23 Nisan 2008 günü bir berber koltuğuna oturdum. Aşina simalardan biriydi hemen derin sohbete daldık. Mesele bol. AKP’nin kapatılması sürecinden diğer güncel olaylara kadar bir sürü konu ve mesele var. Biraz hükümete ve Başbakan Erdoğan’a sitem ediyordu. Sitemin gerekçesi de Fatih Altaylı idi. Berber 28 Şubat sürecinde Altaylı’nın bir sözünü unutamamıştı ve vicdanının derinlerinde bir tortu bırakmıştı. Zira başörtülüler için ‘fahişeler’ tabirini kullanmıştı. Bu açıdan hükümeti maslahat ilişkileri kurmakla ve sabiteleri hafife almakla ve mukaddes değerlere ta’n eden ve saldıranları gerekirse yâr ve yâren edinmekle suçluyordu. Zira başbakanın bir zamanlar onun Teke Tek koltuğunun müdavimlerinden olduğunu biliyordu. Haksız da sayılmazdı. Yine Altaylı böyle bir tartışma ile gündeme geldi. Yine baltayı taşa vurdu. Bu sefer de sebebi Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri. Diyanet İşleri Başkanlığı Kutlu Doğum Haftası’nı mütemadiyen 20 yıldır kutluyor. Altaylı’dan önce Kutlu Doğum Haftası 27 Nisan muhtırasının da gerekçelerinden birisi olmuştu. Yine AKP’nin kapatma dâvâsının mesnetlerinden birisi de dinî günlerin millî günlerden daha fazla coşku ile kutlanmasıydı. Olabilir. Ama bunda AKP’nin dahli veya kabahati ne? AKP’den önce dinî günler daha az coşku ile mi kutlanıyordu?
Ne diyordu Hakan Şükür: “Kutlu Doğum’a yakışır bir derbi olsun. Taraftarlar stada güllerle gelsin, hoşgörü elden bırakılmasın..” Fatih Altaylı ne diyor: Hakan irticacıymış ve Peygamber’in adını ağzına almış ve dinî futbola alet etmiş. Bunun adı olsa olsa futbolun dine alet edilmesi olabilir, bu da iftihar edilmesi gereken bir etkinlik olur. Dinin futbola alet edilmesi değil. Altaylı’nın mantığına göre, Şükür, dinî spora alet etmiş ve dolayısıyla bölücülük yapmış. Ona göre başörtüsü de ferdî bir hürriyet veya dindarlık nişanesi değil, düpedüz toplumu kamplara ayırmak ve bölmek için ihdas edilmiş bir simge. Siyasî simge. Hatta CHP’lilerin dediği gibi bir üniforma. Peki öyleyse diğer İslâm ülkelerinde bu başörtüsü niye bölücülük vasıtası olmuyor da sadece ülkemizde oluyor?
***
Fatih Altaylı’nın özrü de kabahatinden daha büyük ve bakın sözlerini nasıl tevil etmeye veya kurtarmaya çalışıyor: “Hakan Şükür’ün sözlerini eleştirmem üzerine yüzlerce mail aldım. Dinsiz diyen de oldu, hak veren de! Dinli olup olmamam kimseyi ilgilendirmez. Hesabını üç beş çapulcuya verecek değilim. Dinimin de, ahlâkımın da hesabı burada sorulmayacak. Hakan’ın inancına da karışmam. Bana ne! Hakan Şükür’ün maça çıkarken duâ etmesine de karışmam, karışamam. Hangimiz zor anlarımızda ya da güç bir işe soyunurken Tanrı’dan yardım istemeyiz ki! Benim derdim bireysel inançlarla değil. İnançların baskı unsuru hâline getirilmesine, milletler, topluluklar, camialar içinde dinî kullanarak gruplaşmalar, ayrılıklar oluşturulmasına. Tabiî bazılarının bunu anlaması zor. Anlamalarını beklemiyorum da. Bu arada bazı yazarlar dahil kimileri “Ne var canım. Bu hafta Kutlu Doğum Haftası, Hakan da onu anımsatmış” diyorlar. Bu hafta Kutlu Doğum Haftası da, Ulusal Egemenlik Haftası değil mi? Hakan Efendi “Bu hafta Ulusal Egemenlik Haftası. Dünya çocukları da ülkemizde misafir. Çocuklara, gençlere iyi örnek olacak bir derbi olsun” diyemez miydi? Bu sözler spora daha çok yakışmaz mıydı!...”
Yani savcının diliyle veya darbecilerin diliyle diyor ki dinî coşkuyu körüklemesin illâ da lâf edecekse Ulusal Egemenlik Günü’nün mânâ ve ehemmiyetine değinsin. Adamın keyfine de karışıyorlar. Demek ki adamın derdi başka. Dinî değerler anılmasın istiyor. Sivil coşkuyu da illâ resmî coşku hâline getirmek istiyor. Kendisi neyi kutlarsa kutlasın, ama Hakan Şükür veya onun gibilerin şahsî tercihlerine karışmasın.
***
Evet bilindiği gibi, Turan Selçuk da başörtülüleri domuzlar suretinde çizmiş ve tasvir etmişti. Danimarka ve Hollanda’da densizlerin aşırılıkları Müslümanları duyarlılığa sevk ediyor. Kadiyanilerin hatemiyeti inkârları da Pakistan gibi ülkeleri gayrete getirmiş ve onları siyer ödülleri tertip etmeye zorlamıştı. Burada da öyle olması gerekir. Bir şerden bir hayır doğar. Hakk şerleri hayreyleye.. Kutsal değerlere karşı tahammülsüzlükler veya hazımsızlıklar bizi elimizdeki değerlerin kıymetini daha fazla idrake sevk etmeli. Peygamber Efendimiz güllerin efendisidir. Geçenlerde Yusuf Kardavi ile ilgili bir kitabı okuyordum. O da, Peygamberimizi Kur’ân'ı mücessem yani somut Kur’ân olarak tasvir ediyor. Hani Hazreti Ayşe’nin bir ifadesi vardı: “Hulukuhu’l Kur’ân” yani onun ahlâkı Kur’ân’dır, diye. Burada Hazreti Peygamber mücessem Kur’ân’a benzetiliyor. Yani yaşayan Kur’ân. Buna eskiler kimi zaman Kur’ân-ı Natık derlerdi. Vahyi matluv ve vahyi gayri matluv ilişkisi gibi. Kur’ân bize Allah’ın bir hedyi ve ipi Hazreti Peygamberin de bir mirâsıdır. İmam-ı Gazali’nin dediği gibi tek masum imamımız Hazreti Muhammed Mustafa (asm) idi. O irtihal-ı dar-ı beka ettikten sonra geride tek masum imamımız Kur’ân olarak kaldı. Ümmet-i Muhammed de bütün ferdleriyle ümmet-i Kur’ân veya yaygın bir Kur’ân’dır. Güllerin efendisine karşı görevimiz onu anlamak, sevmek ve korumaktır. İmanın kemâli onun sevgisini bütün sevgilerin mertebesinin üstünde tutmaktır. Zira onunla bağımız sadece dünyevî veya maddî değil. Asıl irtibat noktamız uhrevîdir. O bizi saadet-i dareyne götürecek Allah’ın metin bir ipi ve köprüsüdür. Kur’ân’a bağlılığımızı Güllerin Efendisi’nin sevgisiyle teşyid edelim ve pekiştirelim.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|