O’na (asm) özlemle…
Arınmaya muhtaç gönlümüz; varlığınla güneş buldu ısındı içimiz, aydınlandı yüzümüz… Kulağıma küpe olur her işte, her adımda, bir güzel sözün Senin. Eğiten, öğreten, kaynağı su gibi berrak, temiz sözlerin.
Ülke ülke sınırsız nice kalpleri fethedersin.
Ey ölümsüz sevgili…
Sen ki, her daim bir bulutun gölgelemek için beklediği,
Görevli meleklerin koruduğu,
Her yetimin, sesini duymak istediği.
Sen ki her suçlunun, her günahkârın sığınağı,
Teselliyi sende bulduğu korunağı, barınağı oldun.
O denli emin, o denli yakın bildiler seni.
Reddetmedin hiç, yanına geleni.
Abdurrahman b. Cübeyr ebu Tavil anlatıyor:
Bir gündü ki, iri yapılı bir adam Resûlullah’a (asm) geldi.
(Başka bir rivayette: Kaşları gözlerinin üzerine sarkmış, bastonuna dayanarak gelen yaşlı bir adam Hz. Peygamber’in önünde durup)
“Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, her tür günahı işleyen bir adam hakkında ne dersiniz?”
(Başka bir rivayette: “Günahları yeryüzü halkına dağıtılsa onları helâk edecek derecede olan birine, tövbe imkânı var mıdır?”) dedi.
Resulullah (asm):
“Sen İslâm’a girdin mi?” dedi
Adam:
“Ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve Sen de O’nun Resûlüsün” dedi.
Resulullah (asm):
“Hayırları yap, kötülüklerden kaçın ki, Allah (cc) bütün bunları senin için hayır yapsın” buyurdu.
Adam:
“Bozduğum sözler, hainlikler ve yaptığım bütün kötülükler de mi?” dedi
Resulullah (asm):
“Evet” dedi.
Adam:
“Allahuekber, Allahuekber…” diyerek gözden kaybolup gitti.
(Heysemî, Mecma; 1/36; İbni Hacer, İsabe; 4/149)
...
Senin isminle süsleriz, senin sevginle içimizi,
Senleşiriz, büyürüz.
O kadar ki, yerde çiçek, gökte yıldız olur parlarız.
Sığmaz içimizdeki bu sevgi, taşarız,
Yeryüzüne, göklere ve ötelere...
Cennetlere.
Sen oluruz biz,
Sen ki; cihana bedelsin Sultanım.
Nasıl olduysa oldu, nasıl sardıysan sardın, ufkumuzu kuşattın.
Emrin olur Sultanım, çıkmayacağız buyruğundan, ayrılmayacağız kapından.
Sen nasıl dersen, baş göz üstüne.
Sen, ‘kal’ dedikçe seninleyiz.
Sen ki, sevgilerden, sevmelerden, bu gibi kelimelerden çok çok yücesin.
Lâkin başkaca halimi anlatacak sözcük de yok.
Bir şairin dediği gibi hani:
“Seni sevmek haddim değil ama severim yâ Resulallah,” seveceğim yâ Resulallah…
Yazmak ne haddimize ama bu kalem, bu dil, bu gönül, seni anlatmak için yorulsun izin ver de şahım.
Sen ki, cihana bedelsin sultanım.
Bir sabah vakti aydınlığa çok az kala minarelerden sesin yankılanır.
Kapılırım bu çağrıya ağlamaklı olurum.
“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resûlallah…”
“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Habiballah…”
Derim, defalarca bıkmadan söylerim.
İçimin acıları diner.
Hafifler ruhumu yakan ateşler.
Anlarım, “Yanan kalbe devasın sen. Bulunmaz bir şifasın sen. Muhammed Mustafa’sın sen” diye diye...
…
Gül yüzüne hasretiz.
Gül yüzünü dünyada göremedik ya.
Bari rüyada olsun, lûtfet de görelim bir kerecik yâ Resûlallah.
O yüceler yücesi, tertemiz sevginle yanarken içim,
Yine yetiştin imdadıma, yine benim oldu gökyüzü,
Mutluluğun en verimli gündüzü,
Şafak içimde söktü.
Bir namaz, bir mi'rac öncesi.
Bir meleğin eliyle yıkanan için gibi.
Yıkandım, bir bulut olup aklandım.
O bulut, yağmur olup yağdı içime.
Sonra da gökten yağan değil, “göğe yağan yağmur” oldum o vakit.
Senin için sevgilim.
Sen ki, Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Sen ki, cihana bedelsin sevgilim.
Demek istediğim o ki;
Bir cümle, belki de o tek kelime yeter de artar bile binlerce derdime.
“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resûlallah.”
Yudum yudum bal özü sunuyorsun ruhuma.
Sen ki, cihana bedelsin sultanım.
Hiçbir peygamberin bırakmadığı, ebedî ve sonsuz bir mucize bıraktın.
Öksüz bırakmadın ümmetini.
Rahman’dan armağandı, o Kur’ân’dı.
“Sıkı sıkı yapışın, bağlanın ona, kopmayın,” dedin.
Öğüdün kalbimizdedir, kulağımıza küpedir.
Sen hiç güzelden, doğrudan yana olmayan bir şeye çağırmadın bizi.
“El Emin”di bir ismin. Böyle bilir, tanırlardı seni. Kâinatın şeklini değiştirecek bir dâvetle geldiğinde ise, bazıları gözünü kapadı, bazıları nasipsiz kaldı nurundan.
