı açılmış başka dâvâlar da var. Onlarda da beraat kararı verilmeden rahatlamak biraz zor.

Darbe günlüklerinde Ayışığı ve Sarıkız gibi kod isimleriyle yer alan darbe planlarının Ergenekon’la irtibatının ortaya çıkarılıp çıkarılamayacağı da hâlâ belirsizliğini koruyor. Ve son işaretler oraya varılmasının zorlaştığını gösteriyor.

Umarız, çok büyük iddialarla başlatılıp mâlûm şekilde sonuçlanan Şemdinli’de yaşananlar, Ergenekon soruşturmasında da tekrarlanmaz.

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ulusalcı-milliyetçi farkı



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Başdanışmanı Vedat Bilgin son gelişmelerle alâkalı Neşe Düzel’e bir konuşmuş pir konuşmuş. Taraf’a yaptığı açıklamada Vedat Bilgin, MHP adına alışık olmadığımız farklı bir dil kullanıyor. Bu dil onları akraba olsalar da ulusalcılardan ve ulusalcı çizgiden ayırıyor. Bundan dolayı, milliyetçilik ile ulusalcılığın yeniden tanımlanması şart oldu ki, efradına cami ve ağyarına mani bir tanım olsun. Burada asıl sorun aslında iki çizgiyi ve akımı yanlış yapmadan ayrıştırabilmek. Türkçe’de yapay dil oyunlarıyla bunu yapabiliyoruz ama yabancı dilde bunu yapmak imkânsız. Zira mânâ ve anlam itibarıyla ulusalcılık ile milliyetçilik aynı anlama geliyor. Belki ulusalcılığı vatanperverler olarak çevirirseniz o başka. Bundan dolayı bu ayrımı MHP’nin yapması daha sağlıklı olacaktır. Öncelikli olarak Vedat Bilgin’in ulusalcılık tanımı üzerinde duralım. Şöyle diyor: “Türkiye’nin dışarıdan müdahaleye çok açık bir yapısı var. Ulusalcılık adı altında demokrasiye karşı bir siyasî akım var bu ülkede. Köklü bir Baasçı hareketi var bu ülkede. Bu Baasçı hareketin yabancı istihbarat servisleriyle ilişkisi çok açık değil. Ordunun içinde cuntaları kışkırtan bir hareket bu.” Buna mukabil MHP’nin pozisyonunu da şöyle izah etmektedir Bilgin: “MHP devletle değil devletçi anlayışla ve militarizmle arasına mesafe koymak istiyor. Çünkü Türkiye’nin militarizmden kurtulması lâzım. Türkiye’nin geleceği için bu gerekli. Türkiye’nin geleceğini karartmaya kimsenin hakkı yok. Günümüzdeki milliyetçilik, ulus devletin demokratikleşmesini savunmaktır...”

Anlaşılıyor ki MHP militarizme karşı demokrasiyi savunuyor. Veya devletçi milletçi ayrışımında milletçi çizgiye meylediyor. Ulusalcılarla arasındaki temel fark bu olmalı.

Bu tanımın üzerinde biraz durmak gerekiyor. Burada ulusalcılık, demokrasiye karşı darbeci bir zihniyet olarak ele alınıyor. Baasçılıkla da ilinti kuruluyor. Bu hususta yerli bir referans verilmiyor. Halbuki sadece ulusalcılığın değil aynı zamanda Baascılığın da siyasî atası İttihatçılıktır. İttihatçılık da fikren Fransız Devrimine dayanır. 1909 İhtilâli aslında Fransız Devrimi’nin Anadolu’daki son zaferidir. Ve daha sonraki darbelere de referans olmuştur. Ne var ki 1950’lerden sonra darbeci geleneğin Fransız Devrimi çizgisinin yerini Amerikan militarizminden beslendiğini görüyoruz. Ama bugünden baktığımızda Bush çizgisinin Napolyon veya Churchill süreciyle bütünleştiğini görebiliyoruz. Yani komitacılık çizgisi zaman zaman televvün etse ve renklense de temeli bir. Temeldeki çizgi kırılmadan devam ediyor. Zaten Bernard Lewis gibilerine göre de Hareket Ordusu, kurtuluş ordusudur.

***

Vedat Bilgin bu yeni söylemle birlikte İttihatçı gelenekle aralarına mesafe koyuyor. Bunun pratiğe yansıması nasıl olur, bu da başka bir husus. Bu durumda İttihatçı geleneği savunmak günümüzde ulusalcıların payına düşüyor. Ve ulusalcılar hem darbeci geleneğe sahip çıkıyorlar hem de masonik çevrelerle irtibatlılar. Aynı oranda da dine karşı lâkaytlar belki bu lâkaytlık kimi zaman din düşmanlığı kisvesine bürünüyor. Demek ki; kimi deyimlere göre, güç merkezleri veya oligarşi veya kimi diğer söylemlere göre komitacılar veya ifsat şebekelerini temsil ediyorlar. Bu akımların son türevini temsil ediyorlar. Bu durumda ulusalcıları tanımlamak için başka kavramlara da başvurmak durumundayız. Bu kavramlardan birisi de laikçiliktir. Veya son sıralardaki yaygın ifadesiyle fundamentalist laiklik. Bu geleneğin kökleri de yine Fransız Devrimi ve Masonluğa dayanıyor. Dolayısıyla bizde savunulduğu tarzıyla laiklik anlayışı türevinin tek örneği ve bütün dünyadaki uygulamalarından ayrılıyor. İkincisi, kemalizme nisbetle yine ulusalcılık en köktenci kemalist çizgiyi temsil ediyor. Onunla daha ziyade bütünleşmiş görüntüsü veriyorlar. Kendi tanımına göre sözde değil özde ve göbekten bağlı bir yapısı var. Bundan dolayı başkalarıyla sürekli Kemalizm referansı üzerinden atışıyorlar.

