|
|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Allah'ım, Sana'dır duâlarım |
|
Partikül fiziği sahasındaki çalışmalarıyla 1968’de “Bilim Ödülü”nü kazanan Prof. Dr. Feza Gürsey, Cumhurbaşkanı ve seçkin davetlilerin bulunduğu salonda konferansına şu cümlelerle son veriyordu:
“Bir avuç insan eski dervişler misâli, tabiatın sırlarında dolaşır dururlar. Muhyiddin-i Abdal’ın dediği gibi:
Muhyiddinem dervişem
Hak yoluna girmişem.
On sekizbin âlemi
Bir zerrede görmüşem.”
Şinasi’de bir şiirinde aynı şeyi söylüyordu:
“Varlığını bilmem ne hâcet küre-i âlem ile,
Yeter isbatına halkettiği bir zerre bile.”
Gerçekten de bu kâinatın hepsi, zerreden küreye kadar her şey, bilsin ya da bilmesin O’na doğru yol almakta, Allah’a koşmaktadır. Başlangıç O’ndandır, dönüş O’nadır. Ama asıl mûteber olan, Allah’ı bilerek arzulamaktır. O’nun emirlerine şuurla boyun eğmektir. İnancımızın ve dinimizin gereği olan bu teslimiyet, körü körüne bir bağlılık ve sürüklenme değildir. Bu Rabbimize karşı olan sevgimizden doğar ve her zerrede hükümran olan İlâhî azameti idrak ve anlamaktan kaynaklanır. Bu böyle bir sevginin ve İlâhî bir aşkın, bağlılığın teslimiyetidir.
Evet, küçük ya da büyük demeden her ihtiyacımızı Allah’tan istemekten çekinmeyelim. Çünkü küçük ve büyük her şey O’nundur. Yaratıcımızın varlığını ve birliğini gösterir. “Atomların İç Dünyası” adlı kitabında Zeno Bucher, şöyle der: “Allah’ın büyüklüğü, en küçük şeyde de tecellî eder.” Evet, her şey Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla ve istidadıyla dahi Allah’a duâ eder.
Akıllara durgunluk veren şu kâinat kitabını okuyup, Yaratıcısının büyüklüğü karşısında huzur ve huşu ile secdeye varmak, başımızı yere koymak ve teslim olmak ne büyük bir görev.
Bütün işlerimizde sadece Allah’a güvenerek, her şeyi yapan ve yürütenin O olduğunu, varlık dünyasında yalnız O’nun hükmünün geçerli olduğunu düşünmek ve böylece O’nun yarattıklarına değil bizzat Yaratana kul olmak, en büyük bir mutluluk kaynağıdır.
Allah’a bu denli içten ve samimî bağlanış, çalışma hayatımızı felce uğratan ve İslâmiyet’le asla ilgisi bulunmayan bir tenbellik, bir miskinlik değil, bilâkis yapmak istediğimiz meşrû ve hak olan işlerde daima Allah’ın yardımcımız olduğu düşüncesiyle bize güç veren bir enerji ve huzur kaynağıdır.
Sebeplerini yerine getirip çalıştıktan sonra, asıl yapıcının ve yaratıcının Allah olduğunu hatırlayıp, bizi başarıya ulaştırması için, Allah’a dayanmak, O’na yalvarıp mânevî bir güç kazanmaktır. Bu yönüyle Allah’a tevekkül ve duâ bizi tenbellikten kurtardığı gibi, insan ruhunu alçaltan iltimas ve rüşvetten de korur. Çünkü Allah’a inanan insan bir zerrecik de olsa, hakkı olmayan bir şeyi istemez. Sadece hakkı olan şeylerin olması için de kimseye değil yalnız Allah’a güvenir. O’na duâ eder, O’ndan ister. Böyle olunca da, kendi gibi fani ve âcizlerin önünde eğilip küçülmez, küçük dünya menfaatleri için dalkavukluk ve yaltaklanma yapmaz. Allah varken, kula kul olmaz.
İnsan çalışacak, ancak işlerinde başarıya ulaşmak için kalbini ve maneviyâtını da Allah’a olan güveniyle dolduracaktır. Bunun içindir ki, her işe duâyla yani besmeleyle başlarız. Besmele’de “Rahman ve Rahim olan Allah’ın yardımına güvenerek başlıyorum” deriz. Bu güçle başlanan işin sonu, elbette hayır ile biter.
Sosyologlar ve din psikolojisi ile uğraşan bilim adamları, tarihte gelişen medeniyetlerin, hep inançtan ve dinden doğduğunu ispat etmişlerdir. Selimiye ve Süleymaniyeleri de yaptıran bu İlâhî aşk ve vecd değil midir?
Samimî olarak Allah’a yalvarmak, O’na güvenmek, muhakkak ki, en ümitsiz anlarda bile insanı selâmete ve başarıya götürür. Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm): “Allah (cc) kendisine cânı gönülden duâ edenleri sever” buyurur.
Yanık gönüllerden yükselen yakarışlar çok çabuk Allah’a kavuşur, rahmet olarak döner ve insanı sonsuz bir mutluluğa gark eder. Allah, bize bizden yakındır. “Kullarım, sana Benden sorarlarsa söyle: Ben onlara yakınım. Duâ edenin duâsına icabet ve kabul ederim. Bana duâ etsin ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki, doğru yolda yürüyüp selâmete ersinler.” (Bakara: 186)
Hz. Peygamberimiz (asm), duâ hakkında buyuruyorlar ki: “Duâ mü’minin silâhıdır, dinin direğidir, göklerin ve yerin nurudur.” (Hakim)
Yine Peygamberimiz (asm): “Darlık zamanında Allah’ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok duâ etsin.”
“Genişlik zamanında duâ etmek kadar Allah’a hoş gelen bir şey yoktur” buyurur. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi, İbn Hibban, Hakim)
Yine bir başka hadislerinde Peygamberimiz (asm) buyururlar: “Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir günah ve yakınlarla ilgiyi kesme isteği olmayan bir duâ ile Allah’a niyaz etsin de, Allah ona üç şeyden birini vermesin: Ya isteğini yerine getirir; yahut onun isteğini ahireti için saklar; yahut da duâsının dengi olan bir kötülüğü ondan savar.
Dediler ki: O halde çok duâ edelim.
Buyurdu ki: Allah da çok kabul eder.”
“Kul, ‘Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!’ dediği zaman Allah der ki: ‘Lebbeyk (geldim) kulum, iste, istediğin verilecektir.’” (İbn Ebi’d-Dünya)
***
“Allah, kıyamet günü mü’mini çağırır, huzurunda durdurur, der ki:
“Kulum, Ben sana, Bana duâ etmeni emretmiş ve duânı kabul edeceğime söz vermiştim. (Allah bildiği halde sorar:) ‘Bana duâ ediyor muydun?’
