|
|
Abdil YILDIRIM |
Evham ve hayâlat bulutlarına sarılmış hakikatler |
|
İslâmiyetten önce, insanlığın ne kadar sefalet ve cehalet içinde olduğunu anlatmaya kelimeler kifayet etmez. “Cahiliye devri” denilen bu karanlık devirde, hak, adalet, vicdan, merhamet gibi duygular kalpleri terk etmiş, ilim, hikmet ve fazilet yeryüzünden çekilip gitmişti. İnsanlık, cehaletin karanlıklarında boğulmak üzereydi. Sadece, kalbi tamamen ölmemiş, aklı tamamen sönmemiş olanlar bir hidâyet güneşinin doğmasını beklemeye devam ediyorlardı. Nihayet beklenen güneş doğdu, bütün zulüm ve zulümatı ortadan kaldırdı. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; tâ ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti.”
İslâmiyet güneşi, şeriat, hakikat ve adalet ışınları ile öyle parlak bir sûrette zuhur etti ki, yeryüzünü de, gökyüzünü de, insanların kalb, ruh ve gönül hanelerini de gaflet, dalâlet ve cehalet kirlerinden temizledi. İnsanlar, insan olduklarının, “Eşref-i Mahlûkat” olduklarının farkına vardılar. Dünyaya sihirli bir el dokunmuş gibi her şey “sırat-ı müstakîme” doğru yöneldi. Mazlûmlar zulümden, esirler esaretten, cahiller cehaletten kurtuldular. Cehâlet devri kapandı, medeniyet ve fazilet devri başladı. İslâmiyet güneşinin perdesiz olarak aydınlattığı o asır, tam bir saadet asrı oldu.
Hakikat Güneşi hangi coğrafyaya ulaştıysa, orası aydınlandı, nurlandı. O topraklara huzur, bereket, marifet ve medeniyet geldi. Yüzünü İslâmiyet Güneşine çeviren milletlerin yüzü parladı, en parlak medeniyetlere imza attılar. Türk Milleti de, bin yıldır bu güneşin nurundan istifade ettiği için, tarih şeridine şeref levhaları ekleyen milletlerin başında gelmektedir.
Tarih bize gösteriyor ki, ne zaman İslâmiyete (Allah’ın ipine) sımsıkı sarıldıysak, o zaman ilimde, teknikte, san'atta, siyasette ve ticarette, en ileri seviyelere ulaşmış, medeniyetin zirvelerine çıkmışız. Ne zaman ki elimizi İslâmiyette gevşettiysek, hemen sükût etmiş, cehalet, sefalet ve zaruret derelerine yuvarlanmışız. Saadetimizin kaynağının İslâmiyet olduğunu unuttuğumuz devirlerde, huzur ve saadetten de mahrum kalmışız.
Bu gün içinde bulunduğumuz buhranların da sebebi, İslâmiyet Güneşinden yeteri kadar faydalanamıyor olmamızdır. Zira, gaflet ve dalâletimizden dolayı, İslâm’ın özünü ve çekirdeğini ihmal ederek kabuğu ve dış görünüşü ile iştigal ettik. Ona karşı saygısızlık edip, lâyık olduğu hürmeti göstermedik. İslâmiyet üzerine uydurulmuş bazı hikâyeleri inanç esaslarının yerine koyduk, mecazları hakikat ile karıştırdık, cehaletimizden dolayı bid’alara ve hurafelere yöneldik. Hakikat güneşi olan İslâmiyet de, bize küstü, bizden yüz çevirdi, evham ve hayalât bulutlarının arkasına çekildi. Anlayışsızlığımızın, gaflet ve cehaletimizin cezası olarak bizi zillet ve sefalet içinde bıraktı.
Bizi bu sefaletten kurtaracak olan, yine onun merhametidir. Hata ve kusurlarımızı kabul ederek, kemâl-i hürmetle sadakat elimizi uzatır, özür dileyerek yeniden biât edersek, o da evham ve hayâlât bulutlarından tekrar başını çıkartacak, bizlere hak ve hakikat yolunu göstermeye devam edecektir.
Yolumuzu onun nuru ile aydınlattığımız takdirde, zulümâttan ve zilletten kurtulacak, saadet ve medeniyetin zirvelerine tekrar ulaşmış olacağız inşallah.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Güllerin efendisi |
|
23 Nisan 2008 günü bir berber koltuğuna oturdum. Aşina simalardan biriydi hemen derin sohbete daldık. Mesele bol. AKP’nin kapatılması sürecinden diğer güncel olaylara kadar bir sürü konu ve mesele var. Biraz hükümete ve Başbakan Erdoğan’a sitem ediyordu. Sitemin gerekçesi de Fatih Altaylı idi. Berber 28 Şubat sürecinde Altaylı’nın bir sözünü unutamamıştı ve vicdanının derinlerinde bir tortu bırakmıştı. Zira başörtülüler için ‘fahişeler’ tabirini kullanmıştı. Bu açıdan hükümeti maslahat ilişkileri kurmakla ve sabiteleri hafife almakla ve mukaddes değerlere ta’n eden ve saldıranları gerekirse yâr ve yâren edinmekle suçluyordu. Zira başbakanın bir zamanlar onun Teke Tek koltuğunun müdavimlerinden olduğunu biliyordu. Haksız da sayılmazdı. Yine Altaylı böyle bir tartışma ile gündeme geldi. Yine baltayı taşa vurdu. Bu sefer de sebebi Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri. Diyanet İşleri Başkanlığı Kutlu Doğum Haftası’nı mütemadiyen 20 yıldır kutluyor. Altaylı’dan önce Kutlu Doğum Haftası 27 Nisan muhtırasının da gerekçelerinden birisi olmuştu. Yine AKP’nin kapatma dâvâsının mesnetlerinden birisi de dinî günlerin millî günlerden daha fazla coşku ile kutlanmasıydı. Olabilir. Ama bunda AKP’nin dahli veya kabahati ne? AKP’den önce dinî günler daha az coşku ile mi kutlanıyordu?
Ne diyordu Hakan Şükür: “Kutlu Doğum’a yakışır bir derbi olsun. Taraftarlar stada güllerle gelsin, hoşgörü elden bırakılmasın..” Fatih Altaylı ne diyor: Hakan irticacıymış ve Peygamber’in adını ağzına almış ve dinî futbola alet etmiş. Bunun adı olsa olsa futbolun dine alet edilmesi olabilir, bu da iftihar edilmesi gereken bir etkinlik olur. Dinin futbola alet edilmesi değil. Altaylı’nın mantığına göre, Şükür, dinî spora alet etmiş ve dolayısıyla bölücülük yapmış. Ona göre başörtüsü de ferdî bir hürriyet veya dindarlık nişanesi değil, düpedüz toplumu kamplara ayırmak ve bölmek için ihdas edilmiş bir simge. Siyasî simge. Hatta CHP’lilerin dediği gibi bir üniforma. Peki öyleyse diğer İslâm ülkelerinde bu başörtüsü niye bölücülük vasıtası olmuyor da sadece ülkemizde oluyor?
***
Fatih Altaylı’nın özrü de kabahatinden daha büyük ve bakın sözlerini nasıl tevil etmeye veya kurtarmaya çalışıyor: “Hakan Şükür’ün sözlerini eleştirmem üzerine yüzlerce mail aldım. Dinsiz diyen de oldu, hak veren de! Dinli olup olmamam kimseyi ilgilendirmez. Hesabını üç beş çapulcuya verecek değilim. Dinimin de, ahlâkımın da hesabı burada sorulmayacak. Hakan’ın inancına da karışmam. Bana ne! Hakan Şükür’ün maça çıkarken duâ etmesine de karışmam, karışamam. Hangimiz zor anlarımızda ya da güç bir işe soyunurken Tanrı’dan yardım istemeyiz ki! Benim derdim bireysel inançlarla değil. İnançların baskı unsuru hâline getirilmesine, milletler, topluluklar, camialar içinde dinî kullanarak gruplaşmalar, ayrılıklar oluşturulmasına. Tabiî bazılarının bunu anlaması zor. Anlamalarını beklemiyorum da. Bu arada bazı yazarlar dahil kimileri “Ne var canım. Bu hafta Kutlu Doğum Haftası, Hakan da onu anımsatmış” diyorlar. Bu hafta Kutlu Doğum Haftası da, Ulusal Egemenlik Haftası değil mi? Hakan Efendi “Bu hafta Ulusal Egemenlik Haftası. Dünya çocukları da ülkemizde misafir. Çocuklara, gençlere iyi örnek olacak bir derbi olsun” diyemez miydi? Bu sözler spora daha çok yakışmaz mıydı!...”