Belki tanımlanması açısından bir başka özelliği de emperyalizm veya günümüzdeki suretiyle Amerikan karşıtlığıdır. İşte bu nokta üzerinde biraz daha eğilmemiz gerekiyor. Önemli olan Amerikan düşmanlığı mı, yoksa onun çıkarlarına ve emellerine hizmet edip etmemek midir? Düşman olduğu hâlde ABD’ye dostlarından daha fala hizmet edenler o kadar çok ki! İsrail, ABD’nin biricik ve en namlı dostu ama çıkarlarına hizmetten ziyade zarar veriyor. Ama bazen ahmak düşmanlar dostların sağlayamadığı faydayı temin ediyor. Bu itibarla, düşmanlıktan ziyade önemli olan ABD’nin işine yarayıp yaramadığınızdır. Zannedersem Devletler Oyunu kitabında yer aldığı şekilde Kermit Roosevelt, Nâsır için şöyle bir deyim kullanır: “Tarafsız müttefikimiz... Zira o da Saddam’ın yaptığı yanlışları yapmış ve Arap dünyasının kutuplaşmasına hizmet etmiş ve karşıt kutup da sığınak olarak ABD’nin eteklerine tutunmuştur. 1950-60 arasında Nâsır’ın tarafsız müttefik olarak ABD emperyalizmine katkıları bunlar olmuştur. 1967 yılında İttihatçı geleneğin subaylarını temsil eden Nâsır ve Abdulhakim Amir tek bir kurşun sıkmadan İsrail karşısında devredışı kalmışlar ve mağlûp olmuşlardı. Daha sonra bu hamakatı Saddam tekrarlamıştır.

***

Dolayısıyla sadece tarafsız müttefikler değil bir de düşman taraftan görünen müttefikler var. Bunlar da ahmak düşmanlardır. Ahmak düşman aklıyla değil refleksleriyle hareket eder. Bundan dolayı çok sık dolduruşa gelir. Öfkesiyle oynarlar. Bundan dolayı tuzağa düşmesi kolaydır. Nitekim, 1960’lı ve 70’li yıllarda Amerikan tarafı Irak’ta iktidara gelen Baasçılara komünistlerin listesini vermiş onlar da komünistleri alakart bir güzel temizlemişlerdi. Sonra ne oldu? Sonra 1970’li yıllarda Baas yönetiminde Irak ile ABD’nin ilişkileri kopuktu. Diplomatik ilişki bile bulunmuyordu. İran-Irak savaşından sonra Rumsfeld gelip gitmeye başladı ve diplomatik ilişki kuruldu. Resmî bir sıfatı olmayan Reagan’ın özel temsilcisi Rumsfeld’in açtığı diplomatik koridor yine onun başında bulunduğu Amerikan ordusu tarafından nihayete erdirilmiştir. Demek ki, düşman Baas silâhla oyun oynayarak aslında uzun vadede düşmanı olduğu Amerikan emellerine hizmet etmiştir.

***

İttihatçıların İngiliz düşmanı olması kimin işine yaramıştı peki? Yine Miloseviç’in ulusalcılığı herhâlde en son Sırpların işine yaramıştır! Ulusalcılar da Amerikan düşmanıymış! Pehhhhh. Külahıma anlatsınlar!

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yok yere kriz çıkarmak



Siyasî krizler bir yana, son günlerde gündemimizi meşgul eden yeni bir krizle karşı karşıyayız. Kısaca, ‘gıda krizi’ olarak isimlendirilen yeni krize nasıl sürüklendiğimiz, tartışma konusu. Başta pirinç olmak üzere kuru gıda fiyatlarının bir anda yükselmesi, herkese ‘ne oluyoruz?’ dedirtti.

‘Yetkili’ olan ve olmayan herkes bir açıklama yapıyor, ama yapılan bu açıklamalar bilgi kirliliği sebebiyle piyasaların sakinleşmesini temin etmiyor. Pirinç fiyatlarını bir anda yükseldiği bir vak’a. Aslında fiyatı yükselen sadece pirinç değil. Son aylarda sıvı yağların fiyatları da fırladı. Bir iki ay önce 13 YTL’ye alınabilen 5 kilogramlık sıvı yağlar, marketlerde şimdilerde 20 YTL’yi aşmış durumda.

Peki, ne oldu da fiyatlar böyle fırladı? Bugün itibarıyla bunun makul bir açıklaması yok. Elbette fiyatların artmasında ‘arz-talep dengesi’nin tesiri var, ama anî fiyat artışının arkasında başka hesaplar da olabilir. Elbette her hadiseyi ‘komplo teorileri’yle açıklamak makul ve mümkün değil . Ancak, bir yanda Toprak Mahsulleri Ofisi’nin elinde ihtiyacı karşılayacak kadar pirinç stoğu olduğu ifade edilirken, öte yandan aşırı fiyat artışı nasıl açıklanabilir? Bazı toptancılar 4 YTL’den pirinç aldıklarını ifade ediyor. Öte yandan bir market zinciri 2.5 YTL’den pirinç satmaya devam ediyor. Birbirini nakzeden bu kadar çelişkili açıklamalardan sonra, vadandaşın aklının karışmaması mümkün mü?