“Evet yâ Rabbi” der.
“Ama, Ben senin her duâna cevap verdim. Falan falan gün başına gelen bir üzüntüyü kaldırmam için Bana yalvarmıştın, Ben de o üzüntüyü kaldırıp seni sevindirmemiş miydim?”
“Evet yâ Rabbi.”
“O duânı dünyada kabul ettim. Falan falan gün de yine başına gelen bir sıkıntıyı açmam için Bana yalvarmıştın, fakat sıkıntının açıldığını görmemiştin?”
“Evet yâ Rabbi.”
“İşte o duâna karşılık sana Cennette şunu şunu hazırladım. Falan falan gün de bir dileğini yapmamı istemiştin, yaptım.”
“Evet yâ Rabbi.”
“Onu da sana dünyada verdim. Falan falan gün de bir muradını vermemi istemiştin, muradın yerine gelmemişti.”
“Evet yâ Rabbi.”
“İşte onun yerine de sana Cennette şunu, şunu verdim.”
Allah’ın Resûlü şöyle devam etti: “Hâsılı, Allah, mü’min kulunun yaptığı duâlardan hiçbirini bırakmaz, hepsini sayar; ya bunları dünyada kulu için yaptığını veya âhirete bıraktığını söyler. O makamda mü’min, ‘Keşke dünyada hiçbir duâmın karşılığı verilmeyip ahirete bırakılmış olsaydı,’ der.” (Hakim)
“Bir kimseye fakirlik erişir de onu insanlara söylerse, fakirliği giderilmez. Ama birine fakirlik erişir de onu Allah’a söylerse, Allah ona er veya geç bir rızık verir.”
DUÂ NEDEN İBADETİN ÖZÜDÜR?
Bunun üzerinde biraz duralım: Duâ ibadetin özüdür, çünkü Cenâb-ı Hak, ‘Bana duâ edin, kabul edeyim’ diyor. Duâ eden kimse, önce Allah’ın bir emrini yerine getirmiş olur. Sonra duâ eden, Allah’a inandığı için duâ etmektedir. Allah’tan başka her şeyden yüz çevirip, işini yalnız Allah’tan beklemektedir. Yalnız O’na güvenmekte, mutlak kudretin O’na ait olduğunu bilmektedir. Bu inanç ise, Allah ve tevhit inancının özüdür.
Duâ eden kul, Allah’ına yaklaşmıştır. Ruhu, Allah ile çok yakın ilgi kurmuştur. Zaten ibadetin aslı da Allah’a yaklaşmaktır. Yüce Allah, Yusuf Sûresinde Hz. Yakub’un gönülden Allah’a bağlanışını, her şeyi O’na havale edip, O’ndan asla ümit kesmeyişini bize bir örnek olarak anlatmaktadır: “Ben Allah’tan, sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim. Ey oğullarım, gidin Yusuf’u ve kardeşini arayın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, zira Allah’ın rahmetinden ancak inkârcı millet ümit keser.” (Yusuf: 56 ve 87)
Abdullah ibn Amr yoluyla gelen bir hadis-i şerifte de Peygamberimiz (asm) şöyle buyuruyor: “Kalpler, birtakım kaplardır. Kimi kiminden büyüktür. Ey insanlar, Allah’tan bir şey istediğiniz zaman, kabul edileceğine inanarak isteyiniz. Zira Allah, gönülden gelmeyen gaflet içinde bir kalbin dışından çıkan duâyı kabul etmez.” (Ahmed İbn Hanbel)
Yüce Allah, İsra Sûresinin 110. âyetinde şöyle buyurur: “İster Allah’a, ister Rahman’a duâ ediniz de hangisine duâ etseniz en güzel isimler O’nundur. Namazında ne yüksekten oku, ne de sesini gizle, ikisi arasında bir yol tut.” Rivayete göre Hz. Ebubekir duâyı içinden yapar, “Rabbime gizli söylüyorum, benim ne istediğimi O biliyor” derdi. Hz. Ömer de açıktan duâ eder, “Şeytanı kovuyor, uykuyu gideriyorum” derdi. Bu âyet inince Hz. Peygamber, Hz. Ebûbekir’e sesini biraz yükseltmesini, Hz. Ömer’e de sesini biraz indirmesini emretti.
DUÂNIN HAYATIMIZA FAYDASI
Saymakla bitmeyecek kadar sayısız faydaları vardır duânın. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz. Fakat bundan önce Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye adlı eserinden bir bölümü arz edelim:
“Arkadaş! Bilhassa muztar (çaresiz) olanların duâlarının büyük bir tesiri vardır. Bazen o gibi duâların hürmetine, en büyük bir şey, en küçük bir şeye musahhar (hizmetkâr) ve mutî olur.
“Evet kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duâsı hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek duâlara cevap veren Zât, bütün mahlûkata hâkimdir. Öyle ise, bütün mahlûkata dahi Hâlıktır.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 77-78)
Gelelim duânın hayatımıza katkısına ve faydasına:
Duâ, Allah’tan hidayet ve başarı talebidir.
Duâ, insanı olgunlaştırır, başarıya ulaştırır.
Rızkın genişlemesine, sağlığın artmasına, ömrün bereketlenmesine vesile olur.
Duâ, hazinesi sonsuz, kerem ve ihsanı bol olan Allah’tan istemektir.
Duâ edeni Allah’ın rahmeti kuşatır. Allah’ın ihsanı ve yardımı ona yönelir.
Duâ eden, Allah’a itaat etmiş olur.
Genişlik ve sağlık zamanlarında duâ etmek, darlık ve hastalık zamanlarında fayda verir.
Allah, kulunun çok ve ısrar ile duâ etmesini sever.
Duâ hayrı çeker, zararı savar, uzaklaştırır.
Duâ eden, duâsının yararını ya hayatında, ya da öldükten sonra muhakkak görür.
Duâ insanı belâdan korur, inmiş ve inecek musibetlere karşı da bir kalkan olur.
Duâ, Kadîr-i Mutlak’a karşı son derece küçülme, huzur ve huşu’dur. Bu küçülme ve huşu, kerem ve rahmeti sonsuz olan Allah’ın rahmetini celbeder. Bunun için duâ, ibadetin özü kabul edilmiştir.
Duâ, düşmanların tuzaklarını ve düzenlerini bozar.
Üzüntü ve sıkıntıları defeder.
Kulun, Yüce Yaratıcısının gücüne olan iman ve teslimiyetinin bir göstergesidir.
