9Nisan tarihinde Bağdat’ın düşüşünün beşinci yıldönümünde (2008) Türkmeneli TV’de Peter Arnett’in savaş öncesi Irak’la ilgili olarak CNN’e yapmış olduğu bir belgeseli 5 yıl sonra izleme fırsatı elde ettik. Peter Arnett’in savaşa giden süreçte Bağdat izlenimleri gerçekten de çok taraflıydı. Buna rağmen Amerikan yönetimini de memnun edebilmiş değildi. Onu millî çıkarları zedeleyen bir yayın yapmakla suçluyorlardı. Aslına tam tersiydi. İzlediğim belgeselde Tarık Aziz’le gerçekleştirilen bir mülâkat vardı. Savaşın gerçek sebeplerine ışık tutuyordu. Saddam’ın saraylarındaki teftişi izledikten sonra Tarık Aziz’le mülâkat gerçekleştiren Peter Arnett “17 bin sayfa tutarında Irak kitle imha silâhlarından temizdir belgesi yayınlıyorlar, ama bu neye yarar ve buna kim inanır? Bu tek yanlı belgeler kimi tatmin eder? Başkanlık saraylarını bu tarz silâhlardan temizledikten sonra ziyarete izin vermedikleri ne malûm? Irak’ın da gizlice Kuzey Kore gibi bir gün nükleer silâh sahibi olmayacağını kim garanti edebilir?" gibi niyet okumalar sunuyordu. Burada sürekli olarak mantık ters işletiliyordu. Zira, uluslararası hukuk maddî ve somut delillere ve kanıtlara bakar. Yoksa tatmin olma noktasına bakmaz.. Zira bu subjektif bir kriterdir. Hukuk niyete bağlı olarak işlemez. Somut delillere göre cereyan eder. Burada ise tam tersi bir gelişme görüyoruz. Zanlıdan berî olduğunu ispat etmesi isteniyor. Halbuki ispat mükellefiyeti sadece iddia makamına düşer. Bir diğer komik durum da somut gelişmelere dayalı olarak teftişe veya savaşa Kuzey Kore’den başlayacakları yerde meseleye Irak’tan başlamalarıdır. Peter Arnett, Tarık Aziz’e savaş tamtamları çaldığını ve bunun sebebinin kitle imha silâhları olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Tarık Aziz savaşın gerçek sebeplerine ışık tutan bir cevap veriyor: "Bu savaşın iki sebebi var. Birincisi Irak petrolleridir. ABD, Suudi Arabistan gibi petrol kaynaklarından müstağni kalabilmek için Irak petrolleri üzerine çöreklenmek istiyor. İkincisi de Irak üzerinden yeni bir bölgesel düzen kurmak...” Demek ki amaç Saddam’ı veya kitle imha silâhlarını ele geçirmek değil aksine Saddam’ı tasfiye ederek Irak’ı ele geçirmekti. Emellerine de ulaştılar. Ama amaç kamuoyuna tersyüz edilerek takdim edildi. Saddam yem ve bahane yapılarak Irak ele geçirildi. Bundan sonra da Amerikalılar planlarını uygulamaya koyuldular. Tarık Aziz’in, Peter Arnett’e dediği gibi bölgesel bir düzen bâbından BOP ve ardından GOP gibi projeler devreye girdi. Aziz’in temas ettiği Petrol meselesini Alan Greenspan ve John Abizaid teyid etti. Demek ki Tarık Aziz ve Irak liderliği savaş sonrasını ve savaşın sebeplerini net görmüş ve iyi analiz etmiş.
***
Savaştan sonra da düzen için 'creative caos/düzenleyici kaos' adını verdikleri planı uygulamaya koydular. Bunun araçlarından birisi de böl/yönet prensibiydi ve bunu da maharetle uyguladılar. Bu yöntemi hem İran hem de ABD kullandı. Sabık Irak modeli ikisinin de kurtulmak istedikleri bir modeldi. Bu bağlamda, önce Şiîleri ve Sünnîleri birbirine düşürdüler. Ardından Şiîlerle Şiîleri ve Sünnîlerle Sünnîleri birbirine kapıştırdılar. Bu, ‘böl ve yönet’ prensibinin vazgeçilmez kuralıydı. Kissinger gibiler bunu vâdediyorlardı. Bu planda kullanılan araçlardan birisi de genç ve deneyimsiz ama müteheyyic Mukteda Sadr idi. Mehdi Ordusu adı altında başıbozuklardan etrafına kimi verilere göre 60 bin kişilik türedi bir zümre topladı. Kırılmanın eşiğinde hep diğer siyasî güçler kendisine sahip çıktılar. Sözgelimi tedavi için Londra’ya gittikten sonra Sistanî onu kurtarmak için apar topar Bağdat’a geri dönmüştü. Abdulaziz Hekim hiçbir zaman taat altından çıkmadı. Sadakatini bozmadı ve ikircikli davranmadı. Oyunu kuralına göre oynuyordu. Mukteda nuşuz/serkeş bir çizgide ilerliyordu. Bundan dolayı da felâket olduğu gibi aynı zamanda muhtemel bir umuttu. Bu umut sonunda buhar oldu ve serapa dönüştü. Hem İran, hem de ABD tarafından kullanıldıktan sonra buruşmuş mendil gibi dürüldü ve atıldı.