Şunu ifade etmek lazım: Hali hazırda pirinç ‘yok’ değil. Var, ama aşırı fiyat artışından haklı olarak şikâyet ediliyor. Fakat ortaya çıkan ‘kuyruk’lara bakınca, sanki ‘pirinç yok’muş gibi anlaşılıyor. “Deprem hariç her şeyin bir senaryosu olduğu”nun tartışıldığı ülkemizde, bu hadiselerin de tesadüf olmadığı söylenebilir. Acaba bu kuyruklar, bir planın parçası mı?

Tabiî ki hadiselerin sorumlusu, netice itibarıyla hükümettir. Eğer varsa, planları neticesiz bırakması gereken de hükumettir. Pirinç krizinde, soruluların ‘stokçular’ olduğu söyleniyor. Ancak stokçuların kimler olduğu ifade edilmiyor. Her ne kadar, ‘ticarî sır’ denilse de, Türkiye’nin ekonomisini alt-üst etmeye aday krizlere zemin hazırlayanlara imkân ve fırsat vermemek gerekiyor.

Bu tartışmalar, ‘tarım’ı yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Yıllardan beri hem tarımı, hem de hayvancılığı ‘tu-kaka’ olarak gördük. Tarım ve hayvancılıkla uğraşmayı ‘ikinci sınıf iş’ olarak görmenin bedelini mi ödüyoruz? Bazı bölgelerimizde mecburî göç sebebiyle, bazı bölgelerimizde de ‘daha iyi yaşama endişesi’ sebebiyle tarım ve hayvancılık ciddî mânâda ihmal edildi. Bugün prinç krizi yaşanıyorsa, yarın yağ, öbür gün süt, daha öbür gün et sıkıntısı yaşamayacağımızı kim garanti edebilir?

Elbette, dünya şartlarına ayak uydurmak durumundayız. Ancak bunu yaparken, Türkiye’nin coğrafî şartlarını ve insan kaynaklarını da düşünmek gerekiyor. Büyük bir kitle, tarım ve hayvancılıkla ‘üretici’ durumunda olabilecekken, onları şehirlere taşıyarak ‘tüketici’ olmaya mahkum etmek akıllı işi mi?

Yok yere krizler çıkararak, ayağımıza ateş etmek isteyenlere fırsat vermeyelim...

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Avrupa Birliği'nin 301 istatistikleri ve Türkiye



TCK 301. maddenin AB Uyum Komisyonundaki görüşmeleri tamamlandı. Karşılıklı suçlama ve atışmalar yaşandı, ama dananın kuyruğu bugün Adalet Komisyonunda kopacak.

Komisyon ayrıntılarını daha sonraya bırakarak Adalet Bakanlığı’nın 301 değişikliği ile ilgili 16 Nisan 2008 tarihli “bilgi notu”nu paylaşmak istiyorum. Notta çeşitli Avrupa Birliği ülkelerinde TCK 301 benzeri düzenleme ve uygulamalara yer verilmiş. Yakın zamanda yapılan resmî yazışmalar neticesinde hazırlanan bilgi notunda maddelerin ayrıntıları ve istatistik bilgileri aktarılmış.

23 sayfalık çalışma CHP ve MHP’li üyelerin hoşuna gitmeyecek. Çünkü aynı maddeyi içeriğinde barındıran Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasındaki muazzam fark ortaya çıkıyor.

İtalyan Ceza Kanununun 291. maddesinde “İtalyan milletine alenen hakaret, sövme ve aşağılayıcı söz sarf etme 1000 Euro’dan 5000 Euro’ya kadar para cezası ile cezalandırılır” hükmü yer alıyor. Hapis cezası yok. İstatistiklere bakıldığında söz konusu maddeden 2000, 2003, 2004 yıllarında mahkumiyet verilmezken 2001 ve 2002 yıllarında sadece birer kişiye para cezası verilmiş.

Polonya Ceza Kanununun 133. maddesi şöyle; “Polonya Milletine ve Polonya Cumhuriyetine hakaret suçu 3 yıla kadar özgürlükten mahrumiyet cezası ile cezalandırılır.” Peki uygulama nasıl olmuş? 2004 yılında bir sadece kişi hakkında dâvâ açılmış. O da şartlı tahliye kapsamında serbest kalmış. 2005 yılında ise sadece bir kişi hapse mahkum edilmiş.

Alman Ceza Kanununun 90. maddesi geniş bir şekilde yazılmış. Cumhurbaşkanı, Federal Alman Cumhuriyeti, eyaletler, anayasal düzen, eyaletlerin rengi, bayrağı, milli marşları, anayasal organlar, hükümet, anayasa mahkemesi ve üyeleri tek tek sıralanmış. Bilgi notunda bizim 301’e denk gelen Almanların 90. maddesiyle ilgili özel istatistik bile yok.

Gelelim İspanya’ya. İspanya Ceza Kanununun 490/3, 496, 504 ve 543. maddeleri TCK 301. maddeyi karşılıyor. Bununla ilgili bir tek veri var. O da 26.10.2005 yılındaki karara göre “Krala aleni hakaret eden İspanya vatandaşı 1 (bir) yıl hapis cezasına çarptırılmış.” Danimarka Ceza Kanununun 115. maddesine bakalım. Bu maddeden yıllar içinde sadece 1994 ve 1995 yıllarında toplam 2 adet mahkumiyet kararı verilmiş.

Fransa’nın 301’i ise ceza kanunlarının 433. maddesi. Resmî yazışmalar neticesinde “bu madde ile ilgili istatistik bilgi veya örnek karar elde edilemediği” notu düşülmüş. Finlandiya Ceza Kanununun 11. faslının 8. maddesi ise yeryüzündeki bütün ırkları hatta dinî grupları da kapsıyor. Finlandiya’nın 301’ine göre; “belirli bir ırk, millet, etnik ya da dini grup hakkında tehdit, aşağılama ya da hakaret 2 yıla kadar hapisle cezalandırılır.” Bu kadar geniş tanımlamaya rağmen 1997-2005 yıllarını kapsayan 9 yılda Finlandiyalı savcılar sadece 19 dava açmış. Ve hiç biri hapis cezasına mahkum edilmemiş. Ya beraat ya da para cezası verilmiş.