Olsun, “Azın bereketi çok olur” derler. Bir avuç insanla kâinatı fethe çıktın. Ne insanlardı onlar.
Güneş oldun hayatlara. Odalara, ovalara sığmadı nurun, kıt’alar dolaştı yâ Resulallah.
Sen ki, cihana bedelsin sultanım.
Ne zaman senden ve senin binbir hatıranın biriciğinden bahsetsek;
Isınırız hemen üşüyorsak, çoğalırız hemen azsak.
Nice can, nice ervah doluşur, cinler melekler saf saf oluşur, sarar dört bir yanımızı.
Soluk soluğa kalırız, susarız.. Susarız..
Nefesler tutulur ve kalpler o tek bir cümlede buluşur.
Sana dair o sevgi sözünde..
“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resûlallah!”
Bir yıldız bıraktın söyleşelim diye gökyüzünde.
Gökyüzünü severim yâ Resulallah…
Babamın öldüğü günün gecesi pırıl pırıldı gökyüzü. Yeryüzü karlarla kaplıydı. Her yer ışıl ışıldı.
Babamın tabutunu taşırken üşümedim o soğuk günde bile.
Güneş oldun ısıttın içimi, o Şubat’ın birinde bile.
Ölümü sevdiren sen oldun. Giden ahbabın adresi sen oldun. Hepsini yanında, halkanda sohbetinde bildik. Teselli bulduk.
Canlar canını, ballar balını bulduk. Kovanımız yağma olsun... Yâ Resûlallah.
Allah’ım bu sevgiyi Sen koydun kalbime.
Sevdirmeseydin sevebilir miydim?
Şimdi içimde nurdan bir çağlayan var.
Bu coşkuya tercüman olmakta zorlanıyor dilim.
Rahmet oldun ey yağmur; ey Rahmeten lil âlemin olan sevgilim...
Sen ki, cihana bedelsin sultanım.
Bir cümleyle, bir koca dünyayı seyre getirdin şahım:
“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resulallah…”
Vazgeçmemi istediğin, yasak dediğin nice arzular emrin üzre terk edildi...
Rabbim istediği için.
Birinin ihaneti, birinin tuzağı olacaktı içimizden. İmtihanın gereğiydi bu, lâkin.
Şeytan ve nefsin tuzağına ışık oldun, set çektin, erittin, kül ettin.
Yeter ki adın dilimden hiç düşmesin. Kutlu bir meşale gibi yansın önümde.
İçimde ışık ışık yanarken sözlerin. Benim derdim, sendin.
Kim nereden bilecekti?
Gece yarıları uyanıp, ellerimde tuttuğum ellerin olduğunu.
Cihana bedelsin sultanım.
Gökyüzünle konuşmayı bana sen öğrettin.
Yıldızlarla konuşmayı, Ayla konuşmayı,
Şahit tuttuğun her şeyle konuşmayı, sen öğrettin.
Ne çok şahidin var yâ Resulallah, hadde hesaba, sayıya gelmez.
Her şeye rağmen karanlık, zulmet artsa, zorluklar çoğalsa, ne gam.
Sığınırım o engin şefkatine, şefaatine. Uhud’da Hz. Ali (ra) gibi savaşın şiddetlendiği anda senin arkana sığındığı gibi sığınırım.
Nurundan nasibim ziyadeleştikçe, korkum yok, pervam yok bir elemden.
Kat kat dökülse üstüme katran olup en siyah geceler bile.
Bir damla bulaşmadan, sahil-i selâmete ulaşırım inşaallah o imanla, o ümitle.
Cihana meydan okurum. Değil mi ki, yeryüzü Allah’ımın; Tarık bin Ziyad gibi gemilerimi yakarım. Yürürüm denizlerden.
Çekilen denizlerin ardında, kumlarda kalan yazılar gibi.
İçimin denizleri çekildiğinde adın, ismin belirir...
İki yüz trilyon hücremle beraber:
“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resulallah…”
Cihana bedelsin sultanım.
Sen olmasaydın, kendi sonsuzluğuma inanmak da zordu.
Sen ki, cihana bedelsin sultanım.
Ey benim canlı güneşim.
Kutuplar kadar soğumuş.
Isıt içimi.
Buzlar, içimin ateşinde erisinler.
İklimler önce içimde değişsinler.
Eğer olacaksa bir değişim, böyle olsun isterim.
Sen ki ilk olduğun için sona geldin şahım.
Sen ki cihana bedelsin sultanım.
Ezanlar, sana çağırıyor.
Bir kuş hızla geçti, selâm durdu çağrına.
Sen taşan bir deniz.
Biz kırık bir testiyiz.
Cılız fideler gibi, en hafif rüzgârda sallanır ruhum.
Titreyen bedenim sana tutundu son çarem oldun.
Sarmaşığım oldun.
Çok geç anladık, çok geç...
Duâlarında bizi dilediğini, “kardeşlerim” dediğini, çok geç anladık ya Resulallah.
Geç olmadan yetiş.
Soframızdaki her nimetin, havanın, suyun, güneşin,
Hâsılı bir yudum nefesin bile sendenmiş beti bereketi meğer.
Dargeçitleri geçerken.
Yanımdaymışsın da haberim yokmuş.
Bir kuş oldu kanatlandı duâlarım.
“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resulallah…”
Sen ki, cihana bedelsin sultanım.
Son söz:
Allah’ım affet, adınla güzel et...
26.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|