Allah’ı gerçekten var ve bir bilmenin ilânıdır.
Sayısız ve sonsuz faydaları muhakkak olan duâ nimetinden Rabbim hiç kimseyi mahrum bırakmasın. Gerçek fakirlik ve yoksulluk, bu kadar çok ihtiyacı olan insanın, bunların hepsini karşılayabilecek bir Yaratıcıya inanmaktan uzak kalmasıdır. Allahım, bizi iman nimetiyle şereflendirdiğin gibi, kalbimizi de sevginle güçlendir. Âmin…
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Siyaset boşluğu |
|
TÜSİAD’ın “Türkiye’de ciddî bir muhalefet boşluğu var” çıkışı, beklendiği üzere CHP ile MHP’yi fena halde öfkelendirdi.
Peki, TÜSİAD bu eleştirisinde haksız mı?
Görüntüye bakılırsa, Mecliste iki adet esaslı ve ağırlıklı muhalefet partisi boy gösteriyor. Ama bu görüntünün içinin dolu olduğunu söyleyebilmek mümkün mü? Bu iki partiden hangisi, kendi dar seçmen kitleleri dışında, Türkiye’nin geneline hitap edecek politikalar üretebiliyor?
Anamuhalefet konumundaki CHP kırık plak gibi tekrarlayıp durduğu laiklik ve irtica konuları dışında, hangi toplum sorununa el atmış ve seçmeni ikna edecek mâkul çözümler önermiş?
Keza MHP, milliyetçilik hamasetiyle AB aleyhtarlığı yapmanın ve son üniversite kavgaları sonrasında bir defa daha müşahede edildiği gibi, geçmişten gelen olumsuz imajını düzeltmeye çabalamanın dışında, Türkiye’nin sorunlarına çözüm getirmek için hangi projeyi üretmiş?
CHP’deki kronik rahatsızlık, lidere ve genel merkeze bayrak açan genel başkan adaylarının ağır eleştirileriyle bir kez daha açığa vuruluyor.
CHP’deki boyutta olmasa da, MHP de içten içe benzer sıkıntılara sahne oluyor. Genel Başkan, “çevre”siyle birlikte alttan alta eleştiriliyor. Ama henüz bunlar çok fazla açığa çıkmış değil.
Sonuçta, CHP de, MHP de, geniş kitlelerin talep ve beklentilerini karşılayan açılım ve politikalar geliştirmekten, dolayısıyla iktidar alternatifi olabilecekleri kanaati uyandırmaktan uzak marjinal partiler olarak yola devam ediyorlar.
Bu durum en çok AKP’yi memnun ediyor.
Hattâ Erdoğan özellikle anamuhalefet konumundaki CHP’den söz ederken, sık sık “İyi ki başında Baykal var, onun sayesinde bizim işimiz kolaylaşıyor, oylarımız artıyor” diyebiliyor.
Karşısında sağlam, yapıcı ve iktidar alternatifi olma gücüne sahip bir muhalefet olmadığı için bu kadar “rahat.” Ama bu “rahatlık” demokrasinin hayrına değil. Çünkü bu anlamdaki muhalefet boşluğudur ki, siyaset dışı kalması gereken devlet kurumlarını harekete geçirerek iktidar partisini de , demokrasiyi de sıkıntıya sokuyor.
AKP’nin köklü siyaset tecrübesine sahip Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, Erdoğan’dan farklı olarak, muhalefet boşluğunu gündeme getirip bunun sakıncalarına dikkat çekerken herhalde bunu kast etmiş olmalı.
İlginçtir; bürokrasideki ağırlıklarıyla bilinen CHP ile MHP’nin, resmî duyarlılıklar paralelindeki muhalefetleri de ordu ve yargı gibi kurumların siyasete müdahalesinin önüne geçemiyor.
Gerçi AB sürecindeki kısmî ilerlemeye bağlı olarak asker nisbeten kendisini bu tür tartışmaların dışına çekmiş gibi görünüyor. Ama aynı şeyi yargı için söyleyebilmek mümkün değil.
Adeta rol paylaşımıyla, CHP’nin irtica ve laiklik, MHP’nin bölünmez bütünlük ekseninde yürüttükleri politikalar yeterli görülmüyor olmalı ki, AKP ve DTP’ye kapatma dâvâları açılıyor.
Bilhassa iktidar partisine karşı açılan kapatma dâvâsı ise, ülkedeki muhalefet boşluğuna, bir de iktidar boşluğunu ilâve ediyor. Çünkü hakkında açılan dâvâ, iktidar partisini “topal ördek” durumuna düşürerek, icraat yapamaz hale getiriyor.
Bunun sonucunda ortaya çıkan tablo ise, iktidarı da, muhalefeti de içine alan bir “siyaset boşluğu” olarak tezahür ediyor. Ve millete dayalı hür siyasetin yerini “devlet siyaseti” alıyor.
Daha doğrusu, devlet siyasetinin, anayasa ile kendisine verilen yaptırım gücünü kullanarak hür siyasetin üzerine gitmesi, Türkiye’de siyasetin ve demokrasinin gelişmesine engel oluyor.
Demokratik zeminde ve seçim sandığında cereyan etmesi gereken hesaplaşmaların mahkeme salonlarına taşınması, siyasî hataların sağlıklı bir zeminde tartışılıp doğru sonuçlara ulaşılmasına imkân vermiyor. Ve gereksiz mağduriyetler ihdas edilerek seçmenlerin iradesi saptırılıyor.
Bu durumun izalesi için, şuurlu bir sivil irade ve inisiyatifle yeni bir yapılanmaya ihtiyaç var.
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünyada kalan ve ahirete gidenler |
|
Cehalet kadar büyük bir hastalık ve felâket yoktur. Dünyaya sonsuz saadeti kazanmak için geldiği halde ne misyonunun farkında olan ve ne de dünyanın ne olduğunu, ona nasıl bakması gerektiğini bilmeyen insanın hâli acı ve ibret vericidir.
Hiçbir ticarete benzemez insanın yaptığı ticaret. Cennet gibi, dünyadan bin kere daha güzel ebedî bir mülkü kazanıp kaybetme gibi ciddî ve büyük bir ticaret bu.
Madem ki dünyadayız. Sahip olduklarımızı, neye ne kadar sahip olmamız veya olmamamız gerektiğini bilmek zorundayız. Nedir bu dünya ve varlıklar? Bunlara nasıl bakmalı, neleri almalı, neleri almamalıyız?