***
Sadrîlerle Bedrîler (Bedir Tugayları) Şiî- Sünnî kamplaşmasının Şiî kesimdeki ayaklarını temsil ediyorlardı. Ve aynı zamanda kendi aralarında da rekabet hâlindeydiler. Bedrî’ler göbekten İran’a ve ABD’ye bağlıydı. Ve ayrıca hem ABD hem de İran’ın tasvibine ve onayına mazhar olan Şiî federasyonu fikrini destekliyordu. Mehdi Ordusu ise planların ortağı değil yandaşıydı. Sünnî kesimde Mecalisu’s Sahve’nin yaptığını Şiî kesim de Mehdi Ordusu ve Bedrîler yaptı. Sünnî kesimde Kaide’ye karşı Mecalisu’s Sahve çıkartılmadan önce Mehdi Ordusu ve Sadrî’ler aynı işi bir dereceye kadar ifa ettileler. Şiî kesimin de Mecalisi onlardı. Bunun sonucunda Hasan Haydar’ın yazdığı gibi (el Hayat: 10/4/2008) Sünnî kesimler ABD’nin kucağına itildi ve siyasî ortaklığa mecbur ve razı edildiler. Daha baştan beri oynanan oyun buydu. Şiîlerin askerî ve siyasî baskıları netice itibarıyla Mecalisu’s Sahve gibi kontra silâhlı Sünnî grupların teşekkülüne ve mayalanmasına zemin hazırladı. Bunun en temel sebeplerinden birisi Ölüm Mangaları ile Mehdi Ordusu’nun ayrım gözetmeden kimlik cinayetleri irtikâp etmesiydi. Buna mukabil, Kaide de Şiî-Sünnî veya Irak’lı-Amerikalı ayrımı gözetmeden herkesi hedef alıyordu. Kaide seçici davranmazken Mehdi Ordusu gayet seçici davranıyordu. Bunlar ABD’nin planlarını olgunlaştırdı. Sünnî kesimlerde Bush’la görüştükten sonra öldürülen Mecalisu’s Sahve’nin Lideri Süleyman Ebu Rişe’nin karşılığını Şiî kesimde büyük çapta Abdulaziz Hekim temsil ediyordu. Ama Mukteda’nın da bu rolde payı var. Mukteda yumaşak söyleminin tam hilâfına ülkede taifi/mezhepçi şiddeti besledi. Tetikçilik yaptı. Sünnî kesimdeki Kaide’nin hilâfına üstelik işgalcilere tek kurşun bile sıkmadı. Fadlallah gibiler kimi kastediyorsa Irak’ta Şiî direnişi olduğunu da iddia ediyorlardı bir zamanlar. Bu işgalcilere karşı bir direniş miydi yoksa Sünnîlere karşı mı, anlaşılamadı! Mehdi Ordusu adı altında tafiyye ordusuna yakışır bir misyon ifa ettiler. Belki böylece Sünnî kesimlerden babasının veya amcasının intikamını toptan ve topluca almış oldu ve bu intikam dürtüsüyle de Amerikalılara ve İran’a hizmette kusur etmedi. Ama Hasan Haydar’a göre, Amerikalılar ile İranlılar zımnî olarak Mukteda’yı bitirme konusunda mutabakata vardılar. Çünkü ihtiyaçları kalmadı. Basra hesaplaşması ile birlikte miadı doldu. Amerikalılar Basra’da Mukteda güçlerinin yanında İranlılar da çarpıştı ve Irak’lı askerler Mehdi Ordusuna silâh çekmek istemedi deseler de (bu sonuncusu iddia değil gerçek) ama hem ABD hem Irak ve hem de İran Mukteda Sadr sayfasını kapattı ve defterini dürdü. Artık Amerikalılar düzenleyici kaos döneminden düzen kurma dönemine geçmek istiyorlardı ve dolayısıyla kullandıkları aleti de kırma vakti gelmişti. Daha fazla ihtiyaç kalmamıştı. Siyasî ve askerî açıdan safra hâline gelen Mukteda sonunda kadavra hâline getiriliyor. Sistani onu terk etti, İran onu terketti ve Irak’taki dostları onu terk etti. Bedrî ile Sadrî’nin kavgasından Bedrîler galip çıktı. Zira onlar ne İran’ın ne de ABD’nin bir dediğini iki ediyorlardı. Sadr ise Kum’a dinî ilimler tahsil etmeye çekileceğini ilan etti. Neden dinî tahsilini önce yapıp da bu işleri sona bıraktı anlamak mümkün değil. Herhâlde aklı yetmediğinden. Bu hizmetlerinden sonra ‘Huccetü’l İslâm’ lâkabıyla Kum’da gönül rahatlığıyla kavuğunu büyütebilir. Amerikalılar kısmen amaçlarına ulaştılar, İranlılar da öyle. Neden o da ulaşmasın? Belki ileride Ayetullah da olur!
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|