Enteresan bir bilgi de İsveç’ten. Bu ülkenin ceza kanununda “devleti ve hükümeti aşağılama şeklinde bir suç” bulunmuyor. Sadece kraliyet ailesine yönelik madde var, ancak o da hiç kullanılmamış. İsveç başsavcısının Türkiye’ye verdiği bilgiye göre “bu maddeyle ilgili açılmış herhangi bir dava istatistiği yok.”

Ve karşınızda Türkiye… Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in açıkladığı TCK 301 istatistiklerine göre açılan dâvâ sayısı bin 481, sanık sayısı 2 bin 332, mahkumiyet sayısı 745. Evet, 301 benzeri maddeler AB ülkelerinde var. Hatta daha geniş şekilde olanı da mevcut. Ama hiç biri Türkiye’deki gibi şöhreti yakalayamamış.

Neden acaba?

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlimler, Allah’a imana götürüyor



Bir Arapça şiirde, “Her şeyde Allah’ın varlık ve birliğine işaret eden bir delil vardır” denilir. Gerçekten araştıran, düşünen, ilimle meşgul olan vicdanlı, insaflı, objektif, aklı ölmemiş, vicdanı sönmemiş, ruhu kararmamış herkes bu delilleri görmekte gecikmez, Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmek zorunda kalır.

Kâinatta o kadar harika bir düzen vardır ki ilim deryasına dalan herkes bu şaşırtıcı düzen karşısında hayretini tutamaz, parmaklarını ısırmaktan, “Allah vardır, birdir, büyüktür” demekten kendini alamaz ve Allah’a imana yönelir.

Max Plank ne güzel söylemiş: “Hangi sahada olursa olsun ilimle ciddî olarak uğraşan herkes, ilim mabedinin kapısındaki ‘İman et!’ yazısını görür, iman eder ve etmiştir. Çünkü iman, ilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir.”

Newton’un gözünde Allah’ın varlığı o kadar açık ve netti ki, “Hiçbir şey olmasa bile bir başparmak Allah’ın varlığını ispata yeter” derdi.

Descartes’in gözünde Allah’ın varlığı, bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşitliği kadar açıktır.

Kant ise Allah’ın varlığını inkâr etmeyi bir güvercinin uçmak için faydalandığı havayı inkâr etmesi kadar gülünç görür.

O günün kıt imkânlarıyla mikroskop altında bir mikrobu incelediğinde Pasteur, mikroptaki ince san'at karşısında âdetâ büyülenmiş, “Kâinata zerre zerre nakşedilen bu harika bilgi, ancak bizden çok üstün Allah’ın ilmiyle olabilir” demişti.

Allah’ın kâinatı yaratırken zar atmadığını söyleyen Albert Einstein da kâinatta aslâ tesadüfe yer olmadığını, Allah inancının ilmî araştırmaların en güçlü ve aslî muharriki olduğunu belirtir.

Dünyanın en büyük genetik uzmanlarından biri olarak bilinen ve sekiz yıl önce çalışma arkadaşı Craig Venter’le birlikte DNA şifresini çözen, bu geni çözme heyecanıyla Allah’ın harika eserini görme fırsatı bulan ve inanmaktan kendini alamayan bilim adamı Dr. Francis Collins da gerçek ilim adamının inanmadan duramayacağının yeni örneklerinden birini verdi.

30 yıldır ateist olarak hayat süren Collins, imanın bir insan, özellikle ilimle uğraşan bir kimse için vazgeçilmez bir gerçek olduğunu bir kere daha gösterdi. Bu incelemeler sonucunda Allah’a fazla yaklaştığını hissetmişti. Eylül’de piyasaya çıkaracağı “Allah’ın Lisanı” adlı kitabıyla ilgili İngiliz The Times gazetesine konuşan 56 yaşındaki Collins, artık mucizelere ve meleklere inandığını söylüyor, “Laboratuvarda çalışırken Allah’ın varlığını hissettim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben ona inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni Allah’a biraz daha yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan umudunu kesmişti. Ama mucizevî olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Yaratıcının işidir” diye konuştu.

Evet, düşünen kafalar Allah’ın büyüleyici, mucizevî eserleri karşısında hayranlıklarını tutamıyor, o eşsiz Sanatkârı tanıma, Ona inanma ihtiyacını hissediyor.

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Oruç: Bağımlılıkların esâretinden kurtulmak



Daha önce, ibadetlerin, yani, İslâm şartlarının, hak ve hürriyetlerin pratiğe dökülmesi olduğuna dikkat çekmiştik. Acaba orucun, yani, aç kalmanın hak ve hürriyetlerle ne ilgisi olabilir?

Oruç pekçok ferdî, içtimâî (psiko-sosyal) hikmetleri, güzellikleri barındırır. Hak ve hürriyetlerin özümsenip benimsenmesine de hizmet eder. Şöyle ki:

- Oruç, insana âciz ve zayıf olduğunu hatırlatır. Acz ve fakrını anlayan, güç ve kuvvetini elinde tutamayacağını bilen insan, zulmedemez.

- Oruç, insanı âdeta melekleştirir. Hatta melekleri de geçebileceğini gösterir. Melekler yemezler, içmezler ve devamlı Allah’ı zikrederler. Nefis taşıyan insan da, Ramazan’da yemez, içmez ve bir nev'î melekleşir. Melekî haller, elbette hürriyetin özelliklerindendir.