Yani savcının diliyle veya darbecilerin diliyle diyor ki dinî coşkuyu körüklemesin illâ da lâf edecekse Ulusal Egemenlik Günü’nün mânâ ve ehemmiyetine değinsin. Adamın keyfine de karışıyorlar. Demek ki adamın derdi başka. Dinî değerler anılmasın istiyor. Sivil coşkuyu da illâ resmî coşku hâline getirmek istiyor. Kendisi neyi kutlarsa kutlasın, ama Hakan Şükür veya onun gibilerin şahsî tercihlerine karışmasın.
***
Evet bilindiği gibi, Turan Selçuk da başörtülüleri domuzlar suretinde çizmiş ve tasvir etmişti. Danimarka ve Hollanda’da densizlerin aşırılıkları Müslümanları duyarlılığa sevk ediyor. Kadiyanilerin hatemiyeti inkârları da Pakistan gibi ülkeleri gayrete getirmiş ve onları siyer ödülleri tertip etmeye zorlamıştı. Burada da öyle olması gerekir. Bir şerden bir hayır doğar. Hakk şerleri hayreyleye.. Kutsal değerlere karşı tahammülsüzlükler veya hazımsızlıklar bizi elimizdeki değerlerin kıymetini daha fazla idrake sevk etmeli. Peygamber Efendimiz güllerin efendisidir. Geçenlerde Yusuf Kardavi ile ilgili bir kitabı okuyordum. O da, Peygamberimizi Kur’ân'ı mücessem yani somut Kur’ân olarak tasvir ediyor. Hani Hazreti Ayşe’nin bir ifadesi vardı: “Hulukuhu’l Kur’ân” yani onun ahlâkı Kur’ân’dır, diye. Burada Hazreti Peygamber mücessem Kur’ân’a benzetiliyor. Yani yaşayan Kur’ân. Buna eskiler kimi zaman Kur’ân-ı Natık derlerdi. Vahyi matluv ve vahyi gayri matluv ilişkisi gibi. Kur’ân bize Allah’ın bir hedyi ve ipi Hazreti Peygamberin de bir mirâsıdır. İmam-ı Gazali’nin dediği gibi tek masum imamımız Hazreti Muhammed Mustafa (asm) idi. O irtihal-ı dar-ı beka ettikten sonra geride tek masum imamımız Kur’ân olarak kaldı. Ümmet-i Muhammed de bütün ferdleriyle ümmet-i Kur’ân veya yaygın bir Kur’ân’dır. Güllerin efendisine karşı görevimiz onu anlamak, sevmek ve korumaktır. İmanın kemâli onun sevgisini bütün sevgilerin mertebesinin üstünde tutmaktır. Zira onunla bağımız sadece dünyevî veya maddî değil. Asıl irtibat noktamız uhrevîdir. O bizi saadet-i dareyne götürecek Allah’ın metin bir ipi ve köprüsüdür. Kur’ân’a bağlılığımızı Güllerin Efendisi’nin sevgisiyle teşyid edelim ve pekiştirelim.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Misâl-i muhabbet” |
|
Başlıktaki ifade “sevgi nümûnesi” anlamını taşıyor. Serâpâ sevgi, sevilmeye lâyık, seven, sevilen ve sevdiren anlamında… Ve bu ifade sevgi timsâli olan Peygamberimiz (asm) için kullanılıyor.
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman’ın gayet özlü bir şekilde anlattığı Peygamberimizle (asm) ilgili 19. Söz’de çok dikkat çekici noktalar var. 14 Reşha hâlinde işlenen konu içerisinde Altıncı Reşha’da Efendimizden (asm) bahsederken bu ifadeyi kullanıyor Bediüzzaman. Efendimizin (asm) hem kulluk, hem de risalet, yani peygamberlik yönü var. Kulluğu itibariyle ona baktığımızda bir misal-i muhabbet, yani sevgi timsâli, örneği ve modeli olarak görünüyor.
Sadece sevgi timsâli mi? Aynı zamanda o bir timsâl-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, yaratılış ağacının en nuranî meyvesi, bir ebedî saadetin habercisi, müjdecisi, bir sonsuz rahmetin keşfedicisi, Rububiyet saltanatının güzelliklerinin bir dellâlı, seyircisi, esmâ-i İlâhiyetinin hazinelerinin bir keşşafıdır.
Risâlet yönüyle baktığımız da da onu Hakkın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesile olarak görürüz. Bu özelliklerin herbirini açıklamak için sayfalar gerekli ve hepsi de son derece önemli. Bazılarına kısaca bakmak gerekirse, gerçekten kulluğunun da, peygamberliğinin de hiçbir peygamberin dahi erişemeyeceği kadar büyük ve yüce olduğunu anlamakta gecikmeyiz.
Başta da dikkat çektiğimiz gibi o bir misâl-i muhabbettir. Serâpâ, tepeden tırnağa sevgidir, sevgi timsâlidir, sembolüdür. Bir insan eğer meziyetleri, hasletleri, üstünlükleri sebebiyle sevilecekse en çok sevilmeye lâyık olan o olabilir. Sevgide, saygıda, nezakette, şefkatte, cömertlikte, fedâkârlık ve feragatta, kısacası her insanî haslette, her fazilette erişilmezdi. Sevilebilecek, hayranlık ve takdir uyandıracak bütün özelliklere sahipti.
Bir de ona ebedî saadetin habercisi, müjdecisi yönüyle bakalım. Sadece bu bile sevinçten uçurur, bizi ona karşı sevgi ve saygıyla doldurmaya yeter de artar bile. Düşünün ki, bir adama idam edileceği söylenmiş. Her an asılacağı, öldürüleceği korku ve endişesini taşıyor. Korku ve dehşetle idamını bekleyen bu adama güvenilir biri bir müjde getirse, “İdamdan kurtuldun. Bağışlandın! İşte karar!” dese adam ne kadar sevinir, bayram yapar bir düşünün. Her an ölümün pençesine yakalanacağına, yok olup gideceğine inanan bir insana Peygamberimiz (asm) gelip kâinatın Sahibinden bir haber getirip, “Müjde sana, ölüp yok olmaktan kurtuldun. Sonsuz bir mutluluk seni bekliyor. Bütün dost ve sevdiklerinle ebediyen bir arada bulunacaksın. Hem de sonsuz güzellikte bir diyarda” dese insan ne kadar sevinir, mutlu olur, bir de bunu düşünün.
İşte Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) bize bu müjdeyi getiriyor, yokluktan, hiçlikten kurtulduğumuzu, ebedî bir mutluluğa ereceğimizi müjdeliyor. Diğer onca özellikleri bir yana sadece şu yönüyle bile Peygamberimizi (asm) ne kadar çok sevmemiz gerektiği anlaşılmıyor mu?
Evet, önce Allah’ı, sonra O'nun adına Peygamberimizi seveceğiz. Hem de her şeyden çok. Ya diğer sevdiklerimizi? Elbette onları da seveceğiz. Ama Allah adına. Peki, Allah adına sevmek ne demek? Nasıl olmalı? Annemizi, babamızı, eşimizi, çoluğumuzu, çocuğumuzu, sevdiklerimizi, dünyayı, baharı, gençliğimizi, kısacası sevdiklerimizi Allah adına sevmek ne demektir, nasıl seveceğiz?
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İbadet telâfileri: Kefaretler |
|
Necati Bey: “Oruç ve yeminden doğan kefaret borçlarını tek bir yoksula vermek mi doğrudur, yoksa birden fazla yoksulu gözetmek mi? Kefareti başka türlü ödeme imkânı var mıdır?”
Ramazan orucunu bilerek bozmanın kefareti de, yemini bilerek bozmanın kefareti de nas ile yani âyet ve hadisle sabit olmuştur. Rakamlar ve adetler vahye dayalıdır. Bu açıdan, kefaret verirken bu rakamlara ve adetlere riâyet etmek önemlidir.
İlgili nasları hatırlayalım:
* Ramazan ayında bilerek oruç bozan bir kişiye Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm önce, “Bir köle azad edecek kadar mal bulabilir misin?” buyurdu. Adam buna: “Hayır!” dedi.
Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm daha sonra: “Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?” buyurdu. Adam buna: “Hayır!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bu defa: “Altmış yoksulu yedirecek kadar erzak bulabilir misin?” buyurdu. Adam buna da: “Hayır!” diye cevap verdi.
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a o sırada hurma yaprağından örülmüş ve içi hurma ile dolu bir sepet getirilmişti. Peygamber Efendimiz (asm) o sepeti adama verdi ve: “Bunu sadaka olarak dağıt!” buyurdu.
Adam bu defa: “Bizden daha yoksul birine mi vereceğim? Allah’a yemin ederim ki, bu kara taşlı toprağın üstünde bu hurmalara benim ailemden daha muhtaç bir aile yoktur!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) mübarek ön dişleri görününceye kadar güldü. Ve sonra:
“Git de onları çoluk çocuğuna yedir!” buyurdu.1
Bu hadiste bizimle ilgili olan hüküm ilk üç maddede geçmiştir. Yani Ramazan orucu ile ilgili kefâreti bulunan kimse önce gücü yetiyorsa ve varsa bir köleyi satın alıp hürriyetine kavuşturmalıdır. Buna gücü yetmiyorsa veya (günümüzde olduğu gibi) hürriyetine kavuşturacak köle bulamamışsa, peşpeşe iki ay oruç tutmalıdır. Buna da güç yetiremiyorsa bu defa diğer bir çözüm yolu olarak, her bir güne bedel bir yoksula sabah akşam doyurmak ölçüsünde yiyecek vermelidir. Yani toplam altmış yoksula sabah akşam doyuracak şekilde karşılığını vermektir.
Bu sırayı gözetmek Hanefî, Hanbelî ve Şafiî mezheplerine göre vaciptir. Malikî mezhebine göre ise kişi bunlardan dilediğini tercih etmekte serbesttir.
İslâmiyet köle âzâd etmeyi ibadet dilinin içine koymak sûretiyle zaman içerisinde köleliği kaldırmıştır. Günümüzde oruç kefareti bulunanlar, durumlarına göre diğer iki şıktan birini seçmelidirler. Eğer peş peşe iki ay oruç tutmaya güç yetiremiyorlarsa, her bir gün için bir yoksula yiyecek verme şıkkını tercih edebilirler.
* Yeminin kefareti ise şu âyette bildirilmiştir: “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riâyet edin). Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz!”2
Yeminin kefaretinde önce; on fakiri doyurmak yahut giydirmek veya bir köle azat etmek vardır. Kişi bu üçünden birini tercih edebilir. Bunlara güç yetiremeyen kimse, üç gün oruç tutar.
Bu âyet ve hadislerde geçen rakamlar vahye dayalıdır. Yoksul doyurmak şıkkını uyguladığımızda bu rakamların her birisini müstakil düşünmeliyiz. Yani her bir rakam müstakil bir “yoksulluk haline” tahsislidir. Bu rakamlar toplamı bir defada bir yoksula verildiğinde, sadece “bir yoksulluk hali” gözetilmiş olur. Bu açıdan eğer tamamı bir yoksula verilecekse oruç için altmış bir günlük, yemin için on günlük süre gözetilmeli, verilecek miktarlar bu sürelere yayılmalıdır. Bu durumda da, bu tek kişi her gün aynı derecede yoksulluk hali içinde bulunuyor olmalıdır. Bu süre içindeki günün birinde herhangi bir şekilde yoksulluktan kurtulan kişiye vermeyi kesmeli, başka yoksullara vermelidir.
İki aylık kefaret bedelini baştan bir yoksula peşinen ve tek kalemde verdiğimizde, baştan bu kişinin iki ay süreyle yoksul kalacağını peşinen kabul etmiş olmaktayız. Hâlbuki bu bir zandan ibarettir.
Demek kefaret bedellerini öderken vahiyle gelen adede riâyet edilmelidir. Bunun için ya her gün bir yoksula vermelidir. Bu yoksul, her gün için ayrıca değerlendirilmek şartıyla aynı yoksul da olabilir. Çünkü her gün ihtiyaç tekerrür ettiğinden bu bir yoksul her gün farklı bir yoksul hükmündedir.
Ya da baştan bir defa verilecekse, söz konusu adet kadar yoksullara bir anda dağıtılmalıdır.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Savm, 30; Müslim, Sıyâm, 81
2- Mâide Sûresi: 89
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Nasıl bir nur ve nasıl bir ziya? |
|
Bir haftaya sığmayan Kutlu Doğum, yalnız Türkiye’de değil, bütün İslâm dünyasında ve hâsseten Batı dünyasında Hıristiyanlık âleminde de bütün haşmetiyle gündeme damgasını vurmuş ve çeşitli yayın organları ve her dalın ilim adamları muhtelif müsbet beyanlarda bulunmuşlardır. Kâinatın Efendisi Peygamberimizin (asm) “nasıl bir nur ve nasıl bir ziya” olduğu bütün ihtişamıyla ve endamıyla temâşâ edilmiştir.
Bunlardan bir tanesi, Almanya’nın dünyaca meşhur dergisi Der Spiegel’in tesbiti: (Allah im Abendland) “Batı’da Allah” başlıklı özel sayısı bütün dünyada yankı uyandırdı.1
Derginin Yazı İşleri Müdürü Dr. Rainer Traub, “İslâm Almanya’nın ortasına geldi, Almanlar bunun farkına varmalı ve kabul etmeli” dedi. Derginin bundan birkaç ay önce kapak konusu yaptığı “Dünyanın en güçlü kitabı: Kur’ân” başlığı altındaki tesbitleri ise: “Çölde doğan İslâm dini, bugün Batı Avrupa’daki on beş milyon göçmen ve mühtedinin hayatını şekillendirmektedir. Batı Avrupa’da hiçbir dinî topluluk bu kadar hızlı gelişmemektedir. Suudi Arabistanlı Fahd Matbaasının ifadesine göre yalnız bunlar, yılda sekiz milyonun üzerinde Kur’ân bastırıyor ve Mekke’ye gelen her ziyaretçiye ayrıca bir Kur’ân hediye ediyor. Nitekim sırf Arap dünyası değil, dünyanın her bir tarafında yaşayan birçok Müslüman ve gayr-i müslim, Allah’ın Hz. Muhammed’e neler söylediğini öğrenmek istiyor.”2
Bu gelişmeleri teyid eden bir iki örneği mazinin derin ve parlak sahifelerinden vermek istiyorum: Takriben bundan 100 yıl önce İngiliz mütefekkir Dr. Johnson, verdiği beyanatta; “Kur’ân öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar” demiş.3 Bir diğer düşünür Bernard Shaw ise, 1927 yılında Avrupa’da toplanan, yüzlerce ilim adamının bulunduğu Külliyetü’l-Hukuk kongresinde, onlara ve bütün âleme dönerek şöyle diyor: “Hem Muhammed’in (asm) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celb edebilir. Ben görüyorum ve itikat ediyorum ki, beşere vaciptir ki, desin ‘Muhammed (asm) insaniyetin halaskârıdır.’ Ve halaskârlık namı ona verilmek lâzımdır...” Hem diyor: “Ben itikat ediyorum ki, Muhammed’in (asm) misli yani sîretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse, bu yeni âlemin müşkilâtını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde, müsâlemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebep olacak. Evet, bu yeni âlemin müsâlemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar..”4
Masamızdaki yeni bir belge de şu: Alman Prof. Dr. Thomas Nauman, yazarımız Tuğba Aktaş ile yaptığı mülâkatta diyor: “Medeniyeti dünyaya Hz. Muhammed (asm) öğretti. İşte ben o Muhammed’in (asm) önünde saygı ile eğiliyorum.”5
Bu gelişmelere ve “nur ve ziyanın” inkişafına ayrı bir delil İngiltere’de tahakkuk etmektedir. 2012 olimpiyatları için spor dalında barajı aşan 173 ülkeden katılacak olan 80 bin idareci ve sporcular için, başşehir Londra’ya yakın bir bölgede “olimpik köy” adı altında büyük bir tesis kurulmaktadır. Bu yeni köyün içinde 40 bin kişiyi içine alacak cami temeli atılmıştır.6
Bu müjde ve gelişmeler gösteriyor ki, Hz. Bediüzzaman’ın tabir ve tesbitiyle Efendimiz Peygamber-i Zîşânımız (asm) “Bütün ehl-i imana imam ve bütün insanlara hatiptir” Bu itibarla, Kutlu Doğum Haftası 365 günü içine almıştır ve almaktadır. Çağlara sığmayan “nur ve ziya”, bir haftaya sığar mı? Ve nasıl sığsın?