En doğru, en sağlam bilgi elbet dünyanın sahibine ait. Yaratıcı, dünyayı bir âyetinde meâlen şöyle anlatıyor: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundan, bir eğlenceden, gelip geçici bir süsten, aranızda bir övünme yarışından ve mal ve evlât çokluğuna düşkünlükten ibarettir. O bir yağmura benzer ki, bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider; sonra kuruyuverir de, onu sararmış görürsün; derken saman olup çıkar. Âhirette de pek şiddetli bir azap vardır. Orada Allah’ın mağfireti ve rızası da vardır. Dünya hayatı ise aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.”1
Kehf Sûresinde de şu izahları görüyoruz: “Onlara dünya hayatının misâlini de ver. O tıpkı bir su gibidir ki, Biz onu gökten indiririz ve yeryüzünün bitkileri onunla karışıp yeşerir. Sonra da o bitkiler kuru birer çöp haline gelir ve onu da rüzgâr savuruverir. Allah’ın kudreti her şeye yeter; dilediği şeyi öylece yaratır ve öylece mahveder.
“Mal ve evlâtlar dünya hayatının süsüdür. Bâkî kalan salih işler ise, Rabbinin katında sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlamaya da daha lâyıktır.”2
Âl-i İmran Sûresinde mesele örneklerle biraz daha açılmış. Buyuruluyor ki: “Kadınlara, evlâtlara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüş yığınlarına, binmek için nişanlanmış atlara, davarlara ve ekinlere karşı nefsin isteklerine muhabbet, insanlara güzel gösterildi. Bütün bunlar dünya hayatının gelip geçici nimetleridir. Sonunda varılacak yerin güzeli ise Allah katındadır.
“‘Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?’ de. Takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebedî kalacaklar. Ve orada onlar için ter temiz hanımlar ve bir de Rablerinin büyük bir rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görür.”3
Dünyanın üç yönü bulunduğunu, birinin insanın nefsine hitap eden fani yönü, diğer iki yönünden biri ahiretin tarlası, diğerinin de Esmâü’l-Hüsnânın aynası olması yönü olduğunu biliyoruz. Görüldüğü gibi birinci yönüyle dünya kötülenmiş, ikinci ve üçüncü yönüyle ise övülmüştür.
Dünya nimetlerini Rabbimiz bizim istifademize sunduğuna göre onlardan elbette meşrû ve helâl dairede yararlanacak, Allah’ın emri çerçevesinde kullanacak, böylece dünyanın bu fanî nimetlerini bakileştirmiş, ahirette de işe yarar hâle getirmiş olacağız.
Demek bakış açısı çok önemli.
Dipnotlar:
1- Hadid Sûresi: 20.
2- Kehf Sûresi: 45-46.
3. Âl-I İmran Sûresi: 14.
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Mart ayı, paylaşım ayı oldu |
|
Mart ayı, bazı kimselerin "dert ayı" olur. Paylaşımın adresi işte burada meydana çıkıyor.
Çok kıymetli bir hazineyi, sevdikleri insanlar ile paylaşmak, insan olmanın ana meselesidir.
Bediüzzaman Haftası sona erdi.
Onun gönüldaşları bazı şeyleri paylaşmak istediler. Bu, ülkenin maddî ve mânevî ihtiyaçları bakımından oldukça önemlidir.
Paneller, konferanslar, açık oturumlar...
“Sesim yetişse bütün küre-i arza bağırım” diyen Said Nursî, bir mesajın ve bir paylaşımın heyecanını yansıtıyordu.
“Mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” derken de bunu nazara veriyordu.
Kıskanmak yok, yanlış anlama yok, reddetmek yok. Önce dinleyin, sonra okuyun, daha sonra karar verin.
Onun sevenler, niçin bu kadar külfet ve heyecan içindeler acaba?
Bu bir paylaşımın korosu gibidir. Çünkü o sadedir, çünkü Kur’ân’dan alınmıştır, Peygamber (asm) müjdecisidir de ondan.
Saygı duyulur. Ne için?
Sevmeyebilirsiniz, hayat yolunuz farklı olabilir. Ama, zifiri karanlıkta ve çölde kalmış bir insana bir otomobil ile ulaşmak, ışık ile yol göstermek niçin bizi rahatsız etsinki?
Bu kudsî dâvânın, zamanın ve sorunların yegâne çare ve ilâcı olarak bilinmesi oldukça önemlidir.
Eskiden bu mesajlar karakollarda, mahkemelerde ve hapishanelerde verilirdi. Başkaca bir iletişim aracı yoktu.
Her kesimin ondan alacağı güzel ölçüler vardır.
On üç bin sayfalık bir külliyât, yüz otuz bölümden oluşan Risâle-i Nurlar, bu ülkenin, âlem-i İslâm’ın, insanlık âleminin beklediği ve özlediği ölçüler manzumesidir.
Eğer ona gönül verenler, cimrilik yapıp, bu hakikatleri ilân etmeselerdi, bir çok insan bundan mahrum kalacaktı.
Ve paylaştılar...
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çekişme, AB normlarına odaklı |
|
Siyaset ve bürokraside yaşanan amansız çekişme ve didişmenin ana sebeplerinden biri, hiç şüphe yok ki Türkiye'nin AB üyeliği meselesine gelip dayanıyor.
Esasen, böylesi bir gelişmenin Türkiye'de yaşanacağına dair görüşler, tâ yıllar öncesinden defalarca ve üstüne basa basa ifade edildi.
Dolayısıyla, şu sıralar yaşanan çekişmeler ne derece vahim olursa olsun, yine de şoke olmamak ve bunları birer sürpriz şeklinde değerlendirmemek gerekir.
Evet, ortada bir tuhaflık, bir gariplik var elbet; vahâmet deseniz o biçim...
Ama, bunlar zaten bekleniyordu. Hatta daha beter, daha dehşet verici olayların yaşanacağı hususunda bile tahminlerde bulunuluyordu.
Zira, seksen yıl öncesinin Avrupa meftunları, şimdi tam tersine dönmüş ve elde yalın kılıç vaziyette AB'ye doğru hamle üstüne hamle yapıyor.
Üstelik, bunu da güyâ devlet için, millet için, ulusalcılık, milliyetçilik adına yapıyorlar.
Oysa, bugünkü hürriyet ve demokratlık eksenli Avrupa Birliğine mukabil, geçmişte çürümüş, kokuşmuş, köhnemiş bir Avrupaîlik cereyanı vardı karşımızda.
Evet, siz asıl tuhaflığa bakın görün ki, "medeniyetin icabı" diyerek eski rezil Avrupa'nın o pis ahlâkını gümrüksüz şekilde ithal edip bu millete zorla dayatanlar, tutturmuş onlar adeta kendi dokunulmaz malıymış gibi bir de sahip çıkıyor hâlâ.