- Oruç takvâya götürür. Takva; salih amel işlemek ve günahlardan uzaklaşıp, bütün varlıkların hak ve hukuklarına riâyet etmektir: “Ey îmân edenler! Oruç sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı—tâ ki günahtan sakınıp takvâya eresiniz.”1

- Oruç, sabra alıştırıp her türlü taşkınlıklardan kurtarır, şiddet duygularını törpüler; hak ve hürriyetleri benimsetir.

- Oruçla açlığa, yokluğa alışkanlık ve tahammül dersini fiilî olarak alan insan, zor durumda da kalsa, başkalarının malına, mülküne, ekonomik değerlerine göz dikmez.

- Oruç, yiyecek, içecek ve nefsî arzulara, değil esir olmayı, aksine onlara karşı hâkimiyet kurma dersini veriyor. Bu aynı zamanda onlar karşısında hürriyet kazanmak demektir.

- Oruç, zengini fakirin, güçlüyü zayıfın imdadına koşturur. Böylece sosyal patlamalar önlenmiş olur.

- Oruç, istikbâl endişe ve korkularını da izâle eder. Çünkü, Ramazan mânevî bir fuar, bir ticâret merkezi, bir sergidir. Çok sevap işleyen, güzel ahlâk örnekleri sergileyenlere, Cennet vaad edilmiştir. Şu halde, hem dünya, hem ebedî hayat için, dâima ümitli olunur. İstikbâlden gelen endişe ve korkular da böylece izâle olur.

- Oruç, sözlü şiddeti de engeller. Şöyle ki: Orucun sadece ağız-dil ve mideye mahsus olmadığını biliyoruz. Diğer organ ve duygular da oruç tutmalıdır. Zâten, en büyük fabrika olan ve diğer organlara enerji sağlayan mide fabrikasının çarkları durduğu zaman, diğer azalar da tatile girerler.

Ancak, göz, kulak, el, ayak gibi sâir âza ve duygulara da oruç tutturmamız gerektiğini emrediyor Peygamber Efendimiz (asm): “Öyle oruçlular vardır ki, ellerinde açlıktan başka bir şey kalmaz.”2 Yani göz harama nazar etmeyecek, dil dedikodu yapmayacak, kulak kötü şeyleri dinlemeyecek. Yalanın, dedikodunun, kötü sözlerin ferdleri ve cemiyetleri nasıl dejenere ettiğini yaşayarak ve çok pahalı faturalar ödeyerek biliyoruz.

- Oruç tutan bilir ve anlar ki, bu sayısız ni’metler, ikramlar Allah’ındır. Âciz, zayıf kullar sadece bir tablacı, bir hizmetkâr, bir dağıtıcı, bir tevziât memuru, bir bekçi, bir nezaretçidir. Hakiki mal sahibi olmadıklarına göre, onların karşısında eğilmeye, tabasbusa gerek yok, fayda da yoktur.

İşte oruç, nefsin esaretinden, köleliğinden, bağımlılıklardan kurtarıp, yüce duyguların hürriyet zirvesine çıkarır. Allah’ın emriyle, “nefsî arzular” etrafında—yeme, içme, cinsî münâsebette bulunma gibi—dolanmaktan vazgeçen oruçlu; ulvî, yüce değerleri tefekkür ve terennüm eder. Nefsin esaretinden kurtulur, gerçek hürriyete kavuşur.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Bakara Sûresi, 183.; 2- İbni Mâce, Sıyam: 21.

18.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Osmanlı-Yunan Harbi: Elveda Rumeli



Rumeli'de uzun süredir yaşanan gerginlik nihayet patlak verdi ve 18 Nisan 1897 günü itibariyle Osmanlı–Yunan Savaşı başladı.

Tam bir ay süren bu çetin savaşın her safhasında ve hemen bütün cephelerde Osmanlı kuvvetleri galip gelmesine rağmen, bölgede istenen huzur ve sükûn yine de sağlanamadı.

Aksine, sıkıntı farklı boyutlar kazanarak ve yer yer daha da şiddetlenerek tâ on beş yıl sonraki (1912) Balkan Harbine kadar devam etti.

Peşpeşe yaşanan Birinci ve İkinci Balkan Harbi sonrasında ise, Osmanlı Rumeli'ye vedâ etmek zorunda kaldı.

Bu süre zarfında, bölgede çok büyük dramlar yaşandı. Vaktiyle "Evlâd–ı Fatihân" olarak Rumeli'ye giden Müslüman nüfus, büyük acılar çekti ve çok büyük mühaceretler yaşandı.

Hicret edenlerin çekmiş olduğu büyük eziyet, fecî perişaniyet bir yana, kaçamayıp yerinde kalanların da çekmediği azap, işkence kalmadı.

Öyle ki, tâ 111 sene evvel yaşanan bu kahredici ıztırabın sonu hâlâ gelmiş değil. Rumeli'de, Batı Trakya'da kalmış Osmanlı bakiyesi Müslüman Türk azınlığı, yakın tarihte daha yoğun olmak üzere, ne yazık ki bugün de zalim Sırp, Yunan ve Bulgar ırkçıların ağır baskısı altında bulunuyor.

Hasılı, Osmanlı'nın Rumeli'den çekilmesinden ve orada zaafa uğramasından sonra başlayan huzursuzluk dalgası, bölgede hâlâ dinmiş değil. Batı Trakya'da olduğu gibi, Arnavutluk, Kosova, Makedonya gibi yerlerde, siyasî/sosyal sancılanmalar devam ediyor.