Dipnotlar:
1- Yeni Asya, 18.4.2008
2- Yeni Asya, Tuğba Aktaş, 17.4.2008
3- İşârâtü’l-İ’câz, B.S.N.
4- Mektûbât, B.S.N., s. 210
5- Yeni Asya, 20.8.2006
6- Vatan, 28.10.2006
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Nerede ırkçılık, orada kan ve gözyaşı |
|
Dünkü yazımızda, İTÜ İnsan ve Toplum Bilimi bölümü öğretim üyesi, antropolog Timuçin Binder’in, “Türklük”le ilgili bazı tesbitlerini aktarıyorduk. Devam edelim:
“Türklük, bizim ürettiğimiz kültürel kimlik. Aynı şekilde Yunanlılık da, Ermenilik de bir kültürel tasarım ve kurgu. Türklük daha modern bir kavram ve son 200 yılın ürünü. Bugün bu topraklarda yaşayan insanların tarihi, binlerce yıl önceden başlıyor. Yani herkese Türk diyemeyiz, Türklük bugünle ilgili. Kavramları biz icat ettik, herkese Türk dedik. Bizden öncekilerin kim olduğunu bilmiyoruz bile. Biz Uygurlara Türk diyoruz ama onlar kendilerine Türk demiyor. Etnik kimliklerden çıkarak bir şeylere ulaşmak çok zor. Türk olmak için Orta Asya’dan gelmek gerekmiyor. Türklük çok daha sonra oluşmuş bir kimlik. Göçle gelenler 1100’lü yıllarda ‘Danişmentname’ adlı bir eser yazmışlar ama içinde Türk olduklarına dair tek bir kelime yok. Türk veya Türklük kelimesini ilk kullananlar yabancılar oluyor. Bir de Göktürkler kendilerine Türk demişler.”
Irkçılık, bir Frenk illetidir. Müslümanların içine atılmış, tâ onları parçalasın diye. Nitekim, iki yüz yıl önce ortaya atılan ırkçılıkla 200 etnik grubu, onlarca dini, yüzlerce mezhebi ve grubu, gayet mutlu bir şekilde yaşatan Osmanlı’yı parçalamışlar. Nerede ırkçılık, milliyetçilik, orada kan ve gözyaşı vardır. İşte, bugün, Osmanlının çekildiği yerler kan ve gözyaşı gölü!
Şu halde PKK’yı da bitirecek olan, İslâmiyetin “müsbet milliyet” (milliyetçilik değil) anlayışıdır. Bediüzzaman; İslâm medeniyetinin, toplum fertlerini birbirine bağlayan, birlik, yardım ve dayanışmayı sağlayan unsurlar olarak, Batı medeniyetinin esas aldığı ırkçılık yerine din, sınıf ve vatan birliğini getirdiği tesbitini yapar. Yani, aynı dinden olanlar kardeştir, yardımlaşmalı. Dindaş değillerse, vatandaşlık bağları var. Bu da yoksa, sınıf bağı, yani, ilim adamı ilim adamıyla, tüccar tüccar ile irtibat kurup yardımlaşmalı. Dolayısıyla İslamın getirdiği sistem, kapsayıcıdır.
Müslümanlar, insanlara hiçbir zaman “ırk ve menfî milliyet” anlayışı ile yaklaşmamışlar, sadece kendi dindaşlarını koruyup-gözetmemişler, kim olursa olsun hak sahibine hakkını vermeye çalışmışlardır. Hangi din, mezhep, ırk, millet, renkten olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun müsamahayla bakmışlar, âdil davranmışlar; asla ırkî ve dinî taassuba girmemişlerdir. Çünkü, İslâmiyet, buna müsaade etmemektedir.
İslâmiyet, etnik milliyetçiliği kesinlikle reddeder. Allah Resûlü (asm), “Irkçılığa çağıranlar bizden değildir, ırkçılık için savaşanlar bizden değildir, ırkçılık için ölenler de bizden değildir”1 buyurur. Başka bir hadis-i şerîfte de, ırkçılığı “zulüm ve haksızlıkta milletine yardım etme” diye tarif eder. İslâmiyet ise, insanların kabîle, millet ve taifelere ayrılmasının temel sebebini şöyle açıklar:
İnsanlar tanışmak ve yardımlaşmak için kabilelere, taifelere ve milletlere ayrılmıştır. Milliyet, menfî ve müsbet olmak üzere iki kısma ayrılır. Menfî milliyet, diğer adıyla ırkçılık, felsefenin gayr-ı meşrû çocuğudur. Bir Frenk illetidir. Fert ve toplumları ırkla bağlamaya çalışan bu anlayış, çarpışmalara, bölünmelere sebep olur. Birbirlerini yutmakla beslenen ırkçı parazitler, sonunda başkaları tarafından yutulmaktan kurtulamazlar. İkinci Dünya Savaşı, ırkçılık yüzünden çıkmış ve 40 milyondan fazla insan ölmüştür. Irkçılık, boş ve kuru bir övgüden ibarettir. Ayrıca, başkalarını hakîr görme, aldatmaktır. Zamanla öyle bir hâle dönüşür ki, sadece kendi ırkdaşına yardım eder, başkalarını yutmaya başlar.
Dipnot:
1- Ebû Dâvûd, Edep: 113.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
XVI. Benedikt neler söylüyor? |
|
Bugünlerde, dünya barışına, doğu-batı kültürlerinin dayanışmasına ve genel insan ahlâkına—kanaatimizce—hizmetlere vesile olacak önemli bir tanışma cereyan etti. Neocon veya neoliberallerin tebessüm ve öksürüğünü bile kaçırmadan haber yapan basınımızın belli bir kesimi, bu haberin üzerine adeta yattı. Konuşmanın Türkiye medyasına yansımaması için önemli tedbirlerde bulunmuş olacaklar ki, BM Genel Kurulundaki XVI. Bededikt’in tarihî konuşmasının içeriğinden bir satır ile dahi olsa bahsetmediler.
Bahsetmeyen, bizim Kemalist ve liberal geçinen basınımız ve büyük yazarlarımız değil. Avrupa’nın da aynı yörüngede seyahat eden basını, hadiseyi ya görmezlikten geldi veya mümkün oldukça küçümsedi. Meselâ Spiegel dergisi, Papa’nın, BM’de üniversite hocası gibi konuştuğunu yazdı. Neocon ve neoliberallerin maddi ve manevî himayesindeki basından elbetteki müsbet akisler beklemek muhaldi. Yalnız; semavi dinlere, insani ahlâk ve değerlere taraftar olduğunu söyleyen basınımız da hadisenin farkına varamadı.
Papa’nın sözkonusu konuşmasını sabırla okumak, tahlil ile anlamaya çalışmak elbette ki kolay değildi. Saldırgan ateistlerin karşı gelişlerini atlatmaya çalışan Papa, ilmî olduğu kadar diplomatik bir üslup da kullanmış. Hıristiyanlık âleminin ruhanî lideri sıfatına ilaveten Vatikan Devlet Başkanlığı sıfatını da unutmamak gerekiyor.
İslâm âleminin diyanetle vazifeli siyaset ve din adamlarının, adalet, hukuk, çevre, aile, iffet ve namus, zararlı cereyanlar ve fukaralıkla ilgili söyleyebilecekleri hususları, tüm dünya devlet başkanlarına, global sivil örgüt temsilcilerine ve BM misyonlarına ders veren XVI. Benedikt’in konuşmasının Türkiye’de gündeme getirilmemesi hakikaten büyük bir kayıptır.
