Dünkü yazımızda, İTÜ İnsan ve Toplum Bilimi bölümü öğretim üyesi, antropolog Timuçin Binder’in, “Türklük”le ilgili bazı tesbitlerini aktarıyorduk. Devam edelim:
“Türklük, bizim ürettiğimiz kültürel kimlik. Aynı şekilde Yunanlılık da, Ermenilik de bir kültürel tasarım ve kurgu. Türklük daha modern bir kavram ve son 200 yılın ürünü. Bugün bu topraklarda yaşayan insanların tarihi, binlerce yıl önceden başlıyor. Yani herkese Türk diyemeyiz, Türklük bugünle ilgili. Kavramları biz icat ettik, herkese Türk dedik. Bizden öncekilerin kim olduğunu bilmiyoruz bile. Biz Uygurlara Türk diyoruz ama onlar kendilerine Türk demiyor. Etnik kimliklerden çıkarak bir şeylere ulaşmak çok zor. Türk olmak için Orta Asya’dan gelmek gerekmiyor. Türklük çok daha sonra oluşmuş bir kimlik. Göçle gelenler 1100’lü yıllarda ‘Danişmentname’ adlı bir eser yazmışlar ama içinde Türk olduklarına dair tek bir kelime yok. Türk veya Türklük kelimesini ilk kullananlar yabancılar oluyor. Bir de Göktürkler kendilerine Türk demişler.”
Irkçılık, bir Frenk illetidir. Müslümanların içine atılmış, tâ onları parçalasın diye. Nitekim, iki yüz yıl önce ortaya atılan ırkçılıkla 200 etnik grubu, onlarca dini, yüzlerce mezhebi ve grubu, gayet mutlu bir şekilde yaşatan Osmanlı’yı parçalamışlar. Nerede ırkçılık, milliyetçilik, orada kan ve gözyaşı vardır. İşte, bugün, Osmanlının çekildiği yerler kan ve gözyaşı gölü!
Şu halde PKK’yı da bitirecek olan, İslâmiyetin “müsbet milliyet” (milliyetçilik değil) anlayışıdır. Bediüzzaman; İslâm medeniyetinin, toplum fertlerini birbirine bağlayan, birlik, yardım ve dayanışmayı sağlayan unsurlar olarak, Batı medeniyetinin esas aldığı ırkçılık yerine din, sınıf ve vatan birliğini getirdiği tesbitini yapar. Yani, aynı dinden olanlar kardeştir, yardımlaşmalı. Dindaş değillerse, vatandaşlık bağları var. Bu da yoksa, sınıf bağı, yani, ilim adamı ilim adamıyla, tüccar tüccar ile irtibat kurup yardımlaşmalı. Dolayısıyla İslamın getirdiği sistem, kapsayıcıdır.
Müslümanlar, insanlara hiçbir zaman “ırk ve menfî milliyet” anlayışı ile yaklaşmamışlar, sadece kendi dindaşlarını koruyup-gözetmemişler, kim olursa olsun hak sahibine hakkını vermeye çalışmışlardır. Hangi din, mezhep, ırk, millet, renkten olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun müsamahayla bakmışlar, âdil davranmışlar; asla ırkî ve dinî taassuba girmemişlerdir. Çünkü, İslâmiyet, buna müsaade etmemektedir.
İslâmiyet, etnik milliyetçiliği kesinlikle reddeder. Allah Resûlü (asm), “Irkçılığa çağıranlar bizden değildir, ırkçılık için savaşanlar bizden değildir, ırkçılık için ölenler de bizden değildir”1 buyurur. Başka bir hadis-i şerîfte de, ırkçılığı “zulüm ve haksızlıkta milletine yardım etme” diye tarif eder. İslâmiyet ise, insanların kabîle, millet ve taifelere ayrılmasının temel sebebini şöyle açıklar:
İnsanlar tanışmak ve yardımlaşmak için kabilelere, taifelere ve milletlere ayrılmıştır. Milliyet, menfî ve müsbet olmak üzere iki kısma ayrılır. Menfî milliyet, diğer adıyla ırkçılık, felsefenin gayr-ı meşrû çocuğudur. Bir Frenk illetidir. Fert ve toplumları ırkla bağlamaya çalışan bu anlayış, çarpışmalara, bölünmelere sebep olur. Birbirlerini yutmakla beslenen ırkçı parazitler, sonunda başkaları tarafından yutulmaktan kurtulamazlar. İkinci Dünya Savaşı, ırkçılık yüzünden çıkmış ve 40 milyondan fazla insan ölmüştür. Irkçılık, boş ve kuru bir övgüden ibarettir. Ayrıca, başkalarını hakîr görme, aldatmaktır. Zamanla öyle bir hâle dönüşür ki, sadece kendi ırkdaşına yardım eder, başkalarını yutmaya başlar.
Dipnot:
1- Ebû Dâvûd, Edep: 113.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|