SAVAŞIN FATURASI

Yunanistan, tâ iki–üç ay öncesinden başlamak üzere ciddî mânada bir harp hazırlığı içine girmişti. Hatta, seferberlik ilânında dahi bulunmuştu. Bir yandan da, resmî–gayrıresmî yollarda Müslüman Türk ahaliye sıkıntı veriyor, onlara zulmediyor ve çeşitli baskı yöntemlerini devreye sokuyordu.

Sonunda, harekete geçmek mecburiyetinde kalan Osmanlı hükümeti "Yunan palikaryasına esaslı bir ders vermek" maksadıyla Yunanistan'a karşı 18 Nisan günü harp ilân etti.

Harbin başlamasıyla birlikte, Yunanlılar daha evvel isyan çıkartmış oldukları Girit'te geri adım atmak zorunda kaldı. Ayrıca, yine Rumeli'deki Teselya ve Epir'de de benzer sonuçlar alında.

Ethem Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, hem bu bölgelerde, hem sair cephelerde Yunan kuvvetlerini bozguna uğrattı ve onları eski mevzilerine çekilmek mecburiyetinde bıraktı.

Girit hatası sebebiyle Avrupa devletlerinden de beklediği desteği bulamayan Yunanistan, bir aylık savaşın sonunda, 19 Mayıs günü ateşkes talebinde bulundu.

Ateşkesin ardından, iki taraf arasında barış müzakerelerine başlandı. Müzakere, 18 Eylül'de son buldu ve 16 maddelik bir barış antlaşması imzalandı.

Gariptir ki, savaşta galip gelen taraf Osmanlı olmasına ve antlaşma maddelerinin çoğu Osmanlı lehinde görünüyor olmasına rağmen, tatbikat çok farklı oldu. Yunanistan, ne doğru dürüst tazminat ödedi, ne de işgal etmiş olduğu bölgelerden çekildi. Yapması gereken hemen her işi ağırdan aldı. Bu suretle, bir taraftan zaman kazandı, bir yandan da Avrupa devletlerinin desteğini sağlamaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu.

Osmanlı ise, bütün bu gelişmeler karşısında yalnız kaldı. Hemen hiçbir ülkenin desteğini alamadı. Bölgede yerleşik durumu muhafazaya çalıştı.

Ne var ki, bu politika olumlu sonuç vermedi ve 1912'de başlayan Balkan Harpleri esnasında Rumeli'ye vedâ etmek zorunda kalındı.

Uzun süredir bir televizyon kanalında gösterilen "Elveda Rumeli" dizisi, işte 111 sene evvel yaşanmış olan bu büyük dramı—ne yazık ki yer yer çarpıtıp bozarak—günümüz insanına ekrandan yansıtmaya çalışıyor.

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Mehdi Halıcı Ağabeyin vasiyeti vardı



81 yaşında aramızdan ayrılan ve Hakka vuslat eden Avukat Dr. Mehdi Halıcı Ağabeyle tanışmamız küçük yaşlarıma dayanır. Aynı şehir, aynı mahalle ve aynı çarşıda bulunmamız ve inanç mefkûresinde mazide bir olmamız, bizi birbirimize çok yakın eylemişti. Takdir-i İlâhî böyle tecellî etmişti. Hayatı sırlarla dolu ve maceralarla yüklü nezih ve kibar bir şahsiyetti. Kitaplara sığmayacak kadar hatıralar, hadiseler hep onun mazisindeydi. Fakat bütün zor tablolara rağmen o tebessümünden hiçbir şey kaybetmezdi, sevgi dolu idi.

Düşünün! 1950 öncesi üç üniversitesi bulunan bir Türkiye’de, bir Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak babasına yazdığı “sadakat ve sabır” mektubundan dolayı İstanbul’da tutuklanıp, Nurculuktan tutuklu babası muhterem Sabri Halıcının bulunduğu Afyon Cezaevine 1948 yıllarında gönderilir.

Bütün bunlara rağmen o, tebessümünden ve iyi niyetliliğinden hiçbir şey kaybetmiyor. Yalnız okulunda sekiz dersten kalıyor. Çok sevdiği Hz. Bediüzzaman’a, tahliye olacağı 48. günde bu durumu söyler ve elini öper. Koca sultan da “Evlâdım, imtihana girdiğinde bizi hatırla, duâmdasın, sınıfı geçeceksin” der ve imtihan günü, suâllerin cevabı karşısına gelir…

Kendileri ile çok hukukumuz vardı. 1966 yıllarında 163’ncü maddeden yargılandığımızda vekâlet verdiğimiz dört avukatımızdan biri o idi. Özellikle ve defalarca şahsıma hitaben “Cenazemi mutlaka sen ve arkadaşların kaldırsın” derdi.

Vaktâ ki son dönemlerde ikamet ettiği İzmir’de ağır hasta idi, bazı dönemlerde yazı ile konuşuyordu, son 20 gün ve hele son 5 gün tam sekerâtta idi. Ben düşünüyor ve vefatı olursa nasıl ulaşacağım diyordum. Sırlar âlemi!..

Tam bu arada Ege’den Kutlu Doğum ve emsâli seminer ve konferanslar için davetler aldım. Denizli, Muğla, Nazilli, Ödemiş bitti sırada İzmir-Tire vardı. Salı günü boş idi. Ödemiş’te ikamet eden, beni hiç yalnız bırakmayan İzmir eski milletvekili Mehmet Özkan Beye Pazartesi akşamı dedim ki:

“Av. Mehdi Halıcı Ağabey hasta, her an Hakka göçebilir, yarın mümkünse İzmir’e gidip ziyaret edelim, Konya’dan da bu niyet ve bu sözle çıkmıştım, can dostları biliyorlar”

“Tamam, sabah olsun bir çare düşünelim” dediler. Salı sabahı saat 8’de vakıf binasında “Ege’de Kutlu Doğum” makalemi yazarken, cep telefonum çaldı. Arayan Av. Mehdi Halıcı’nın son eşi Ayla Halıcı yengemiz idi ve Ayla hanımın ilk sözleri:

“Ağabeyinizi, Mehdi Beyi kaybettik. Cenaze namazı Beşikçioğlu Camii’nde kılınacak.”