Hak ve hürriyetleri, terörü bahane ile global düzeyde tahrip eden eski komünist ve günümüzün yeni muhafazakâr ve yeni liberallerinin hiç de hoşuna gitmeyecek böyle bir konuşmanın BM’de yapılmış olması, söz konusu tahripkâr cereyan tehlikesinin—inşaallah—Batıda tanınmaya başlanması anlamına da gelebilir. İslâm âleminde ve Türkiye’de 12 Eylül ihtilâlinin, Avrupa ve Amerika’da ise 11 Eylül’ün ortaklaşa başlattıkları ahlâk, hürriyet, din ve insanî değerlerdeki küresel tahribâta karşı, Papa’nın, tekrar, temel prensip, düstur ve değerlere yönelmesi, ehl-i kitabın içindeki tehlikeyi gördüğü anlamına da gelebilir.
Ahirzaman dinsizlerinin Türkiyeli mülhidler aracılığıyla içimize attıkları fitne, yalnızca İslâm cemaatlerinin birbirlerinden kaçışıyla sınırlı kalmıyor. Global düzeyde, dinsizlerin tahribine karşı işbirliğine gidebilecek potansiyele sahip tüm oluşumları birbirlerine düşürmeye çalışıyorlar. En azından işbirliklerini önleyecek düzeyde ecnebilik, soğukluk ve diyalogsuzluğu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Papa’nın dünya milletlerine yönelik hayatî beyanlarının Müslümanlarca nazara alınmaması, bu kareye girse gerek.
Papa; adaleti, aileyi, namus ve iffeti, çevreyi, doğru hürriyeti, din ve vicdan serbestisini, adaletli paylaşımı ve zulme müdahaleyi savunuyor. İki milyarı aşkın Katolik âlemini temsil eden birisinin, şahs-ı mânevîsini seslendirdiği dünyayı nazara almamak, elbette ki akıllıların işi değil. Hıristiyanlık dünyasıyla insanî temellerde ve dinî ahlâkta işbirliğine gitmemek, mevcut neocon ve neoliberallerin tahriplerini kolaylaştırıp genelleştirdiğine göre, Müslümanların—güya—taassuplarından dolayı global ittifaklara kulaklarını tıkamaları, elbette ki zararlarına oluyor.
Şurasını da belirtelim ki, Papa’nın BM önünde sözcülüğünü yaptığı değerler, her şeyden önce Kur’ân’ın malıdır. O istikamette, Papa’nın ve Papa’nın iktibasta bulunduğu feylesofların seslendirdiği bu fikirleri, Peygamberimiz (asm) bin beş yüz sene önce daha kapsamlı, anlamlı ve derin bir şekilde dile getirmiştir. Arzu edenler, bir de bu nazarla âyet ve hadisi inceleyebilirler.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
23 Nisan’ın ardından… |
|
Belki de, 23 Nisan 23 Nisan olalı böyle bir bayram yaşanmadı. AKP hakkında kapatma dâvâsı açıldı, CHP haftasonu kurultayını yapıyor. Bunlar aynı ana denk gelince Meclis’te söz düelloları yaşandı. Bugünkü yazımızda Meclis’te önceki gün yaşananlarla ilgili bazı notlar aktarmak istiyorum.
Açılışının 88. yıldönümü dolayısıyla özel gündemle toplanan Meclis’te Baykal’ın siyasî gerginliği arttırıcı bir nev'î “delegeye selâm” konuşması damgasını vurdu. CHP Genel Başkanı Baykal AKP’lilerin “yuh” sesleri altında yaptığı konuşmada iktidarı sert sözlerle eleştirmesi “bayram”ın havasını kaçırdı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 23 Nisan münasebetiyle siyasî parti liderlerine Çankaya Köşk’ünde verdiği yemeğe de, Toptan’ın akşamki verdiği resepsiyona da katılmayın Baykal, bir lokanta da muhtarlarla yemek yemeyi tercih etmişti!
Genelde bu tür toplantılarda, konuşmalarda günün mânâ ve ehemmiyeti anlatılır. Ancak Baykal öyle yapmadı. “Laiklik” üzerine kurduğu konuşmasında “demokrasilerde olmazları” sıralarken AKP’lilerden tepki aldı. Diğer genel başkanlar ise yaptıkları konuşmalarda gerginliğe sebep olacak sözlerden kaçınmaya özen gösterirken, millî iradenin üstünlüğünden, sorunların çözüm yerinin Meclis olduğundan bahsettiler.
Aslında Baykal’dan önce konuşan Erdoğan’ın konuşmasında da muhalefete özellikle CHP’ye yönelik ince mesajlar vardı. Bol bol Mustafa Kemal’in sözlerinden referans gösterip muhalefeti bu sözlerle vurmayı tercih etmişti Erdoğan. “Bugün hâlâ 80 önceki ezber üzerinden siyaset yapanlar, ne yazık ki, milletimizin yaşadığı büyük değişiklik ve gelişmenin hem dışında, hem de çok gerisinde kaldı” derken, “Kimdir onlar sayın başbakan” soruları ile karşılaştı. Peşinden Baykal konuştu, ortamı gerdikçe gerdi. Protestolar altında konuşmasını yaptı. Ve görevini yapmış bir genel başkan olarak gülücükler atarak yerine oturdu.
Erdoğan’a, Baykal’ın bu üslûbu sorulduğunda ise, “Böyle bir bayram gününde herhalde bu kadar nefret dolu bir konuşma kimse duymak istemezdi… Milletimin yüksek takdirlerine sunuyorum” diyerek cevap verdi.
Burada bir ayrıntıyı da aktarmadan geçmeyelim. Başka bir genel başkanın yapması durumunda bazı çevrelerce tenkitler yapılırdı. Ancak Baykal yapınca bir şey diyen olmadı. Baykal, İstiklâl Marşı okunması sırasında bütün liderlerin bulunduğu genel kurul salonunda yoktu ve bitiminde salona girdi. Yorumsuz veriyoruz. Küçük bir ayrıntı işte…
Bu görüşmelerinin ardından TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın TBMM’nin 88. açılış yıldönümü münasebetiyle resmî kabulü vardı. Genel kuruldaki özel oturuma da katılmayan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları resepsiyona da katılmadı. Resepsiyonda kısa süre kalan Cumhurbaşkanı Gül'ün Köşk’te liderlere verdiği yemek, Baykal’ın bu yemeğe katılmaması, bu toplantıların devam edip etmeyeceği sorulduysa da Gül’ün kısa cevaplar vermeyi tercih etmesi gözlerden kaçmadı.
Yine kısa süre resepsiyonda kalan Erdoğan ise kapatma dâvâsında izleyeceği “yol haritası” soruldu. Bu konuda milletvekilleri ile gruplar halinde görüşmeler yaptığı, görüşmelerin bittiğinde de bir açıklama yapmayacağını söyledi.
Bülent Arınç’ın TBMM Başkanı olduğu dönemde sık sık “eşli veya eşsiz davet” tartışmaları yaşanırdı. Toptan “eşli davet” göndermişti. O dönemde sanki eşli davet gönderilirse akın akın başörtülülerin Meclis’e gelecekleri tahmin ediliyordu. Ancak önceki akşam görüldü ki, resepsiyona sadece bir başörtülü hanım katıldı.
Son bir not…
Meclis Başkanı Köksal Toptan, 15 Mart’ta katıldığı bir toplantı da, AKP’ye açılan kapatma dâvâsını çocuklara anlatmakta duyduğu kaygısını dile getirmiş, “23 Nisan’da Ankara’ya gelecek çocuklarımıza, bu Meclisin yüzde 86’sı halkın siyasî düşüncelerini burada yansıtıyor, ama bu yüzde 86’nın 56’sının partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dâvâ görülüyoru nasıl anlatacağım” demişti. Toptan’ın bu durumu çocuklara nasıl anlatacağı merakla bekleniyordu. Çocuklar Meclis başkanını ziyaret ettiler. Fakat Toptan, kapatma dâvâsını çocuklara anlatamadı. Ne anlatsın ki… Demokrasilerde partilerin millet tarafından kapatılabileceğini mi, yargı kararları ile veya ihtilâllerle partilerin kapatılamayacağını mı? O da anlatmadı zaten…
Meclis’in 88. açılış yıldönümü gergin konuşmalar, Bahçeli ile Türk’ün tokalaşması, resepsiyona katılanlar-katılmayanların konuşulduğu bir ortamda kutlandı.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ermenilerle dostluk ve diaspora ile mücadele |
|
Osmanlı himâyesinde aynı ya da komşu coğrafyayı paylaşan Ermeniler, kültür ve medeniyetleriyle Müslümanlarla âdeta bütünleştiler. Gayr-ı müslim bir kavim olmalarına rağmen hep sulh ve huzur içinde yaşamaları, kaderleri Osmanlılarla âdeta özleşti.