Aman yâ Rabbî! Ne rezil bir istilâ ve ne zilletli bir sahiplenme halidir bu...
Hem öyle bir hamakatli sahiplenmedir ki, o kokuşmuş çürüklerin hatırına, kendi öz değerlerimize çok daha yakın olan AB'nin şimdiki altın kıymetindeki normlarına şiddetle karşı geliniyor. Karşı gelmek ne kelime, düpedüz cephe açılıyor, avaz avaz savaş çığırtkanlığı yapılıyor.
Bu demektir ki, ülke ve millet olarak hayatî öneme sahip çok kritik bir süreçten geçiyoruz. Dolayısıyla, Türkiye ya seksen–yüz yıllık ayakbağlarından koparak AB istikametinde yoluna devam edecek, ya da devletçilik maskesi altında şimdiye kadar halkı sömüren ve millete boyun eğdiren sahtekâr hamiyetfurûşların borusu ötmeye bir müddet daha devam edecek.
Hülâsa: AB'ye tam üyelik durumu gerçekleşir veya gerçekleşmez; o ayrı mesele. Ama, Türkiye'nin AB normları istikametindeki elli yıllık yürüyüşü, ciddî, kararlı ve kesintisiz şekilde devam etmeli. Aksi halde, bunca zamandır acımasız, merhametsiz ellerin ensemize indirdiği tokatların sonu gelmeyecek.
Tarihin yorumu
Türk dili ve tarihi Josif ile Agop'a emanet
Merkezi Ankara'da olan Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin kurucuları arasında yer alan Yusuf Akçura, bir yıl sonra (8 Nisan 1932) bu cemiyetin başkanlığına getirildi. Öldüğü tarihe (11 Mart 1935) kadar da bu görevde kaldı.
Rusya (Simbir/Olyanovski) doğumlu olan Akçura'nın, baba tarafından Tatar, anne tarafından da Yahudi olduğuna dair bilgiler var. Babası ölünce annesiyle birlikte İstanbul'a gelip yerleşir. Annesi Dağıstanlı Osman Bey ile evlenir. Osman Bey, onun tahsiliyle ilgilenir ve götürüp askerîyede okutur.
Zaman zaman Rusya'ya gidip gelen hatta Bolşevik İhtilâlinden kısa bir süre önce Avrupa'da Lenin ile de görüşen Akçura'nın Rusya'daki ismi Yosif/Josif Aqçura'dır.
* * *
Akçura'nın Türkiye'de yaptığı ilk faaliyet ırkçılık mânâsındaki "Türkçülük" olmuştur. Akrabası olan ve İstanbul'da ilk kadın dergisi çıkaran Gaspıralı İsmail'in de Rusya'dan Türkiye'ye gelmesiyle birlikte, müştereken Türkçülük faaliyetine daha da hız vermişlerdir. Türk Yurdu (1911) ve Türk Ocağı'na (1912) dair yayın ve oluşumların en aktif aktörleridir.
1918 yılı sonlarında İstanbul'da kurulan Kürt Teali Cemiyetinin kurucu üyesi ve bu hareketin fikir öncülerinden biri olan Celadet Bedirhan, hatıralarında kendisinin ve arkadaşlarının en çok Yusuf Akçura'dan etkilendiğini söylüyor ve Türk Ocağının faaliyetleri hakkında şunları söylüyor: "Bu ocaklar, kendileri için Türkçü yetiştirdiği kadar, bize de Kürtçü yetiştirdi. Kendimiz elli sene uğraşsaydık, yine de bu kadar Kürtçüyü harekete geçirip de biraraya getiremezdik." (Bkz: Suriye'den M. Kemal'e Mektup, 1933)
İşte, asıl işi ve mahiyeti böyle olan Akçura, 1923 seçimlerinde CHP milletvekili oldu. Uzun yıllar üniversitelerde siyasî tarih dersleri verdi. Türk tarihi hakkında ortaya yeni tezler attı. 1931'den sonra bu tezlerin adeta lokomotifi rolünde çalıştı. Öldüğü tarih olan 11 Mart 1935'e kadar TTK Başkanlığı ile milletvekilliği görevini birlikte yürüttü.
* * *
Türk Tarih Kurumunun Akçura'ya emanet edildiği aynı yıllarda (1932...), gariptir ki Türk Dili Kurumunun başına da Ermeni asıllı Agop Martayan getirildi. Sonradan "Dilaçar" soyadı verilen TDK Genel Sekreteri Agop Martayan, Güneş Dil Teorisinin sahibi olup, öldüğü 1979 yılına kadar da Türk Dil Derneğinin başkanlığını yaptı.
Agop ile Josif, her ne kadar "Ne mutlu Türk'üm diyene" ortak paydasında buluşmuş olsalar da, aralarında herhangi bir din, dil ve milliyet birliği yoktur. Bunların özde ne derece Türk olduklarını ise, varın siz tezekkür edin.
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa cevaplar |
|
İstanbul’dan okuyucumuz:
*“İslam’da kâr haddi ne kadardır? Bir mal gerçek değerinden yüzde elli fazlasına satılır mı? Alış-veriş adabı hakkında bilgi verir misiniz?”
Fahiş fiyat uygulayarak insanları aldatmak haramdır. Peygamber Efendimiz (asm); “Müslüman Müslüman’ı aldatmaz. Aldatan bizden değildir”1 buyurmuştur. Fakat Müslüman’ın aldanmaması da esastır.
Dinimizde muayyen bir kâr haddi tayin edilmemiştir. Yani piyasanın serbest oluşması; arz ve talep dengesine göre fiyatlandırmanın yapılması; fahiş olmamak, aldatmamak ve zarara da girmemek şartıyla maldan uygun bir bedel istenmesi; malın görülerek fiyatı üzerinde pazarlık yapılması İslâmiyet’in alış verişlerde aradığı temel kriterlerdir.
Satıcı çürük mal satmamalı, aldatmamalı ve yüksek fiyat söylememelidir. Müşteri de malı görmeli, fiyatına göre kalitesinin uygunluğundan emin olmalı ve bedelinden razı olmalıdır. Pazarlık yapılarak malın fiyatıyla ilgili uygun bir rakamda anlaşmaya varılabilir. Bedelini makul bulmayan ve pazarlık sonucu fiyatı makul bir seviyeye çekemeyen müşterinin malı almama hakkı vardır. Mal teslim alındıktan sonra satıcı tarafından kasıtlı bir aldatma ve sahtekârlık yapıldığı anlaşılmış olursa, alış veriş akti müşteri tarafından feshedilebilir.