Yaşlı gözlerle, başta İzmir’deki Hz. Bediüzzaman’ın yaşayan talebelerinden Selahaddin Akyıl Ağabeyleri, Hüseyin kardeşleri aradım. Ardından eski milletvekilimizi aradım, hayrette kaldı ve yollara düştük.

Mezkûr camiye intikal ettik. Bütün can dostu kardeşlerimiz ve oğlu doktor Hakan Halıcı, Ayla yengemiz ve aile dostları ile hep beraber namaz kılarak, onu bir saatlik mesafedeki Karşıyaka - Doğançay Mezarlığı’na, ellerimizle indirdik ve Fatihalarla, Yasinlerle defnettik.

“Cenazemi mutlaka sen ve arkadaşların kaldırsın” vasiyeti bir sırr-ı azîm ve bir müthiş tevafuklar zinciri ile tahakkuk etmişti. Sonradan duyan, Bediüzzaman’ın talebeleri hep bir ağızdan “Neden bize haber vermedin ve keşke biz de o namazda bulunsaydık” dediler. 7 gün o bölgede nasıl kaldım, beni orada kim durdurdu? Salı günü neden herkese “Gidelim” dedim? Hepsi sırlar âlemi... Yaşlı gözlerle, bu muhteşem hadisâtın tesiri altındayım. O kadar acîp ki; sordum Ayla Halıcı yengemize: “Nasıl arayıp buldun beni?” Cevap çok manidar: “Bir anda aklıma, kalbime sen geldin. Mehdi Beyin telefon defterini karıştırdım, senin cebini buldum ve seni aradım, çünkü sana daima ‘Halilullah’ derdi ve sizi çok severdi..”

Merhum Mehdi Halıcı Ağabey, hayatı çok renkli ve merakâver. Fakat benim ve yakın arkadaşlarımın unutamadığı ve inkâr etmediği bir hakikat şudur: O, her zaman ve her zeminde, çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nurları övmüş, sahip çıkmış ve toz kondurmamıştı. Nitekim son günlerinde bir nev'î sekaratta iken başında duran yeğeni Prof. Çelebi’ye gözünü açıp demiş ki: “Bediüzzaman Said Nursî çok büyük bir insan.”

Demek, Hz. Üstad’ın himmeti nâil olmuş ki; bizler ihtiyarımızın dışında oralara sevk olunmuşuz, görev yapılmıştır inşallah.

Ruhu şâd olsun, Halıcı ailesinin başı sağ olsun.

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Bilmece…



Başkentte yalnız iç siyasette değil, dış politika da belirsizlikler içinde yalpalıyor. “Afganistan’a ek muharip asker” muamması da bunlardan biri… Bilindiği gibi, ABD’nin sınırötesi harekâtta “istihbarat paylaşımı”nın karşılığı, en son Bush’un yardımcısı Cheney tarafından iletilmişti. Irak’ın bölünmesi anlamına gelen Kuzey Irak’taki yerel yönetimin “federatif devlet” olarak kabulü, Türkiye’nin İran saldırısına ortak edilmesi ve nihâyetinde Afganistan’a operasyonel ek birlik gönderilmesi, Washington’un başlıca talepleri arasında…

Bükreş’teki son NATO zirvesinde George W. Bush, müttefiklerden Irak işgaline destek, İran’a yaptırımlara ilâve olarak “Afganistan’a muharip ek asker” talebini yineledi. Doğu Avrupa’da oluşturmak istediği “füze savunma sistemi” ile Polonya ve Çek Cumhuriyetinde “radar sistemi” konuşlandırmada ısrar etti.

Amaç, Avrasya’ya üslenmekle, Avrupa ve Asya’yı güdümüne almak; Ortadoğu ve Ön Asya’yı kuşatan ve iki kıt’ayı kapsayan muazzam petrol ve enerji kaynakları ve hatlarını kontrol etmek Rusya, Çin ve Hindistan ekonomisi ve pazarını elde etmek…

Bu hırsla Amerikan Savunma Bakanı Gates, “Eğer müttefiklerimiz bize destek vermezse, NATO Afganistan’da dağılır” şantajına başvurdu. Bush, müttefiklerinin gözünün içine baka baka, “Afganistan’da çıkarlarımıza destek vermezseniz, 11 Eylül olayları sizi de vurur” diye tehditler savurdu. Bir bakıma 11 Eylül olaylarının “ABD’nin işi” olduğunu itiraf ederek…

* * *

Ne var ki aralarında Almanya, İtalya, İspanya ve hatta İngiltere ile Fransa’nun bulunduğu AB ülkeleri, özellikle Soros fonlarıyla halkları aldatmacaya dayanan Ukrayna’daki “turuncu” ve Gürcistan’daki “kadife” devrimlerin fiyaskosuyla “Bush’un plânı”na karşı çıktılar.

İşin ilginci, Almanya Başbakanı Merkel ve İngiltere Başbakanı Brown gibi “Avrupa’daki Bush dostları” itirazları başını çekti. “Bush hayranı” Fransa’nın eksantrik Cumhurbaşkanı Selânikli Sarkozy dışındakiler, “Afganistan’a ek asker” göndermekten imtina ettiler.