Bundandır ki Bediüzzaman, daha geçen asrın başlarında Osmanlının birlik ve bütünlüğünün, Osmanlı ülkesindeki Müslümanların ve gayr-ı müslimlerin barış ve refahlarıyla doğrudan ilgili olduğunu kaydeder. Meşrutiyetin başında Kürtlere hitaben, “Komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dost olup hakikî kardeşlerimiz olan Türklerle el ele vereceğiz. Zira husûmette fenâlık var, husûmete vaktimiz yok” diye ikaz eder.
Çoğu san’atkâr olan Ermenileri örnek gösterir; “bizim düşmanımız cehâlet, zarûret ve ihtilâftır; bu üç düşmana karşı san’at (sanayi), mârifet ve ittifak silâhıyla cihâd edeceğiz” diye birlik ve beraberlik dersini verir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 23)
Bu açıdan Bediüzzaman’ın, “şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır)” ifâdesi oldukça mânidardır. Çünkü Ermeniler’le dostluk, yalnız yanyana ve birlikte bulundukları Kürtlerin değil, halen onbinlerin yaşadığı İstanbul’da, yüzbinlerin komşu olduğu diğer Anadolu ve Osmanlı şehir, kasaba ve köylerinde, “bu millet” dediği umum Müslümanların emniyet ve selâmeti için oldukça ehemmiyetlidir.
Ne var ki Osmanlının bütün iyi niyetine rağmen, geçen asrın başlarında Ermeni diasporasının Fransa merkezli kışkırtmalarının ardı arkası kesilmez. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “vilâyat-ı Şarkiyede (Doğu illerinde) ekall-i- kalil (azın azı) derecesinde bulundukları için; asla bir ekseriyet teminine ne kemiyyeten (sayıca) ne de keyfiyyeten (kuvvet itibarıyla) Şarkî Anadolu’da iddia-yı temellüke (topraklara sahip olmaya) muvaffak olamayacaklarını anlayan” Ermeni tahrikçileri, Paris’te bir “muhtıra” hazırlayıp Ermeni konferansına sunarlar.
Ermeni Boğus Nubar Paşa ile Kürdler nâmına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşa’nın amacı, bu iki unsuru Osmanlıdan ve Müslümanlardan ayırmakla “Kürd ve Ermeni dâvâsıyla Şarkî Anadolu’daki iftirak âmâlini (ayrılıkçı emellerini) mevki-i fiile çıkarmak (gerçekleştirmek.)”
Bunun Ermenilerin Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olmadığını belirten Bediüzzaman, dönemin gazetelerine yazdığı cevaplar, bugün yine ecnebî ifsadlarıyla Türkiye ve bölgedeki İslâm ülkeleri aleyhine bölücü terör örgütü ile Ermeni komitelerinin işbirliğinin ardındaki menhus maksadı ifşa eder.
Bunun içindir ki Ermeni ahâliye karşı mutlaka merhametli olunmasını isteyen Bediüzzaman’ın, 1935’teki Eskişehir Mahkemesinde, “Hem acaba, eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupa’nın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cemiyeti vasıtasiyle dinsizlik ve ihtilâf ve fesad tohumlarını saçan mülhidlere karşı müdafaat-ı ilmiyem, hangi suretle hükûmet aleyhine alınıyor?” diye sorar. “Avrupa’nın Rum ve Ermeni dinsiz komiteleri”ni, Rum ve Ermeni vatandaşlardan ayırır. (Tarihçe-i Hayat, 221)
Pasinler Cephesinde Ordu kumandanı Enver Paşa’nın ve diğer kumandanların hayranlıkla takdir ettikleri cihad hizmetini yapan, Van’dan hicret eden ahalinin mal ve çocuklarının Rus ve Ermenilerin eline geçmemesi için, otuz-kırk kadar asker ve talebeleriyle Ruslara ve Kazaklara cansiperâne karşı koyup ahâlinin kurtulmasını sağlayan Bediüzzaman’ın, 90 yıl önce deşifre ettiği “Ermeniler üzerindeki fitne”, ne garip ki bugün hâlâ Türkiye ve bölgenin başına belâ…
Bir yandan, “keçe külâhlılar” diye nâm salan talebeleriyle ve fedâileriyle kanları pahasına mücâdele edip kanlarıyla zafer destanı yazarak vatanperverlik ve kahramanlık örneğini göstermek…
“Kürdler, İslâmiyet nâm ve şerefini i’la (yükseltmek) için beşyüzbin kişi fedâ etmişler ve makam-ı Hilâfete olan sadâkatlerini îsar ettikleri (bağışladıkları) kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir” deyip, Paris’teki komploya karşı ikaz etmek. “Kürdlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır; çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar; ecnebî himâyesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler” ifâdesiyle, oyunu bozmak. (Asâr-ı Bedîiye, 519-521)
Diğer yandan, Gönüllü Alay Kumandanı olarak Birinci Dünya Harbinde Doğu Anadolu’yu işgal ederek geçtikleri yerleri harabeye çevirip cesedlerle dolduran, yakıp yıkan Ermeni çeteleriyle çatışmalarda ele geçen Ermeni kadın ve çocuklar için, “Dokunmayın bu mâsumlara! Hepsini bir tarafa toplayın, emniyet içinde sahiplerine teslim edin!” diye emir vermek. “Onlar yaptı; ama mâsum çocuklara ve kadınlara zarar vermek bizim kitabımızda yazmaz, dinimiz izin vermez!” diyebilmek…
Ermeni kadın ve çocuklarının sahiplerine teslimi üzerine, akıl almaz hunharca cinâyetler işleyen, çoluk çocuk, kadın erkek demeden Müslümanları katleden Ermenileri hayretler içinde bıraktırıp, “Madem Molla Said bizim çocuklarımıza dokunmadı; biz de bundan sonra onların çoluk çocuğuna dokunmayacağız” dedirtmek… (Sadık Albayrak. Son Devrin İslâm Akademisi, Yeni Asya Yayınları, 1973, 186, 193, 194)
Gerçek şu ki tarihî süreçte, bu ülkedeki “gayr-ı müslimlerle ve Ermenilerle dostluğun” ve “hürriyetleri”nin gerekleri ve topyekûn millete faydalarını nazara veren Bediüzzaman’ın, “vatan ve millete zarar desîsesi” taşıyan “komiteler”e şiddetle mukabele edişi arasındaki asil tavrı, olayların üstündeki istikâmeti belirler. Doğru yol budur; Ankara’nın akılcı ve usta diplomasisi bu olmalıdır. (Münâzarât, 56-102)
Ermenilerle dostluk, ve eli kanlı Ermeni diasporasıyla mücadele…
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Podyum’daki tesettür |
|
Tesettür, yani ‘örtünme’nin sınırları bellidir. Kişilerin bu ölçülere uyması ya da uymaması neticeyi değiştirmez. ‘Tesettür’ü temin ettikten sonra, bunun ne ile ve nasıl olacağı çok da önemli değil. Nitekim gerek Türkiye’de ve gerek dünyada birbirinden çok farklı şekil ve kıyafetlerle ‘tesettür’ emrinin yerine getirildiğini görüyoruz.
Aylar değil, yıllardan beri tartıştığımız bir konu var: Başörtüsü yasağı. Üniversitelerde uygulanmaya başlayan ‘başörtüsü yasağı’ sonrasında, ‘tesettür’ daha fazla gündemi meşgul etti. 1990’lı yıllarda tesettürü temin eden kıyafetler bulmak kolay değildi. ‘Piyasa’yı elinde bulunduran firmalar daha çok ‘tesettüre uymayan’ kıyafetler imal ediyor ve piyasaya sunuyordu. Sonraki yıllarda, şartların da değişmesi sonucu yeni bir ‘piyasa’ oluştu. Başta, başörtüsü ve pardösü olmak üzere ‘tesettür’ü temin eden ürünlere karşı talep arttı ve bunun da neticesinde bu ürünleri üreten, satan firmalar çoğaldı.
Toplumdaki bu değişimin ‘piyasa’ya yansımaması düşünülemezdi. Nitekim, tesettüre uygun giyim üreten firmalar, bir dönem ‘Manifaturacılar Çarşısı’nın yıldızı oldu.