***
Bayan okuyucumuz:
*“Geçtiğimiz Ramazan’da rahatsızlığım sebebiyle on beş günden fazla oruç tutamadım. Bu durumda on beş günden fazla tutmadığım için tam otuz günü kaza etmem gerektiğini söyleyenler var; tereddütte kaldım. Bu doğru mu? Kaç gün kaza etmem gerekir?”
Bir ibadet mükellefinin Ramazan ayı içerisinde oruç tutmamasını mübah kılan özürler vardır. Seferî olması, hasta olması, kadın ise hayız, nifas, hâmile veya emzirme hâlinde bulunması, güçten düşmüş derecede şiddetli ihtiyarlık hâli gibi özürler bir Müslüman’da Ramazan ayı içinde bulunduğunda özrü geçmeden oruç tutmaz; oruç tutmaması konusunda Kur’ân’ın verdiği ruhsat bulunduğundan ruhsattan yararlanır ve günahkâr da olmaz; özrü biterse orucuna devam eder; Ramazan’dan sonra iyileştiğinde ise tutamadığı günler sayısınca gününe gün kaza eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister; zorluk istemez.”2
Özrü sebebiyle on beş günden fazla oruç tutmayanların otuz gün kaza edecekleri şeklinde bir hüküm Din-i Mübîn-i İslâm’da yoktur. Yukarıda meâlini verdiğimiz âyet gayet açıktır. Kaç gün tutmamış olursa olsun, gününe gün kaza eder. Cenâb-ı Hakk’ın tanıdığı kolaylığı zorlaştırma girişimi çok yanlış bir çabadır. İslâmiyetin genel karakteri zorlaştırmak değil; kolaylaştırmaktır.
***
İstanbul’dan bayan okuyucumuz:
*“Kaza orucunu kasten bozan birisi kefaretle yükümlü olur mu?”
Kefaret orucu yalnız Ramazan orucunu kasten bozmaya verilen bir cezâî müeyyidedir. Her ne kadar Ramazan orucuna dayalı olarak tutuluyorsa da, kaza orucuna böyle bir ceza getirmenin dinî bir dayanağı ve delili yoktur.
Binâenaleyh, kaza orucunu bozan kişi, bir başka gün yeniden kaza orucu tutmaya niyet etmekle yükümlü olur.
Dipnotlar:
1- Dârimî, Büyû’, 10
2- Bakara Sûresi, 2/184,185
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bedri ile Sadri’nin kavgası |
|
9Nisan tarihinde Bağdat’ın düşüşünün beşinci yıldönümünde (2008) Türkmeneli TV’de Peter Arnett’in savaş öncesi Irak’la ilgili olarak CNN’e yapmış olduğu bir belgeseli 5 yıl sonra izleme fırsatı elde ettik. Peter Arnett’in savaşa giden süreçte Bağdat izlenimleri gerçekten de çok taraflıydı. Buna rağmen Amerikan yönetimini de memnun edebilmiş değildi. Onu millî çıkarları zedeleyen bir yayın yapmakla suçluyorlardı. Aslına tam tersiydi. İzlediğim belgeselde Tarık Aziz’le gerçekleştirilen bir mülâkat vardı. Savaşın gerçek sebeplerine ışık tutuyordu. Saddam’ın saraylarındaki teftişi izledikten sonra Tarık Aziz’le mülâkat gerçekleştiren Peter Arnett “17 bin sayfa tutarında Irak kitle imha silâhlarından temizdir belgesi yayınlıyorlar, ama bu neye yarar ve buna kim inanır? Bu tek yanlı belgeler kimi tatmin eder? Başkanlık saraylarını bu tarz silâhlardan temizledikten sonra ziyarete izin vermedikleri ne malûm? Irak’ın da gizlice Kuzey Kore gibi bir gün nükleer silâh sahibi olmayacağını kim garanti edebilir?" gibi niyet okumalar sunuyordu. Burada sürekli olarak mantık ters işletiliyordu. Zira, uluslararası hukuk maddî ve somut delillere ve kanıtlara bakar. Yoksa tatmin olma noktasına bakmaz.. Zira bu subjektif bir kriterdir. Hukuk niyete bağlı olarak işlemez. Somut delillere göre cereyan eder. Burada ise tam tersi bir gelişme görüyoruz. Zanlıdan berî olduğunu ispat etmesi isteniyor. Halbuki ispat mükellefiyeti sadece iddia makamına düşer. Bir diğer komik durum da somut gelişmelere dayalı olarak teftişe veya savaşa Kuzey Kore’den başlayacakları yerde meseleye Irak’tan başlamalarıdır. Peter Arnett, Tarık Aziz’e savaş tamtamları çaldığını ve bunun sebebinin kitle imha silâhları olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Tarık Aziz savaşın gerçek sebeplerine ışık tutan bir cevap veriyor: "Bu savaşın iki sebebi var. Birincisi Irak petrolleridir. ABD, Suudi Arabistan gibi petrol kaynaklarından müstağni kalabilmek için Irak petrolleri üzerine çöreklenmek istiyor. İkincisi de Irak üzerinden yeni bir bölgesel düzen kurmak...” Demek ki amaç Saddam’ı veya kitle imha silâhlarını ele geçirmek değil aksine Saddam’ı tasfiye ederek Irak’ı ele geçirmekti. Emellerine de ulaştılar. Ama amaç kamuoyuna tersyüz edilerek takdim edildi. Saddam yem ve bahane yapılarak Irak ele geçirildi. Bundan sonra da Amerikalılar planlarını uygulamaya koyuldular. Tarık Aziz’in, Peter Arnett’e dediği gibi bölgesel bir düzen bâbından BOP ve ardından GOP gibi projeler devreye girdi. Aziz’in temas ettiği Petrol meselesini Alan Greenspan ve John Abizaid teyid etti. Demek ki Tarık Aziz ve Irak liderliği savaş sonrasını ve savaşın sebeplerini net görmüş ve iyi analiz etmiş.
