Süleyman Demirel geçenlerde Tercüman gazetesine Türkiye’de siyasetin bittiğini söylemişti. İşte tam bu noktada Ergenekon krizi, darbe söylentileri ve rejim ve devlet buhranı söylemleri patlak verdi. Kimileri bundan dolayı: “Kriz var, Ergenekon var zira muhalefet yok” diyorlar. Dolayısıyla siyasî kriz, rejim veya devlet krizini de tetiklemiş oldu. Seken siyasî ayak kendi kendine tamir edilemediğinden dolayı bu hem rejim, hem de AKP krizine dönüşmüştür. Yine bunun sebebi Demirel’in de ifade ettiği gibi askerî veya toplumsal mühendislik müdahaleleridir. Artık millet müdahalelere karşı şerbetli hâle geldiğinden ve gardını aldığından dolayı; bu durum yüzeye millet-devlet çekişmesi olarak yansıyor. Millet, ‘Bir daha aldatılmak mı asla. Aldatılmaya paydos!’ diyerek işi inada bindiriyor. Bu ‘manipülasyonlara şerbetliyim’ tavrı da, aklı ve muhakemeyi tamamen tatil ediyor. Ama maalesef yapacak bir şey de yok.
28 Şubat sürecinden beri millette derin devlete karşı bir refleks gelişti ve bu da çekişmeyi ve tıkanmayı beraberinde getiriyor. Bunun da iki kanadı var. Muhafazakâr kesimler ordu siyasete karışıyor diye ona karşı mesafe koyarken tam karşısında ulusalcılar ise ordu yeteri kadar siyasete bulaşmıyor veya müdahale etmiyor diye kırgın ve tepkililer. Dolayısıyla cumhuriyet tarihi en derin ve ontolojik krizini yaşıyor. Krizin derinliğini analiz eden Şükrü Karaca gibiler bunun bir rejim ve ondan öte devlet krizi olduğuna parmak basıyorlar. Şükrü Karaca gibilerine göre, daha önce yaşanan krizler aslında devlet krizi değildi. Belki kısmen siyasî ve ondan maada rejim kriziydi. 12 Eylül’de siyaset ülkeyi yönetemez hâle gelmişti. Şimdi ise siyaset ülkeyi tıkır tıkır yönetiyor. Ama tek ayak üzerinde. Dolayısıyla siyasî bir krizden söz etmek mümkün değil. Hakim siyasî parti veya yapı ile devlet kurumları arasında kan uyuşmazlığından mütevellit bir devlet krizi var. Ülkeyi yönetenler dizginleri kaybettiklerini düşünüyorlar. AKP ise bir takım iteklemeler veya zorlamalarla birlikte iktidar olayım derken kadrolaşarak muktedir olmanın yollarını açıyor. Sözgelimi, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı olarak atıyor, ama Menderes döneminde bazı kurumlara yapılan atamalardaki gibi atananlar altlarına veya bürokrasiye nüfuz edemiyor ve atamalar yüzeysel kalıyor. Bundan dolayı bürokrasi, başındaki cumhurbaşkanına bile dâvâ açabiliyor. Bu da Şükrü Karaca’nın ifadesiyle devlet krizininin yansımasından başka bir şey değildir.
***
Devlet krizini en fazla sembolize eden hususlardan birisi de Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu’nun ifadesine göre resmi ideolojinin yani Kemalizmin bitiş trendinde ve sürecinde olmasıdır. Katırcıoğlu çatışmanın da bu yüzden kaynaklandığını düşünüyor. Halkın güdülmeye karşı refleksi derin devlet veya ulusalcılar katında da rejim elden gidiyor algısına dönüşüyor. Bu itibarla, devlet ile millet arasında derin bir güvensizlik var. Devlet ve millet tezadının tam arasında kalan AKP de bunun çekim alanında savrulup duruyor. Şükrü Karaca gibiler çıkışı AKP’nin derin devlete teslim olmasında ve uzlaşmasında görüyorlar. Ama CHP kafadan AKP’nin bitişini ilân etmiş bile. Geri dönüşü ve pazarlığı mümkün görmüyor. Şükrü Karaca mücadelenin siyasî arenada veya devlet içinde kalmasını ve halka yansımamasını da istiyor. Kontrol dışına çıkmasını mahzurlu görüyor ve buna mukabil ara formüller öneriyor. Kimileri de AB üzerinden krizin yumuşatılabileceğini öngörüyor, ama Barroso örneğinde olduğu gibi AB temsilcileri ortadan konuşsalar bile Ulusalcılar onları da taraf olarak algılıyor. Dolayısıyla krizden çıkmak için içerideki ve dışarıdaki hakem adayları da bu titizlikle elenmiş oluyor. Şükrü Karaca gibilerin yaklaşımlarına mukabil, Mümtaz’er Türköne ve Hasan Celâl Güzel gibiler AKP’yi tasfiye sürecinde krizin sokağa taşacağını ve halka mâl olacağını ve son sözün de halk tarafından söyleneceğini ifade ediyorlar. Hakemlerin bittiği noktada, krizi bir şekilde halkın çözeceğini düşünüyorlar.
***
Anlaşılan 12 Eylül öncesi krizden daha derin ve büyük bir krizle karşı karşıyayız. Mahiyeti 28 Şubat krizinden veya sürecinden çok farklı değil ama vüs’at ve derinlik itibarıyla onu da gölgede bırakan bir kriz. Zira Millî Görüş çizgisi devletin bu kadar dehlizlerine ve derinlerine inmemişti ve onu yüzeyden söküp atmak nisbeten daha kolaydı. İkincisi de, halk tabanı olarak da AKP kadar genişliğe ulaşamamıştı. Dolayısıyla toplumsal mühendisliğin Türkiye’yi gelip taşıdığı nokta burası. Artık sistem kendi kendini yenilemek bir tarafa imha ediyor veya oyun kendi kendine son veriyor. Güç oyunu bozar. Nihayet herşeyin de bir limiti var.
15.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|