Derken, bu ürünleri geniş kitlelere duyurmak için ‘defile’ler düzenlenmeye başlandı. 1990’lı yılların başındaki bu defileler, bilhassa yeni örtünmeye başlayan; ancak arzu ettiği ölçülerde kılık-kıyafet bulmakta zorlanan ‘tesettürlü öğrenciler’in ilgisini çekti.
Bu ilgi, haklı olarak beraberinde yeni bir tartışmayı da getirdi. Tesettür, podyuma çıkmalı mıydı? ‘90’lı yıllarda bu konu da çok tartışıldı. Elbette, ameller ‘niyet’lere göre değerlendirilir ve kişilerin ‘kalp’lerindeki niyeti bilemeyiz. O günkü tartışmalarda, ‘podyum’deki tesettürün, gençler üzerinde ‘teşvik edici’ bir etkisi olduğu da söylenebilir.
Son günlerde ise yeniden benzer konular tartışılmaya başlandı. İstanbul’da düzenlenen bir ‘tesettür defilesi’ çeşitli yönlerden eleştiri konusu oldu. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: O gün ‘podyum’da sergilenen ‘tesettür’ ile, bugün sergilenen tesettür arasında maalesef çok fark var. 1990’lı yıllarda podyuma çıkan tesettürde, ‘örtünmek’ daha ön plandaydı ve olması gereken de buydu. Bugün podyuma çıkan ‘tesettür’ün ise örtmekten uzak olduğu görülüyor. Bu yöndeki eleştiriler çok haklı. Üretici firmalar bu eleştirileri mutlak sûrette dikkate almalı. Tesettürü ‘layt’ hâle getirmek kimseye bir fayda vermez ve mânevî mes’uliyeti olan bir konu. Ama aynı zamanda, ‘tesettür’ü vesile yaparak ‘inanç değerlerine’ hakaret etmek istenlerin varlığını da kabul etmeliyiz.
Tamam, tesettür bugün de podyumda olsun. Fakat, tesettür anlayışını tahrip edecek şekilde değil; çizilen sınırların dışına çıkmadan bu iş yapılsın. Olur olmaz yöntemlerle tesettürü tahrip etmeye çalışanlar itirazı hak eder.
En tehlikeli olan da, tesettürü ticarî menfaatlere âlet etmektir. Bu yolla belki ‘para’ kazanılır, ama itibar kazanılmaz. Gönül istiyor ki, tesettürü temin eden kılık-kıyafet üreten firmalar milletin taleplerine cevap verirken bu hususlara da dikkat etsin. Tesettür adına ortaya çıkıp, tesettürü tahrip eder şekilde davranmak kimseye fayda sağlamaz. Elbette tesettürü tercih edenlerin talepleri de değişi-yor, ama temel sınırlar belli. Lüften bu sınırlar zorlanmasın; kişiyi örtmesi gereken kıyafetler, haram nazarların celbine sebep olmasın...
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
23 Nisan'ın kazananları, kaybedenleri |
|
23 Nisan kutlama programlarının bayrama en yakışan tavrı Devlet Bahçeli’den geldi. MHP lideri, özellikle grup toplantılarında çok ağır bir şekilde eleştirdiği DTP’lilere yeri geldiğinde medenî bir tavır sergileyebileceğini bir kez daha gösterdi.
Bahçeli, önce eski Meclis binasında DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan’a adıyla seslendi. “Gel Hasip gel, Meclis’in renkleri tamamlansın” diyerek elinden tutup yanına oturttu. Kaplan da aynı şekilde yaklaştı. Bahçeli, sonra Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın kabulünde parti genel başkanlarının olduğu bölüme Grup başkanı olduğu gerekçesiyle alınmayan Ahmet Türk’ü çağırdı. Tokalaştı, kısa süre sohbet etti.
Karşılıklı jestlerde kim ne kaybetti? Kazanan kimler oldu? Tahriklerin havada uçuştuğu bir zamanda tavanda esen barış havası tabana nasıl yansır sizce?
MHP ve DTP’nin demokratik hoşgörü ve tahammül içinde sergiledikleri karşılıklı tavır -kendimi bildim bileli duyduğum- “Birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde” en çok muhtaç olduğumuz görüntüler değil mi?
Bu görüntüler MHP ve DTP’nin karşılıklı söylemlerini sona mı erdirecek? Hayır. Yeri geldiğinde yine en sert eleştiriler yöneltilecek. Ama en azından havayı yumuşatacak.
İnsanlar konuşmazsa, görüşmezse nasıl birbirini tanıyacak? Medya aracılığıyla gönderilen mesajlar ne kadar gerçeği yansıtacak? MHP ve DTP arasındaki temas AKP ve CHP’ye örnek olabilecek şekilde artarak devam etmeli. Sivrilikler konuşa konuşa törpülenir. Kışkırtılmaya çalışılan husumet böyle önlenir.
Peki aynı görüntüyü devletin askeri ve diğer sivilleri neden devam ettirmedi? Baykal Erdoğan’a, Erdoğan Baykal’a, Büyükanıt DTP’ye, Baykal DTP’ye soğuk ve uzak durmakla ne kazandı? Tersi olsaydı ne kaybederlerdi?
Başbakan Erdoğan bütün parti liderleriyle tokalaştı ama DTP Grup Başkanı Ahmet Türk’ü görmezlikten geldi. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve komutanlar DTP’li bir Meclis’e gelmedi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Abdullah Gül’den dolayı Köşk’e çıkmadı, resepsiyona iştirak etmedi. Erdoğan ve Baykal birbirleriyle konuşmadı.
Koca koca adamlar Çocuk Bayramında çocukların yapmayacağını yaptılar. Milletin gözü önünde küs durdular.
Büyükler böyle yaparsa gençlere nasıl söz geçirecekler?
Üniversitelerde zaman zaman meydana gelen karşıt görüşteki öğrencilerin kavgalarından sonra liderlerin açıklamalarına bir bakın. Şimdi de yaptıklarına bakın.
Örnek olmak iki dudağın arasından çıkan sözlerle yeterli olmuyor ki. Hal, tavır ve filler de bunu desteklemeli.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Erdoğan nereye? |
|
Atatürk'ün kurduğu partinin şimdiki Genel Başkanı, “Laiklik halkın oyuyla mı getirildi? Millete sorulsaydı inkılâplar gerçekleşebilir miydi?” diye sorarken, AKP lideri siyasî rakibinin tezini çürüterek Atatürkçülüğü ibra ettirme çabasını sürdürmekte ısrarlı ve kararlı görünüyor.
Son örneği Meclisteki 23 Nisan konuşması:
“Atatürk, devrimleri millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün olmadığına inanmış; yeni düzeni millete dayatmayı değil, benimsetmeyi amaçlamıştır... Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu, onları hayata geçiren TBMM’dir, bir bütün olarak Türk milletidir.” (aa, 23.4.08)
Peki, kim haklı; Baykal mı, Erdoğan mı? Devrimlerin hangisi halka benimsetilerek yapıldı?
Millî Mücadeleyi yöneten ve Kurtuluş Savaşını zaferle neticelendiren Birinci Meclisin zaferden sonra dağıtılıp M. Kemal’e muhalif olmakla suçlanan çoğunluğun tasfiye edilmesi ve bilâhare mutlak iktidarın cumhuriyet adı altında bir tek parti-tek şef diktasına teslim edilmesi mi?
Bir taraftan “Hakimiyet bilâkaydü şart milletindir” denirken, diğer taraftan bu sözle bağdaşması imkânsız dayatmalara girişilmesi mi?
Takrir-i Sükûn Kanunu ve istiklâl mahkemeleriyle herkesin sindirilip, en ufak bir muhalefet hareketine hayat hakkı ve şansı verilmemesi mi?
Milleti bir gecede cahil durumuna düşüren, Kur’ân başta olmak üzere eskimez harflerle yazılmış bütün eserleri “yakılacak yasaklı kitaplar” takibatının hedefi yapan, çocuğuna Kur’ân öğretmeyi dahi yasaklayıcı baskı ve takiplerin temel dayanağı olarak uygulanan harf inkılâbı mı?
Medreselerin kapatılıp okullardaki din derslerinin tamamen kaldırılması ve çocukların dinlerinden habersiz yetiştirilmeye başlanması mı?
Şapka devrimine muhalefet suçlamasıyla, aralarında din âlimlerinin ve kadınların da bulunduğu birçok insanın darağacına çekilmesi mi?
Ezanın yüzlerce yıldır okunagelen aslî ve orijinal halinden uzaklaştırılıp Türkçeleştirilerek minarelerden okutulması ve beş asırdır cami olarak hizmet veren fetih sembolü Ayasofya’nın mabed olmaktan çıkarılıp müze yapılması mı?
Kanun zoruyla olmasa da, cumhuriyet baloları, danslı eğlenceler, karma eğitim, 19 Mayıs merasimleri ve güdümlü medyanın propagandalarıyla tesettürün kaldırılmaya çalışılması mı?
Örnekleri ilânihaye çoğaltmak mümkün. Ama bu kadarı dahi konuyu toparlamak için yeterli.
Erdoğan bütün bunların millet tarafından benimsendiğini gerçekten inanarak söylüyorsa, o zaman asıl takiyyeyi kendisine oy veren milyonlarca insana karşı yapıyor demektir. Yok, inanmadığı halde böyle konuşuyorsa, bu söyledikleri, kendilerini “en hakikî Atatürkçü” sayanlarca “yeni bir takiyye” örneği olarak yorumlanacak ve kapatma dâvâsına da ona göre bakılacaktır.
Hatırlayanlar olacaktır; Erdoğan’ın siyasetteki hocası Erbakan’ın da iki lâfından biri “Atatürk yaşasaydı partimize girerdi” sözüydü. Ve Millî Görüş lideri tek parti dönemine yönelik eleştirilerini, İnönü’nün başta olduğu 38 sonrası ile 40’lı yıllara hasrederken, 20’lerin sonları ile 38’e kadarki döneme dokunmamaya özen gösterirdi.
Şimdi Erdoğan bu tavrı daha ileri noktalara götürüyor ve Atatürk’ün bütün inkılâplarını milletin onayıyla gerçekleştirdiğini iddia ediyor.
Oysa bu, tarihî gerçeklerle de, bir ara telâffuz eder gibi olduğu, ama hayli zamandır ağzından duymadığımız “DP misyonunun takipçisi artık biziz” söylemiyle de tamamen çelişen bir iddia.
Çünkü Menderes inkılâpları “halka mal olanlar” ve “olmayanlar” olarak ayırmış ve toplum tarafından benimsenmeyenlerin tekrar gözden geçirilmesini istemişti. Üzerine bu kadar büyük hışım çekmesinin ve maruz bırakıldığı zulmün en önemli sebeplerinden biri bu yaklaşımıydı.
Şimdi AKP lideri, CHP’yi dahi sollayarak tam tersini yapmaya kalkışıp, inkılâpların tümünün daha baştan millete mal olduğunu öne sürüyor.
Bize de “Yazık” deyip ibretle izlemek kalıyor.
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
23 Nisan, nasıl üzülmez insan? |
|
23 Nisan’ı yine alışılmış görüntü ve sözlerle kutladık. 1920’den bu güne 88 yıl geçmiş. Bir asra yakın bir zaman. İlkokul yıllarımızda her yıldönümünde büyük bir coşkuyla kutlardık “Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı. Kürsüye çıkarak şiir okuyan arkadaşlarımızın kalbi göğsünden fırlayacak gibi olurdu. Hançeresinin bütün gücüyle “Bu günn Yirmiüç Nisannn / Nasıl sevinmez insan. Atamm bu günü……” falan filan diye öylesine heyecanla ve alelacele okurlardı ki onlar kadar bizler de heyecandan bayılacak hale gelirdik. Bayram konuşmaları yapan öğretmenlerimiz bayramın adını söylerken önceleri “Millî Hakimiyet ve Çocuk Bayramı” derlerdi. Sonraki bayramlarda değişiklik oldu. “Millî Eğemenlik” diye hitap eder oldular. Egemenlik kelimesindeki g harfini yumuşak g olarak okuyorlardı.” Eğemenlik deyince hakimiyet kavramından başka şeyler çağrışım yapardı bende. "Eğe” yani törpü gelirdi zihnime. "Millî törpüleme” gibi bir şey yani. Sonraki yıllarda bayramın adı tamamen öztürkçe olarak değiştirildi. "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak geçer oldu. Ama biz çocukken zihnimizde kalan bayram imajı “çocuk”lara bakan yönüydü. Millî hakimiyet yönü çok da vurgulanmıyordu, arka planda kalıyordu. Rengârenk kıyafetler, sündürme kâğıtları, balonlar, şeker dağıtmalar gibi hep çocuklara bakan yönüyle dünyamızda yer etmişti. TBMM, millî irade, demokrasi gibi kavramlar lise yıllarında biraz biraz işlenmedi değil, ama 23 Nisan yine de çocukların tahta geçtiği bir bayram olarak algılandı. Bir kaç dakikalığına başbakanlık, bakanlık, valilik, belediye başkanlığı, il müdürlüğü vs. makamına oturan çocuklar öğretmenlerinin telkin ettiği konuda ve biçimde “Şu şöyle olsun, bu böyle olsun” diye sağa sola emirler verirlerdi. Büyükler de bıyık altından gülercesine muzip bir tebessümle itaat eder gibi görüntü verirlerdi. Sonra bayram biterdi, pek değişen bir şey olmazdı. Ve bize tam bir çadır tiyatrosu gibi gelirdi bu görevi devretmeler, devralmalar.
Sonraki yıllarda, 27 Mayıs 1960 ihtilâli sonucu, seçilmiş bir hükümetin ve ona destek vermiş bir millî iradenin bir gecede tepetaklak edildiğini öğrendik. Üstelik l961 yılında 23 Nisan’da yine “Millî egemenlik” kutlandığı halde. Aynı yılın Eylül ayında biri başbakan, ikisi bakan üç vekil yani milletvekili, yani milletin vekâlet verdiği üç devlet adamı asılıyordu. Bu feci olayı çocukluğumuzun son yıllarında hazmetmeye çalışırken bu defa bir 12 Mart 1970 muhtırası veriliyor, seçilmiş bir hükümet istifaya zorlanıyordu. Ardından CHP’li olan bir isim, Nihat Erim partisinden istifa ediyor bir müddet sonra hiçbir partiye mensup sayılmayarak, tarafsız bir vekil olarak başbakan ilân ediliyordu. Yine bir traji-komedi vardı. Tarafsız bir başbakan. Dünün taraflı, partili olan bir üyesi ertesi gün tarafsız sayılabiliyordu. Demokrasilerde partili olmanın, taraf olmanın sanki yanlış bir şeymiş gibi algılatılması bir yana bir istifa metni yazmakla bir insanın nasıl iki gün içinde tarafsız hale geldiğini de hâlâ anlamış değildim. Üstelik bütün bu tuhaf ve acaip uygulamalar bütün dünyanın ve milletin gözü önünde oluyordu. Ve her yıl millî egemenlik bayramları büyük coşkularla(!) kutlanıyordu. Çocuklar, kızılderili, asker, gelin, pamuk prenses, yavrukurt kıyafetleri içinde mutluydular her şeyden habersiz. Padişahlar kovulmuş, düşman denize dökülmüş, meclis açılmış, çocuklara bayram hediye edilmişti işte..
Sonra gençlik yıllarımda 12 Eylül 1980, olgunluk yıllarımda 28 Şubat, 27 Nisan’lar ve nihayet Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı vs. vs. dönemeçleri. Kapatılan parti sayısıyla demokrasimiz, millî egemenliğimiz bir rekora doğru gidiyordu. Her şeyin bir kişinin iki dudağı arasında olduğu, bir maddenin yorumuna göre koca koca partilerin kapatılma, Büyük Millet Meclisinin kapısına kilit vurulma ihtimalinin hep genel geçer kural olarak karşılanabildiği ortamlarda bayramlar hâlâ kutlanmaya devam ediliyordu ve hâlâ günün çocukları kürsülere çıkartılıp “Bu gün 23 Nisan. Nasıl sevinmez insan?” diye avaz avaz bağırtılıyordu. Ağlamak mı lâzım, gülmek mi ben karar veremedim. Son kararı büyüklerimiz verecekler. Sevinin diyorlarsa sevineceğiz elbet… Çocuklar ne bilir ki? Demokrasimiz 88 yaşında bir çocuk daha. Nice bayramlara…
25.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|