Zekât, kin ve nefretleri engelleyerek; duâ ve saygı duygularını harekete geçirerek sosyal hayatta taşkınlıkları önler. Aynı zamanda hak ve hürriyetlere de kanallar açar. Oysa zekât, görünüşte fakirin minnetini satın almaktır. Nasıl hürriyete kanatlanmak olur?
Zekât verenler, asla minnet ettiremezler. Zekât alanlar da minnet duymazlar. Böylece izzetlerini muhafaza ederler. Bağımsızlıklarını korurlar. Çünkü, malı veren Rezzak-ı Kerîm’dir. Onun verdiğini, Onun emriyle, Onun kuluna vermekte herhangi bir minnet yapılamaz. Zekât veren, veznedar veya maaşları dağıtan mutemed gibidir. Kendisine bir pay çıkarabilir mi? İşte “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunanlar...”1 âyetiyle bu gerçeğe dikkat çekilir.
Diğer taraftan zengin, bu servetini, içinde fakirlerin çoğunlukta olduğu toplumdan kazanmıştır. Onları çalıştırmış; onlardan mal satın almış veya birşeyler satmıştır. Herhalde ölçüye tam tamına riâyet edememiş veya çalıştırdığı kişinin ücretini alnının teri kurumadan verememiş. Zekât, kendi tarafına geçen kiri temizler.
Zekât, mal bağımlılığı esaretinden de kurtarır. Dolayısıyla cimrilik, tamahkârlık gibi yaraların da merhemidir. Cömertlik ve merhamet duygusunu geliştiren, kuvvetlendiren bir ilâç özelliği de taşır. Müslümanları dünya ve mal sevgisinden de uzaklaştırır. İnsanların birbirleriyle boğuşmalarının temelinde, dünya ve mal sevgisi yok mu? Bu duygularını gemleyemeyenler, hırs ve kanaatsizlikle diğer insanların mallarına göz dikerler. Onu elde etmek için de, hileli, kirli yollar seçerler.
Yukarıdaki âyet, “yünfikûn” kelimesiyle biter. Bu, şu demektir: “Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbul olmaz.” Şu hâlde, zekâtı alabilmek için, sefâhet ve ahlâksızlıktan uzak kalmak şarttır.
Zekât, aynı zamanda, zekât verenin de süflî ve aşağı duygular karşısında hürriyetini kazanması demektir. Zekât veren, maddî duygulardan kurtulmayı ve yüce, İlâhî düşüncelere, hakikatlere yönelmeyi fiilen öğrenir. Pek çok âyet-i kerime, bize, dünya malının fânîliğini, asıl olanın takvâ olduğunu hatırlatır.
Zekât, emeğini, bir yerde “canın yongası”nı vermek demektir. Şu halde, “vermek ve paylaşmak” zekât emrini yerine getirmekle öğrenilir.
Öte yandan zekât, hırsızlığı, yolsuzluğu, gasp, kin, nefret ve servet düşmanlığı gibi sâir kötü duyguları yok ederek hak ve hürriyetlerin ihyasına zemin hazırlar.
Bir başka cepheden incelendiğinde zekat; iktisadî, yâni ekonomik hayatın itici bir gücü olduğu da anlaşılır. İslâm, insanları refaha, kalkınmaya teşvik eder. Çünkü zekât verebilmek için maddeten belli bir seviyede olmak gerekir. “Veren el, alan elden hayırlıdır” hadis-i şerifinde de kalkınmaya teşvik vardır. Şu halde, fakir insanlar da, zekât verebilmek, İslâmın bu şartını yerine getirebilmek için gayret ve şevkle çalışacaklardır. Demek zekât, fakirliği izâle ederken, refah toplumunu da teşekkül ettirmektedir.
Gayet tabiîdir ki, zekât sadece para ile verilmez. İnsana ihsan edilmiş çeşitli nimetler vardır. Bunlar ilimdir, kuvvettir, çeşitli istidat ve kabiliyetlerdir. Bunların da kendilerine göre zekâtları vardır. İlmin zekâtı öğretmek, öğüt vermektir. Gücün zekâtı, zayıflara yardım etmektir; onları zâlimlerin, haksızların pençesinden kurtarmaktır. İstidat ve kabiliyetlerin zekâtı, onları insanlığın faydasına sunmaktır. Bu da, her yönüyle hak ve hürriyetlerin inkişafı demektir.
Dipnot: 1-Kur’an, Bakara, 3.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|