***
Savaştan sonra da düzen için 'creative caos/düzenleyici kaos' adını verdikleri planı uygulamaya koydular. Bunun araçlarından birisi de böl/yönet prensibiydi ve bunu da maharetle uyguladılar. Bu yöntemi hem İran hem de ABD kullandı. Sabık Irak modeli ikisinin de kurtulmak istedikleri bir modeldi. Bu bağlamda, önce Şiîleri ve Sünnîleri birbirine düşürdüler. Ardından Şiîlerle Şiîleri ve Sünnîlerle Sünnîleri birbirine kapıştırdılar. Bu, ‘böl ve yönet’ prensibinin vazgeçilmez kuralıydı. Kissinger gibiler bunu vâdediyorlardı. Bu planda kullanılan araçlardan birisi de genç ve deneyimsiz ama müteheyyic Mukteda Sadr idi. Mehdi Ordusu adı altında başıbozuklardan etrafına kimi verilere göre 60 bin kişilik türedi bir zümre topladı. Kırılmanın eşiğinde hep diğer siyasî güçler kendisine sahip çıktılar. Sözgelimi tedavi için Londra’ya gittikten sonra Sistanî onu kurtarmak için apar topar Bağdat’a geri dönmüştü. Abdulaziz Hekim hiçbir zaman taat altından çıkmadı. Sadakatini bozmadı ve ikircikli davranmadı. Oyunu kuralına göre oynuyordu. Mukteda nuşuz/serkeş bir çizgide ilerliyordu. Bundan dolayı da felâket olduğu gibi aynı zamanda muhtemel bir umuttu. Bu umut sonunda buhar oldu ve serapa dönüştü. Hem İran, hem de ABD tarafından kullanıldıktan sonra buruşmuş mendil gibi dürüldü ve atıldı.
***
Sadrîlerle Bedrîler (Bedir Tugayları) Şiî- Sünnî kamplaşmasının Şiî kesimdeki ayaklarını temsil ediyorlardı. Ve aynı zamanda kendi aralarında da rekabet hâlindeydiler. Bedrî’ler göbekten İran’a ve ABD’ye bağlıydı. Ve ayrıca hem ABD hem de İran’ın tasvibine ve onayına mazhar olan Şiî federasyonu fikrini destekliyordu. Mehdi Ordusu ise planların ortağı değil yandaşıydı. Sünnî kesimde Mecalisu’s Sahve’nin yaptığını Şiî kesim de Mehdi Ordusu ve Bedrîler yaptı. Sünnî kesimde Kaide’ye karşı Mecalisu’s Sahve çıkartılmadan önce Mehdi Ordusu ve Sadrî’ler aynı işi bir dereceye kadar ifa ettileler. Şiî kesimin de Mecalisi onlardı. Bunun sonucunda Hasan Haydar’ın yazdığı gibi (el Hayat: 10/4/2008) Sünnî kesimler ABD’nin kucağına itildi ve siyasî ortaklığa mecbur ve razı edildiler. Daha baştan beri oynanan oyun buydu. Şiîlerin askerî ve siyasî baskıları netice itibarıyla Mecalisu’s Sahve gibi kontra silâhlı Sünnî grupların teşekkülüne ve mayalanmasına zemin hazırladı. Bunun en temel sebeplerinden birisi Ölüm Mangaları ile Mehdi Ordusu’nun ayrım gözetmeden kimlik cinayetleri irtikâp etmesiydi. Buna mukabil, Kaide de Şiî-Sünnî veya Irak’lı-Amerikalı ayrımı gözetmeden herkesi hedef alıyordu. Kaide seçici davranmazken Mehdi Ordusu gayet seçici davranıyordu. Bunlar ABD’nin planlarını olgunlaştırdı. Sünnî kesimlerde Bush’la görüştükten sonra öldürülen Mecalisu’s Sahve’nin Lideri Süleyman Ebu Rişe’nin karşılığını Şiî kesimde büyük çapta Abdulaziz Hekim temsil ediyordu. Ama Mukteda’nın da bu rolde payı var. Mukteda yumaşak söyleminin tam hilâfına ülkede taifi/mezhepçi şiddeti besledi. Tetikçilik yaptı. Sünnî kesimdeki Kaide’nin hilâfına üstelik işgalcilere tek kurşun bile sıkmadı. Fadlallah gibiler kimi kastediyorsa Irak’ta Şiî direnişi olduğunu da iddia ediyorlardı bir zamanlar. Bu işgalcilere karşı bir direniş miydi yoksa Sünnîlere karşı mı, anlaşılamadı! Mehdi Ordusu adı altında tafiyye ordusuna yakışır bir misyon ifa ettiler. Belki böylece Sünnî kesimlerden babasının veya amcasının intikamını toptan ve topluca almış oldu ve bu intikam dürtüsüyle de Amerikalılara ve İran’a hizmette kusur etmedi. Ama Hasan Haydar’a göre, Amerikalılar ile İranlılar zımnî olarak Mukteda’yı bitirme konusunda mutabakata vardılar. Çünkü ihtiyaçları kalmadı. Basra hesaplaşması ile birlikte miadı doldu. Amerikalılar Basra’da Mukteda güçlerinin yanında İranlılar da çarpıştı ve Irak’lı askerler Mehdi Ordusuna silâh çekmek istemedi deseler de (bu sonuncusu iddia değil gerçek) ama hem ABD hem Irak ve hem de İran Mukteda Sadr sayfasını kapattı ve defterini dürdü. Artık Amerikalılar düzenleyici kaos döneminden düzen kurma dönemine geçmek istiyorlardı ve dolayısıyla kullandıkları aleti de kırma vakti gelmişti. Daha fazla ihtiyaç kalmamıştı. Siyasî ve askerî açıdan safra hâline gelen Mukteda sonunda kadavra hâline getiriliyor. Sistani onu terk etti, İran onu terketti ve Irak’taki dostları onu terk etti. Bedrî ile Sadrî’nin kavgasından Bedrîler galip çıktı. Zira onlar ne İran’ın ne de ABD’nin bir dediğini iki ediyorlardı. Sadr ise Kum’a dinî ilimler tahsil etmeye çekileceğini ilan etti. Neden dinî tahsilini önce yapıp da bu işleri sona bıraktı anlamak mümkün değil. Herhâlde aklı yetmediğinden. Bu hizmetlerinden sonra ‘Huccetü’l İslâm’ lâkabıyla Kum’da gönül rahatlığıyla kavuğunu büyütebilir. Amerikalılar kısmen amaçlarına ulaştılar, İranlılar da öyle. Neden o da ulaşmasın? Belki ileride Ayetullah da olur!
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Barroso'nun partisi iktidar olur |
|
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun Türkiye ziyareti, Türkiye-AB ilişkilerini yeniden gündeme taşıtı. Son yıllarda AB ile ilişkilerini unutan Türkiye, ağır bir bedel ödemekle karşı karşıya bırakıldı. Sadece, açılan bir dâvânın ekonomiye maliyeti milyar dolarlarla ifade ediliyor.
AB Komisyon Başkanı Barroso’nun Türkiye ziyareti öncesinde medya vasıtasıyla verdiği mesajlar ile ziyaret esnasındaki açıklamaları birbiriyle örtüştü. Barroso, bilhassa laiklik, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü ile başörtüsü gibi Türkiye kamuoyunda tartışılan konularda çarpıcı, bir o kadar da sarsıcı açıklamalar yaptı.
Barroso’nun tesbitleri, Türkiye genelinin düşüncesiyle örtüşüyor. Meselâ, devletin laikliği dayatamayacağı şeklindeki temel tesbitler, milletin düşüncelerinin ifadesinden başka bir anlam taşımıyor. Aynı şekilde, başörtüsü konusundaki açıklamaları da sadece ‘yasakçı’ları üzebilir. Barroso, yasakçıların umduğu şekilde değil; millet ekseriyetinin beklentilerine uygun açıklamalar yaptı.
Barroso’nun açıklamaları bu yönüyle milletin yüreğine su serperken, ‘o kafa’ diye özetlenebilecek ve atılan her faydalı adıma karşı çıkan anlayışa sahip olanları da üzdü. Açıklamaları kenarından kıyısından cımbızlayıp çarpıtmaya çalıştılar. Ama bu noktada pek de başarılı olamadılar. Çünkü Barroso bu tesbitleri sadece bir yerde ve kapalı kapılar ardında değil, neredeyse her konuşmasında tekrarladı.
AB Komisyon Başkanının bilhassa laiklik konusundaki değerlendirmeleri önümüzdeki günlerde, belki aylarda daha fazla tartışılacak. “Laiklik din değildir demiştiniz. Avrupa’daki laiklik uygulamalarını kıyasladığınızda Türkiye’deki laiklik uygulamalarını nasıl yorumluyorsunuz?” şeklindeki bir soruya karşılık Barroso, şu cevabı vermiş: “Kamu kurumları ile herhangi bir din arasında ayrım olması, bu ayrımın belirlenmesi lâzım. Demokratik laiklik dediğimiz bu. Bir birey, kadın olsun erkek olsun bunu hissedebilmeli. Demokratik devletin de din özgürlüğüne saygı göstermesi gerekir. AB olarak bizim laiklik anlayışımız budur.” (Zaman, 11 Nisan 2008)
Aslında Barroso’nun beyanları bizin açımızdan sürpriz değil. Barroso bir anlamda, Bediüzzaman’ın yarım asır önce yaptığı şu tesbitlere yaklaşmış oluyor: “Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki; laik, mânâsı bîtaraf kalmak; yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkkî ederim.” (Tarihçe-i Hayat, s. 358, [Yeni baskı: s. 626])
Türkiye ve dünya gerçeklerinden bîhaber bazılarının, özellikle bu beyanlarından sonra Barroso’yu da ‘nurcu’ ilân etmelerini bekleyebiliriz.
Türkiye’de siyaset yapanların da Barroso’dan ders almaya ihtiyaçları var. Laiklik, din ve vicdan hürriyeti ve yasaklar gibi tartışmalı konularda en az Barroso kadar cesur çıkış yapabilenler iktidar olmayı başarır. Yasaklar ve dayatmalar karşısında dik durmayı başaramayanlar ise sandıklarda cezalandırılmaya devam eder. Tercih siyasîlerin...
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Peygamber sevgisi |
|
Türkiye son günlerde AKP’nin kapatılma dâvâsı, Ergenekon soruşturmaları, kutuplaşma senaryoları, üniversitelerde yaşanan silâhlı çatışmalar gibi meselelerle adeta boğuluyor. Bu yüzden bir nebze olsun bu gündemden uzaklaşmak için, “Peygamber sevgisi”ni anlatan bir mektuba bugün yer vermek istiyorum.
Öncelikle 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlayacağımız “Kutlu Doğum Haftası” ile ilgili bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı, Peygamberimizin doğum yıldönümlerini 1989 yılından bu yana 20-26 Nisan tarihleri arasında kutlanılan haftanın tarihini değiştirdi. ‘Kutlu Doğum” bundan sonra 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlanılacak.
Tarih değişikliğin sebebi ise enteresan… Kutlu Doğum Haftasının 23 Nisan ile çakışması. Bilindiği gibi, TSK 27 Nisan 2007 tarihinde yayınladığı e-muhtıra olarak adlandırılan açıklamasında, “Ankara’da Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde Kur’ân okuma yarışmaları tertiplenmesi” gibi birkaç konuyu örnek göstererek “laiklikle ilgili kaygısı” dile getirilmişti. Bu notları bir tartışmaya girmek için değil, bilgi vermek için yazdığımızı belirtip esas konuya dönmek istiyorum.
* * *
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de uzun süre gazete ve televizyonlarda muhabirlik ve yöneticilik yaptıktan sonra Kanada’ya yerleşen gazeteci arkadaşımdan bir mektup aldım.
Medine’de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışırken, Resulullah’ın Ravzası’nda elektrik çarpması sonucu vefat eden bir babanın o zaman 7 yaşında olan ve şimdi ortaokul öğrencisi olan Nebi Doğanay’ın yazdığı bir makalesini göndermiş. Yerimiz elverdiğince Nebi’nin mektubundaki peygamber sevgisini anlatan bölümlerini köşemize almak istiyorum: “Bir seni güneşim, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geldiğim yerde... Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine’de dünyaya gözlerimi açmıştım. Doğduğum hastane senin Ravza’nın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku senin bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelip de daha kulağıma ezân okumadan, kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş.
“40 günlük olduğumda ilk ziyaretimi de senin Hane-i Saadetine yapmışım, ilk adımlarımı senin Ravzandaki mermerlerinde atmış ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın. Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben… Senin evini her ziyarete gelişimizde seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik.
“Çocuklar evde sıkılınca babaları parka, eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medine’de yaşadığımız sürece babamızdan bizi parka götürmesini hiç istemedik. Medine’deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü orada hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik efendisi vardı. Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi.
“Babama sormuştum bir seferinde, ‘Babacığım neden Medine bu kadar sıcak? diye.
Babam da, ‘Evlâdım Medine’de iki tane güneş var da ondan’ derdi. “Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değil mi?’ derdim. Babam gülerek, ‘Bak yavrum doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de âlemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medine’de olunca sıcaklık iki kat oluyor. Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım. Gerçekten de ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşin de, sıcaklığın da içimizi ısıtıyordu. Medine’den ayrıldığımızdan beri belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor. Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık.
“Seni görmesem de seninle yaşamaya o kadar alışmıştım ki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım, bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep büyüyünce gidersin diyorlar. Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum.
“Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi. Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş. Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi. Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım. Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum. Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin. Medine’den ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanıbaşımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ederim…”
Bizde bu güzel sözlerden sonra şöyle bir duâ edelim: Peygamber sevgisini anlatan bu minicik yürek gibi herkese Peygamber sevgisini nasip et Allah’ım… (amin)
12.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|