Görünen o ki ABD ile AB arasındaki ayrışma gün geçtikçe açığa çıkıyor. AB ülkeleri, açıkça meydan okumazsalar da, Neo-Con’ların peşinde oldukları dayatmaların, bölge ve dünya barışını tehlikeye attığının farkında. Uluslararası sermaye elindeki medya ve propaganda mihraklarınca yapılan şaşırtmalarına rağmen Avrupa ülkeleri, Bush’un “NATO’yu genişletme” paravanında, salt ABD’nin hegemonya ve çıkarlarını hedefleyen politik oyun ve atraksiyonlara gelmiyorlar.

Bundandır ki Bush’un NATO’yu küresel emellerinde istimalinin farkına varıp Ukrayna ve Gürcistan’a üyelik yolunun açılması talebini reddettiler. Rusya’nın da diretmesiyle “füze kalkanı projesi”ni kabul etmediler.

Gerçek şu ki dünyadaki güç dengeleri değişiyor. Çoğu zaman kasten yapılan işgalci ABD’yi AB ile aynı kulvarda gösterme taktiği, artık tutmuyor. Özellikle komünizmin çöküşünden sonra NATO’nun maksadından saptırılarak ABD ve İngiltere’nin hegemonya ve çıkarlarına âlet etme işgüzarlığına, Avrupa ve Asya ülkelerinde ciddî itirazlar yükseliyor…

Özetle soğuk savaş sonrası gittikçe zulüm ve katliamlarla çirkinleşen işgal politikaları, bütün dünyada tepki görüyor. ABD’nin Asya’nın kalbinde yer alan ve enerji kaynakları ve hatları üzerindeki Afganistan’ı işgaline, Irak’ı istila edip bir milyonu aşkın insanı katletmesine seyirci kalan dünya, daha fazlasını kaldıramıyor…

18.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Alel acele 301



Düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden sayılan TCK’nin 301. maddesinin değişikliğiyle ilgili görüşmeler dün AB Uyum Komisyonu’ndan geçti, madde bugün de Adalet Komisyonunda görüşülecek. Özellikle MHP’nin “katı tutumu” sebebiyle sert tartışmaların yaşanacağı kesin.

Bu madde ile ilgili değişiklik her zaman gündemde oldu. Sivil toplum kuruluşlarından teklifler alındı, ancak bir türlü gündeme getirilmedi. Şimdi gündeme getirildi ama bu seferde mesele özgürlüklerin genişletilmesi açısından değil, ya dâvâ açma yetkisinin cumhurbaşkanına bırakılacağı ya da “AB dayattı” çerçevesinden bakılarak tartışma farklı taraflara kaydırılıyor.

Yeni teklif, cezanın üst sınırı iki yıla indiriyor, “Türklük” ibaresi “Türk Milleti”, “Cumhuriyet” ibaresi de “Türkiye Cumhuriyeti” olarak değiştiriliyor. Kovuşturma yetkisi Cumhurbaşkanının iznine bağlanıyor. Ceza üst sınırının 3 yıldan 2 yıla indirilmesi ile 301’den mahkûm olanların cezasının ertelenmesi mümkün oluyor. Bu sebeple değişiklik olumlu karşılanıyor.

* * *

Teklife göre, mahkeme iddianameyi kabul edip kovuşturmayı açacak, sonrasında dâvâ açmak için cumhurbaşkanından izin isteyecek. Bununla 301. maddedeki sıkıntının çözüme kavuşturulmayacağı ortada. Zaten bu konuda da AKP içinde bir fikir birliği yok. Başbakan, yetkinin cumhurbaşkanında olmasında ısrar ederken, Meclis Başkanı Köksal Toptan, “Bu ciddî cezai inceleme gerektirir, Cumhurbaşkanı’nı çok zor durumda bırakabilir” gerekçesiyle yetkinin Adalet Bakanında olmasını istiyor. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin de yetkinin bakanlığa bırakılmasını istiyor. Cumhurbaşkanı Gül ise, “Meclis’in bileceği iş” diyor.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat da bu konuda “muhalefet isterse değişiklik yapabileceklerini” söylüyor.

Bir diğer tartışma da Cumhurbaşkanına “kavuşturma” mı, yoksa “soruşturma” mı yetkisinin verileceği konusunda yaşanıyor. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, o bölümün yanlışlıkla ‘kovuşturma’ diye yazılmış olduğunu, bunun düzeltileceğini söylüyor. Sadece “kovuşturma” yetkisi verilmesinin yeni sıkıntılara yol açabileceği düşüncesiyle ‘kovuşturma’nın yanı sıra ‘soruşturma’ ifadesi de eklenerek rötuş yapılacağı söyleniyor.

Eğer son anda bir “gelişme” olmazsa 301’le ilgili değişiklik komisyondan geçecek.

Yoruma açık, muğlâk ifadelerin olduğu daha madde yürürlüğe girmeden önce söylenmiş, fakat bu uyarılar “uygulamaya bakalım” denilerek dikkate alınmamıştı. Uygulamada yaşanan trajik komik olaylar, maddenin ne kadar yoruma açık olduğunu gösterdi. Bunun son örneği de, Avukat Eren Keskin’in başına geldi. Almanya da yaptığı bir konuşmadan dolayı iki ayrı mahkemede açılan dâvâların birinden beraat ederken diğerinden 10 ay ceza aldı.

Aslında yapılması gereken maddenin tümden kaldırılıp, TCK içindeki ifade özgürlüğünün önünde engel olan diğer maddelerin “özgürleştirilmesi”dir. Peki tabi zihniyet değişimi ile birlikte…

18.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri