|
|
Mehmet KAPLAN |
Çanakkale’yi doğru anlamak! |
|
Ülkemizde; maalesef karmaşa ve kargaşa dolu bir tartışma anlayışı başladı!
Ve yine maalesef;
Hemen hemen her konuyu çalakalem yazmaya ve tartışmaya başlamış durumdayız.
Her konuyu tartışıyoruz…
Dikkatle ele alınması gereken çok önemli konulardan bile çok önemsizmişçesine bahsedip rasgele ifadelerde bulunuyoruz…
Bu yanlış…
Bu çok hatalı!
***
Bazı konular vardır ki;
Asla tartışılmaya gelmez…
Bu değerlerin iyi anlaşılması kaçınılmazdır!
Hem fert için.
Hem de o toplum için!..
Televizyonların..
Yazılı veya görüntülü iletişim vasıtalarının…
Devlet erkânı veya vatandaşın da bu tür konularda rasgele görüş belirtmemesi gerekir.
***
Ulu-orta da konuşulmaz böylesi konular!
“Boğaz dokuz boğumdur” atasözü tam da bu konular için söylenmiş gibidir.
Yani böyle bir konu ortaya geldi mi; iki düşünüp bir söyleyeceksin!
Boğazının birinci boğumundan “pat” diye söz çıkmamalıdır böylesi konularda.
Boğazımızın dokuzuncu boğumundan çıkan söz de bizim olmaz artık.
Ne demişler:
“Bir söz söylendikten ve yazıldıktan sonra kamuya mal olur.”
Yani:
Sadece sizin sözünüz değildir söyledikleriniz…
Bu söz başkalarının olmuştur artık.
***
Çanakkale Zaferlerimiz bu önemli konuların en önde gelenlerindendir.
Çanakkale’mizi ve bu destanı kazanan şehitlerimizin mekânlarını gezenlerden hiçbiri vatan haini olamaz!
Olabilir mi?
Bu topraklar için seve seve can verenleri iyi anlatabilirsek burayı görenlerden vatan haini çıkar mı?
Unutmayalım:
Çanakkale bu milletin çimentosudur.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Evdeki hesap |
|
Bir ay önce, 18 Mart’ta çıkan ve AKP hakkındaki kapatma dâvâsını eleştirdiğimiz yazının son paragrafında şöyle demiştik:
“Gelinen noktaya bakınca, ‘Yoksa bilerek mi böyle yapıldı?’ kuşkusu da insanın aklına gelmiyor değil. Yeni bir muvazaa ile mi karşı karşıyayız? Başörtüsündeki son fiyasko ile inişe geçen AKP’ye yeni bir can simidi mi atılmakta?”
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir anketin bu sorulara ışık tutan sonucu ve bu sonuç üzerine yapılan yorumlar son derece düşündürücü.
Şamil Tayyar’ın yazısından takip edelim:
“Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Kuruluşu Metropoll’ün Ocak ayı anketi, AK Parti’nin yeni yılda inişe geçtiğini gösteriyor. Bir anda AK Parti’nin oyları yüzde 43.9’a geriliyor. İktidar partisindeki rota kayması, yüksek öğretimdeki türban yasağının kaldırılması sonrası tırmandırılan krizin iyi yönetilememesi, sosyal kesimlerle diyalogun zayıflaması, sivil anayasanın rafa kaldırılması ve piyasalardaki durgunluğun giderilmesine ilişkin somut adımlar atılmaması AK Parti’yi yavaş yavaş aşağıya doğru çekiyor. Araştırmayı yürüten Prof. Dr. Özer Sencar tespitlerimize büyük ölçüde katılmakla birlikte, özellikle türban krizinin AK Parti’ye büyük darbe vurduğunu düşünüyor. Sencar, AK Parti’nin bu süreci iyi yönetemediği kanaatinde.” (Star, 14.4.08)
Ancak yine aynı kuruluşun yeni bir anketine göre, kapatma dâvâsı, yılbaşında inişe geçen AKP oylarının tekrar yükselmesine yol açmış.
Kapatma dâvâsının arkasındaki dayatmacı zihniyete karşı gelişen tepki seli, diğer bütün sorunları ve AKP’nin bilumum fiyaskolarını örterek, bu partinin değirmenine yine su taşıyor.
Tıpkı 3 Kasım 2002 seçimi öncesinde Erdoğan’ın adaylığının engellenmesi, Genelkurmay sitesindeki 27 Nisan muhtırası ve AYM’nin 367 kararı ile 22 Temmuz’da AKP’ye yeni bir “oy patlaması” yapma imkânının bahşedilmesi gibi.
Nitekim kapatma dâvâsına AKP cenahının verdiği ilk tepkilerde “Oyumuz yüzde 65-70’e çıkar, siyaset tarlamıza bereket yağar” gibi coşkulu mesajların yer alması, bunu ifade ediyor.
Hesaplar “AK Parti kapatılırsa PAK Parti’yi kurar, yola onunla devam eder, yine malı götürürüz” sözünde dile gelen stratejiye dayanıyor.
Evdeki hesap böyle olabilir, ama çarşıdaki durum bu kez öncekilerden farklı özellikler taşıyor.
Söz gelişi, temennî edilmesi ve savunulması kesinlikle mümkün olmayan bir kararla AKP kapatılır; Erdoğan ve Gül’e siyaset yasağı konulur; Gül Çankaya’dan inmeye zorlanır; Erdoğan ve Gül’ün bağımsız aday olmaları da engellenirse, yeni kurulacak bir partinin durumu ne olur?
Sıraladığımız bu ihtimaller şu aşamada çok uçuk görünebilir. Ama bilinmeli ki, Cumhurbaşkanının çok istisnaî haller dışında yargılanamayacağı bilindiği halde adının iddianameye konulması, Gül’ü Köşkten indirme formüllerinin de bir yerlerde kotarılmakta olduğuna işaret. Nitekim hiçbir şey olmasa, yargılanmasını “Siyasî etik, çekilmesini gerektirir” görüşünün dayanağı ve gerekçesi olarak gösterenler çıktı bile.
Bu hesabı yapanlar, Erdoğan için öngördükleri siyaset yasağının bağımsız adaylık yoluyla delinmesini önleyecek tedbiri de ihmal etmezler.
Dolayısıyla, AKP için evvelce iki kez ters teperek “işe yarayan” dayatmalar bu defa farklı sonuçlara yol açabilir. Erdoğan’sız ve Gül’süz bir parti, halktan hesapladığı kadar oy alamayabilir.
Dahası, eğer AKP son dönemde ortaya atılan kimi iddialarda öne sürüldüğü gibi, kapatılmaktan kurtulmak için kamu kurumlarıyla ilk ve ortaokullardaki başörtüsü yasağını anayasaya taşıma ve imam hatiplerin katsayı sorununu tamamen kalıcılaştırma gibi vahim hatalara yönelirse, millet nezdinde de kendisini tümüyle bitirir.
AKP bunları yaptığı halde kapatılmaktan kurtulamazsa, halk bunun hesabını, devamı olacak partiden sorar. Bunları yaptığı için AYM’de aklandığı takdirde ise AKP’yi bu kez millet kapatır.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ARICAN |
Çocuklarınızı sigortalı edeyim derken kendinizi riske atmayın |
|
5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasının yürürlüğe girmesine az bir zaman kaldı. Eğer bu yasa yürürlüğe girerse, anılan yasanın yürürlük tarihinden sonra sisteme ilk defa girenler, emeklilik yaşı gibi birçok yönden yeni yasadaki hükümlere tabi olacakları için emeklilik yaşları da yükselecektir. İşte bu nedenle birçok vatandaşımız, çocuklarının yeni yasadaki yüksek emeklilik şartlarına tabi olmamaları için, 18 yaşından küçük çocuklardan tutun da, dört, beş yaşlarındaki çocuklarını ve hatta bebeklerini bile sigortalı yapma girişiminde bulunmuşlardır.
23.05.2002 tarihli ve 4759 sayılı Kanunun yürürlük tarihinden önce 506 sayılı SSK kanunu kapsamında emekli (yaşlılık aylığı) olabilmek için üç şart bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi; beli bir yaşın tamamlanması, ikincisi; prim ödeme gün sayısının tamamlanması, üçüncüsü ise; sigortalılık süresine sahip olunmasıdır. SSK’da emeklilik için gerekli olan bu üç şarttan sonuncusu yani belirli bir sigortalılık süresine sahip olma şartı, 7000 gün üzerinden emekli olacaklarda 4759 sayılı kanunla 2002 yılından itibaren kaldırıldı. Artık bu tarihten sonra sisteme girip de SSK’dan emekli olmak isteyenlere, sigortalılık sürelerine bakılmaksızın kadın ise 58, erkek ise 60 yaşını doldurmuş olmaları ve en az 7000 gün prim ödeme gün sayılarını yerine getirmeleri şartıyla emekli olabilme hakkı verilmiştir.
İşte bu sebepten dolayı, günümüzde geçerli olan mevzuata göre emekli olmak isteyenler reform yasası yürürlüğe girmeden önce bir ay bile sigortalı olup adlarına prim ödenirse, yeni yasadaki yüksek emeklilik şartlarına tabi olmayacaklar ve 2002 yılında SSK’lılara getirilen daha düşük emeklilik yaşı şartlarına göre emekli olacaklardır. Ancak asıl sorun, erken ve düşük yaştaki emeklilik şartlarından çocuklarımı faydalandırayım diye bebeklerini bile sigortalı yapmak isteyen ailelerin durumlarının ne olacağı ve çocuklarının istikballeri için istedikleri bu arzularının yasal bir temeli olup olmadığındadır.
Bilindiği üzere, 4857 sayılı İş Kanununun 71’nci maddesinde; “Onbeş yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaktır. Ancak, ondört yaşını doldurmuş ve ilköğretimi tamamlamış olan çocuklar, bedensel, zihinsel ve ahlâkî gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin okullarına devamına engel olmayacak hafif işlerde çalıştırılabilirler. Çocuk ve genç işçilerin işe yerleştirilmelerinde ve çalıştırılabilecekleri işlerde güvenlik, sağlık, bedensel, zihinsel ve psikolojik gelişmeleri, kişisel yatkınlık ve yetenekleri dikkate alınır. Çocuğun gördüğü iş onun okula gitmesine, meslekî eğitiminin devamına engel olamaz, onun derslerini düzenli bir şekilde izlemesine zarar veremez…” hükümleri bulunmaktadır.
Kanun hükümlerine göre, 14 yaşından küçük çocukların çalışmalarının yasak olması sadece İş Kanunu kapsamındaki işyerleri için geçerlidir. Ancak Kanun metnindeki hükümlerden de anlaşılacağı üzere, bebek reklâmı, mama reklâmı, sabun, şampuan ve çocuk bezi reklâmları ile buna benzer film ve dizilerde oynayan çocukların herhalde 14 yaşından büyük olmaları diye bir şart ileri sürülemez. Çünkü rolleri gereği bu gibi durumlarda çocukların küçük, hatta bebek olmaları gerekiyor. İşte, reklâm, dizi ve filmlerde çocukları oynatanlar bu işlerle ilgilenen şirketler (işverenler) olduğuna ve çocuklar buralarda belirli bir ücret karşılığında iş yaptıklarına göre sigortalı olmaları mecburidir. 4857 sayılı İş Kanununun 71’nci maddesinde 14 yaşından küçüklerin çalıştırılamayacaklarıyla ilgili yasak ise, çocukların bedensel ve ruhsal yönden ezilmelerini önlemek ve bünyelerine elverişli işlerde çalışmalarını sağlamak içindir.
506 sayılı Kanunun ek 10'uncu maddesinde, bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılan film, tiyatro, sahne, gösteri, ses ve saz sanatçıları, müzik, resim, heykel, dekoratif ve benzeri diğer uğraşıları içine alan bütün güzel sanat kollarında çalışanlar, düşünür ve yazarların 506 sayılı Kanun hükümlerine tabi oldukları hüküm altına alınmıştır. Ayrıca, 4857 sayılı İş Kanunu, 5362 sayılı Esnaf ve Sanatkârlar Kanunu kapsamında en fazla üç kişinin çalıştığı ticaret sicili ve kaydı gerekmeyen vücut çalışmasına dayanan çeşitli meslek ve sanat mensuplarını (manav, bakkal, fırın, tuhafiye, kuaför vb) ve bunların yanlarında çalışanları kapsamamaktadır. Yani, 4857 sayılı kanunun 71'inci maddesinde belirtilen yasak, 5362 sayılı kanun hükümlerine göre esnaf olup da, yanında en fazla üç kişi (işçi) çalıştıran kişilerin işyerleri için geçerli değildir.
Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılacağı üzere, vatandaşlarımız 18 veya 14 yaşından küçük çocuklarını hatta bebeklerini bile herhangi bir film, gösteri, müzik ve reklâm şirketinde çalıştırabilecekleri gibi, 5362 sayılı Esnaf Kanunu kapsamındaki en fazla üç kişinin çalıştığı küçük bir bakkal gibi yerlerde de sigortalı yapabilirler. Bu gibi yerlerde 5510 sayılı yeni yasa yürürlüğe girmeden önce bir ay bile çocuklarını veya bebeklerini sigortalı yaptıran kişilerin çocukları yeni yasadaki yüksek emeklilik şartlarına tabi olmaktan kurtulmuş olacaktır.
Sigortalı olmada herhangi bir alt yaş sınırı yoktur. SSK’daki 18 yaş şartı ise, sadece sigortalılığın başlangıcı için olması gereken yaştır. Çünkü 506 sayılı Kanunun 60/G maddesinde; “18 yaşından önce Malullük, Yaşlılık ve Ölüm Sigortalarına tabi olanların sigortalılık süresi, 18 yaşını doldurdukları tarihte başlamış kabul edilir. Ancak, bu tarihten önceki süreler için ödenen Malullük, Yaşlılık ve Ölüm Sigortaları primleri, prim ödeme gün sayılarının hesabına dâhil edilir” hükümleri bulunmaktadır. Örnek olarak, 3 yaşındaki bir çocuk bir dizide oynar ise, bu çocuk sigortalı yapılmak ve primleri SSK’ya ödenmek zorundadır. Kaldı ki, bu durumdaki bir çocuk emeklilik için ileride prim ödeme gün sayısını tamamlasa bile, ancak 60 yaşını doldurduktan sonra emekli olabileceği unutulmamalıdır.
Buraya kadar, çocuklarını yeni reform yasasındaki yüksek emeklilik yaşı şartlarından etkilenmemesi için sigortalı yapmak isteyen anne ve babalar için bunun mümkün olduğunu izah ettik. Ancak, bu durumda olan anne ve babalara çocuklarınızı sigortalı yapmak isterken başınızı belâya sokmayın diyoruz. Çünkü 506 sayılı SSK Kanununun ilgili maddeleri uyarınca, bir iş yerinde fiili olarak çalışmayan kişilerin (çocukların) sigortalı yapılması kesinlikle yasaktır. Dolaysıyla bir işyerinde (bu işyeri kuaför, dizi veya film şirketi de olabilir) aktif olarak çalışmayan çocuklar için yapılan SSK sigortalılığı, hukuki açıdan sahte sigortalılık olarak kabul edilmekte ve buna göre yapılan kayıt ve tescil işlemi hukuken yok sayılmaktadır. Çünkü 506 sayılı Kanunun 2'nci maddesinde; “Bir hizmet akdine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılanlar bu kanuna göre sigortalı sayılırlar” hükmü bulunmaktadır. Yani bir işyerinde ve işveren emrinde çalışmadan ve çalıştırılmadan sigortalı sayılmak mümkün değildir.
Ayrıca, 4857 sayılı İş Kanununun 71'inci maddesine göre işyerinde gerçekten çalışmadığı halde çocuk çalıştıranlara ya da çalışıyormuş gibi gösterenlere, idarî para cezası verilmekte ve buna tevessül eden muhasebeciler, ana ve babalar ile ilgili şirket ya da işverenler hakkında sahte sigortalılıktan dolayı adli kovuşturma yapılmaktadır. Bu nedenle, çocuklarınızı erken emeklilik avantajlarından yararlandırayım ya da onları yeni yasadaki yüksek yaş şartlarına tabi tutmaktan kurtarayım derken kendinizi bir sürü idarî para cezalarıyla ve mahkemelerle uğraştırıp başınızı belâya sokmayın. Ancak, gerçekten çocuklarınız fiilî olarak bu gibi kuaför, fırın, reklâm ve film ajanslarında çalışıyorlarsa yaşları 14 yaşından küçük bile olsa onları sigortalı yapmak için acele edin.
OKUR SORULARINA KISA CEVAPLAR
Suna Altay;
*04.11.1988 tarihinde Bağ-Kur sigortalısı olarak başlangıcım var. 1993 yılında vergi kaydımı sona erdirdim. Esnaf sicil ve meslek odası kaydım devam ediyor. Bağ-Kur’a prim borcum var. Yeni yasaya göre haklarım değişir mi ve ne zaman emekli olabilirim?
Sayın okurum; doğum tarihinizi belirtseydiniz emeklilik tarihinizi hesaplamak için çok daha iyi olurdu. Vermiş olduğunuz bilgilere göre 1993’ten sonra vergi kaydınız olmadığı için size esnaf sicil ve meslek odası kaydınıza göre en fazla 15.08.2005 tarihine kadar hizmet verilecektir. Bu ise sizin için toplam en fazla 16 yıl 9 ay 11 günlük hizmet süresi kazandıracaktır. Bağ-Kur’dan emeklilik için ya bu hizmet süresini 20 yıla tamamlayıp 45 yaşında emekli olursunuz. Ya da 15 yıl sigortalılık süresine sahip olmanız halinde (bu şarta haizsiniz) 51 yaşında emekli olabilirsiniz. Ancak gerek 15 yıl üzerinden emeklilikte, gerekse 20 yıl üzerinden emeklilikte Bağ-Kur’a borcunuzun olmaması gerekiyor. Siz 5510 sayılı yasanın yürürlüğünden önce Bağ-Kur’a girdiğiniz için yeni yasa sizi etkilemeyecektir.
Hasan DOĞAN;
*01.01.1967 doğumluyum. Askerliğimi bir ay bedelli olarak yaptım. 28.09.1990 tarihinde doktor olarak devlet memurluğuna başladım. 28.06.2007 tarihinde memuriyetten istifa ederek özel sektöre geçtim ve şirket ortağı olarak Bağ-Kur’a en yüksek basamaktan prim ödemeye başladım. Ne zaman emekli olabilirim? 17 yıllık devletteki biriken paramı alabilir miyim?
Sayın okurum; şirket ortağı olduğunuz için Bağ-Kur’daki emeklilik şartlarına göre emekli olmak zorundasınız. Buna göre Bağ-Kur’dan 25 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunuzda 52 yaşında emekli olabilirsiniz. Ya da, 15 tam yıl hizmet süresi üzerinden 56 yaşınızı doldurduğunuzda emekli olabilirsiniz. 25 tam yıl hizmet sürenizi kesintisiz çalışmaya devam ederseniz 28.09.2015 yılında dolduruyorsunuz. Emekliliğiniz için gerekli olan yaşınızı ise, 01.01.2019’da ikmal ediyorsunuz. Yani emeklilik için hizmetiniz yaşınızdan önce doluyor ama yaşınızı tamamlamadan emekli olamazsınız. Yaşınızı da beklemek durumundasınız. 17 yıllık devletteki para dediğiniz ise emekli ikramiyesidir. Eğer emekli olurken son çalıştığınız kurum emekli sandığı olmazsa bu parayı alma imkânınız yoktur. Emekliliğinize son 1261 gün kala şirket ortaklığını bırakıp bir devlet dairesinde doktor olarak çalışmaya başlarsanız emeklilik ikramiyenizi alır ve emekli sandığından emekli olursunuz.
İsmi Mahfuz;
*Annem 1958 doğumludur. 01.05.2004 tarihinden itibaren 2274 günlük SSK’ya prim ödemesi bulunmaktadır. Kendisi şu anda çalışmıyor. Annem sigortalı olabilir mi? Ya da sigortalı olabilmesi için ne yapmamız gerekiyor? Kalan prim tutarını dışarıdan ödememiz halinde emekli olması ihtimali var mı?
Sayın Okurum; 3600 gün prim ödeme gün sayısına sahip olduğunda, 55 yaşını tamamladığında ve en az 15 yıl sigortalılık süresine sahip olduğunda SSK’dan emekli olabilecektir. Anneniz 3600 günden geri kalan 1326 günü isteğe bağlı SSK sigortalısı olarak tamamlayabilir. Çünkü SSK isteğe bağlı sigortalılığı için gerekli olan 1080 gün prim ödeme şartını yerine getiriyor.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tasarrufa çağrı |
|
Dünya ekonomisi büyük bir bunalıma doğru sürükleniyor. Yıllardan beri uygulanan ‘israf ekonomisi’nin bedelini, ne yazık ki milyonlar ödüyor ve ödemeye de devam edecek.
Klasik bir tâbir var: Kişi, kazandığından daha az harcadığı sürece ‘zengin’, kazandığından daha fazla harcadığı sürece de ‘fakir’dir. Türkiye’deki milyonlar, bu tesbiti doğrularcasına kazanmadan harcamanın peşinde. Hepimiz, ilk kakışta ‘kârlı’ gibi görünen ‘kredi kartı tuzağı’na düşmüş haldeyiz. 10 ay ile 30 ay arasında değişen taksitlerle, bir anlamda kazanmadığımız paraları bugünden harcamış durumdayız. Bu hâl ve gidiş böyle devam ettiği sürece, millet olarak ‘fakir’likten kurtulmamız zor görünüyor.
Son günlerde başlatılan bir kampanya ile millet ‘kredi kartıyla alış-veriş’e teşvik ediliyor. Reklamlar, kurnazca bir kurgu üzerinden tüketiciye sesleniyor. “Sen al, ne de olsa kart öder” anlayışını hatırlatan ifadeler, en basit tanımıyla tüketiciyi yanıltma değil midir?
Tüketicileri ‘daha fazla harcama’ya davet eden reklâmlarda, ‘paranın esaretinden kurtulun, kredi kartıyla alış-veriş yapın’ deniliyor. İyi de, bu şekildeki alış-verişle ‘kredi kartı’na esir olunmuş olunmuyor mu?
Millete yapılması gereken asıl çağrı, tasarrufa teşvik çağrısı olmalıdır. Nitekim Tüketici Hakları Derneği Gaziantep Şube Başkanı, Türkiye siyasetindeki belirsizlik ve dünya ekonomisindeki durgunluk nedeniyle tüketicileri ‘bilinçli davranmaları’ konusunda uyarmış. Özellikle dövizle borçlanılmamasını isteyen dernek başkanı, “Bu dönemi en az kayıpla atlatmak için, araba ve ev değiştirmek ertelenmeli. Market alışverişleri tok karna yapılmalı ve liste dışına çıkılmamalı” demiş.
Elbette önemli bir çağrı, ancak bir kişinin, bir kuruluşun çağrısı yeterli olur mu? İsrafa girmeme konusunda bütün kişi ve kurumlar harekete geçmeli. Yapılan israfın bedelini hepimiz ödüyoruz. İhtiyaç olmayan ürünleri satın alarak ya da ‘reklam’lara kanmak sûretiyle ‘ambalaj’lara servet ödüyoruz. Ayrıca, televizyon reklamları sebebiyle de çocuklarımız üretici firmaları nezdinde ‘en kârlı müşteri’ haline geliyor.
Bütün bu olumsuzlukları, ancak ‘israf tuzağı’nı bertaraf ederek aşabiliriz. Toplumu, israf yerine tasarrufa çağırmak gerekiyor. Bunun ilk adımını da sivil toplum kuruluşları atabilir. Elbette olması gereken ‘devlet’in de insanları tasarrufa teşvik etmesidir. Ancak onlar yapmıyorsa, bu işi sivil toplum kuruluşları yapabilir. Nasıl ki ‘banka’lar insanları ‘israf’a ve tüketime davet ediyor, STK’lar ve vakıflar da tasarrufa teşvik eden kampanyalar açabilir.
Mesela son günlerde ölçüsüz bir şekilde artan ‘pirinç’ fiyatlarına karşı çare olarak tüketicilere ‘satın almama’ çağrıları yapılıyorsa, aynı şey başka ürünler için de yapılabilir. Her gün artan akaryakıt fiyatları da bu şekilde protesto edilebilir. ‘Tüketici’ler, tüketmeyerek tepkilerini ortaya koyabilir. Zaten ‘demokratik tepki’ denilen şey de bu değil mi?
İsraf edilen para çok ‘pahalı’dır. Maalesef, bu uğurda kimi zaman şahsiyet, kimi zaman ‘inanç ve değerler’ fedâ ediliyor. Şeytanın en büyük tuzaklarından biri olan ‘israf tuzağı’nı hep birlikte bozalım!
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ulusalcı-Neocon ittifakı |
|
Kimileri, Türkiye’de AKP odaklı son çekişmenin altında veya merkezüssünde aslında Fethullah Gülen hareketinin yattığını ileri sürüyor. Doğal veya kendiliğinden oluşan ‘AKP-Gülen ittifakı’ veya iddiasına karşı ufukta bir başka ittifak daha yeralıyor. Ulusalcı ve Neocon ittifakı. Aslında hem ulusalcılar, hem de neoconlar mutant hareketlerdir. Zira başkalaşmışlar. Ulusalcılar aslında milliyetçilerden ayrılmış ve özünü kaybetmiş bir anlayıştır. Belki çığır demek bile mümkün değil. Çığır haline gelmeye çalışan bir düşünce ve akım. Belki onlarla milliyetçilerin ilişkisini başka bir yazı konusu yapmak daha doğru olur. İkisinin de bir ucunda dönmelik var. Veya bulundukları zeminin dominat kültür ve dinî algılamalarına yabancılar. Birisinde dönmelik, diğerinde de Yahudilik bulaşıklığı var.
Neoconların fikir babası Leo Strausse Yahudi kökenli olmasına mukabil dine yabancı idi; hatta ate olduğu ifade edilmektedir. Yahudi olmalarına rağmen dindar değiller. Özellikle de Hıristiyanlık değerlerine yabancılar ve karşılar. Meselâ kürtaj gibi konularda serbestiden yanalar. Aslında Yahudilerin dindarlığı daha ziyade asabiyet dindarlığıdır. Bundan dolayı kendileri için ‘beynelmilel Yahudi’ tabiri kullanılır. Yahudilikte dinî anlayış daha ziyade ırkî olduğundan dolayı hakkaniyete değil, asabiyete bağlıdır. Asabiyet de onu diğer milletlere ve dinlere karşı yabancılaştırmaktadır. Yahudiliğin en temel vasfı veya hastalığı hakkaniyetin yerine asabiyeti ikame etmesidir. Dolayısıyla bu iki mutant akımın birbirine sırt sırta vermesi şaşılası bir durum değildir. Eşyanın tabiatına son derece uygundur. Bundan dolayı, Türkiye’deki Ulusalcılarla Amerika’daki Neoconlar birbirlerine yapışık Siyam İkizleri gibidirler. Cumhuriyet gazetesinin AKP’ye İslamofaşist diyen Michael Rubin’i ve sözlerini kılavuz olarak alması ve manşetlere taşıması bu dayanışmanın tabiî belirtilerinden birisidir. Michael Rubin de, Dünya Bankası’ndan kovulduktan sonra Wolfowitz’in de son sığınak olarak dönüş dolaşıp kürkçü dükkânı gibi geri döndüğü Yeni Muhafazakârların kalesi mesabesindeki AEI’de çalışmaktadır.
***
Cumhuriyet gazetesi bu çizgiye yabancı değildir. Yeni Şafak’tan Taha Kıvanç’ın yazdığı gibi İlhan Selçuk Irak üzerinden Neocon ekiple bir ittifak ve pazarlık arayışında olmuştur. İşgal üzerinden kendi zeminlerini güçlendirme hesapları yapmıştır. Türkiye’nin Irak’ta işgale yardım etmesine ve model ihraç etmesine mukabil, onların da Türkiye’deki kurulu düzeni desteklemelerini istemiş veya en azından bu yönde imal-i fikirde bulunmuştur. Aslında bu hususta Rubin kimi Ulusalcılarla paslaşıyor. Bundan bir iki yıl önce kimi yargıçlar Fethullah Gülen’in ABD’den Humeyni’nin Paris’ten döndüğü gibi muzaffer bir şekilde döneceğini ve bu yolla ülkenin rejimini değiştireceğini ileri sürmüşlerdi. Bu iddialar Cumhuriyet gazetesinin arşivlerinde duruyor. Hablemitoğlu Fethullah Gülen Raporu’nda kendi zaviyesinden benzeri sonuçlara ulaşmaktadır. Keza Doğu Silâhçıoğlu da ‘Ayetullah Fethullah’ gibi yazılarında bu ortak tema üzerinde durmaktadır. Neoconların Perinçek’i vaziyetinde olan Rubin, Gülen’in Türkiye’ye dönüşünün Ayetullah Humeyni’nin 1979 yılında Paris’ten dönüşüne benzer bir tesir icra edeceğini savunmaktadır. Yine Gülen sessiz kalsa da, Türkiye’ye dönüşünün taraftarlarınca, 1924 yılında kaldırılan ‘halifeliğin’ yeniden tesisi gibi gösterecekleri tahmininde bulunmaktadır.
***
Michael Rubin 1 Mart tezkeresinin ardından Türkiye’de yapmadık hakaret bırakmamasına rağmen yine de Harp Akademilerinde konferans vermeye davet edilmiştir. Nedense Türkiye’de birileri sürekli Michael Rubin’i kolluyor ve bağrına basıyor. Şaşırtıcı bir şekilde Irak’ın kuzeyindeki yeni Kürt oluşumuna ve Barzani’ye de veryansın etmişti. Bununla birlikte bu saldırıların arkasında akçeli ilişkiler yattığı ortaya atılmıştı. Musluğu veya arpası kesilince saldırıya geçmişti. Aynı tavrı Perle gibiler de gösteriyordu. 11 Eylül’ün akabinde Suudi Arabistan gibi ülkeler hedef tahtasına otortulurken Perle, Paris gibi başkentlerde Suudlu iş adamlarıyla pazarlığa oturuyor ve durumdan vazife ve krizden akçe çıkarmaya yelteniyordu.
Rubin 2007 yılında yazmış olduğu makalelerinde AKP’nin kendisi içinden bir cumhurbaşkanı seçmesine izin verilmeyeceğini ve bunda ısrarcı olması halinde sivil kuvvetlerin devreye gireceğini ve partinin bölünebileceğini yazmıştı. Bu defa da aynı kişi tarafından AKP ile birlikte, kimi çevrelerin ‘hükümetin görünmez ortağı’ şeklindeki lanse ve takdim ettikleri Fethullah Gülen ve hareketinin hedef tahtasına oturtulması tesadüf mü? Bu meselede spekülatif olmayan tek boyut Türkiye’deki Ulusalcılarla ABD’deki Neoconların ortak oluşları ve ittifaklarıdır. Bu cibillî bir ittifaktır. İnanmayanlar Daniel Pipes gibilerin kendi sitelerine girenler 367 krizi sırasında İzmir ve benzeri yerlerde ulusalcı kesimlerin yürüyüşleriyle alâkalı destek yazıların görebilerler. Orada göreceklerdir ki, kendilerinin AKP için kullandıkları ve suçladıkları ‘ılımlı İslâmcı’ tabirini Daniel Pipes bizzat ulasalcılar için kullanmakta ve onları aynen Rubin gibi sonuna kadar desteklemektedirler. İkisinin hamuru ve mayası da aynı; ikisi de mutant. Değişim geçirmiş ve başkalaşmışlar. Neoconlar Yeni Muhafazakârlar ise ulusalcılar da Yeni Milliyetçilerdir.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Siyasî savrulma ve yanlışlar zinciri |
|
Siyasette “kapatma davası”yla başlayan savrulma sürüyor. Başbakan Erdoğan her ne kadar “AKP’nin kapatılacağına inanmıyorum” dese de, “kapatılma tedirginliği” devam ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin onbir üyesinin oy birliğiyle “görüşme”yi kabul ettiği davanın “kapatma” ile sonuçlanacağı endişesi parti kademelerinde yayılırken, AKP’nin yerine ikame edilecek “yeni parti” hazırlıkları ve Başbakan Erdoğan’ın “post AKP” için Güçlü Türkiye Partisi Genel Başkanı’yla görüşmesi bunu gösteriyor.
Buna bazı medya kalemşörlerinin “AKP ağzıyla kuş tutsa da kapatılacak” demeleri de eklenince, siyasî belirsizlik ve kargaşa içinde “kapatma davası”na karşı izlenecek “yol haritası” bir türlü belirlenemiyor. İktidar partisinin siyasî parti kapatmalarıyla ilgili 15-20 maddelik bir anayasa değişikliği paketinden bahsediliyor; bizzat Başbakanın “savunma çalışmaları”nı yürüteceği söyleniyor.
Ancak sonuçta ortada 301’e makyaj düzeltmenin dışında bir şey görünmüyor. AB’den ve içeriden gelen onca samimî ve ciddî uyarıya rağmen, hükûmetin hâlâ günübirlik oyalama ve erteleme içinde olduğu gözleniyor. Katar’daki temasları sırasında gazetecilerin, “Anayasa değişiklikleri konusunda yol haritası belli oldu mu?” sorusuna Başbakan’ın, “Anayasa Mahkemesi sürecini aynı şekilde devam ettireceğiz. Bunun dışında konuyla ilgili herhangi bir şey yok” demesi, bunu bir defa daha açığa çıkarıyor…
Belli ki siyasî iktidar hâlâ kararını vermiş değil. Bu sebeple gittikçe kaypaklaşan süreçte her kafadan bir ses çıkıyor. En kötüsü de partinin “kapatma”dan kurtulması için “laiklik vurgu”suyla bazı mahfillerin “kaygıları”nı giderme çabasına girilmesi…
İktidar partisinde alttan alta tezat dolu çözüm önerileri baş göstermekte. Bir taraf, tâvizsiz geniş bir “demokratikleşme paketi”yle mukabele edilmesini savunurken, önemli bir kısmı “gerginlikler”e girilmemesi ve öncelikle partinin kapatılmaması için süregelen tâvizkâr tutumun devamından yana. Bundandır ki yanlış politikalarla, “kapatma”ya gerekçe olacak ve demokratikleşme düzenlemelerini zora sokacak vâhim hatalar zincirine yenilerini ekliyor.
Bilindiği gibi bütün ikazlara rağmen AKP ile MHP’nin yasadışı başörtüsü yasağını aşmak için Anayasanın 10. ve 42. maddesinde yaptıkları değişiklikler hâlen Anayasa Mahkemesi’nde. Ne yazık ki Başbakan’ın İspanya’da “velev ki siyasî simge de olsa”yla başlayan “fevrî çıkış”la, başörtüsü yasağını üniversitelerde daha da azdırdı. CHP ve DSP’nin Anayasa Mahkemesi’ne başvuruları ve özellikle yeni YÖK Başkanı’nın değişikliklerin uygulanması hakkındaki “yazısı” üzerine, daha önce başörtüsünün serbest olduğu bazı vakıf üniversitelerinde de yasak dayatıldı.
Bu hususta da raportörünün raporu bekleniyor. Anayasa Mahkemesi’nin şekilden ya da “laikliği ihlâl” gerekçesiyle sözkonusu değişiklikleri “iptal” etmesi durumunda, öncelikle yasakçıların eline yasadışı yasağa bir nevi “yasal dayanak” kozu sunulacak!
Öteden beri arkadan dolaşarak başörtüsü yasağını Anayasa’nın 153. maddesindeki açık hükmüne aykırı olarak Mahkeme’nin hiçbir zaman yasa yerine geçmeyen “gerekçesi”ne dayandıran yasakçılar, bu kez bu “iptali” yasa dışı yasakta istimal edecekler. Tamamen bir dinî vecîbe olan ve insan haklarının en başında gelen başörtüsünün, “laikliğe aykırı” olduğu, anayasal ve yasal hükümlerle yasaklandığı havası pompalanacak… Diğer yandan, “laiklik ilkesi”nin ihlâli üzerine kurulan “kapatma iddianâmesi”ne mesned edilecek…
Görünen o ki, yanlışı yanlışla telâfî taktiği, beraberinde daha vâhim hataları getiriyor. Ne var ki iktidar partisi bir türlü bundan ders almıyor. Tıpkı hükûmetin yasakçıların “savları”yla başörtüsünü “laikliğe aykırı” ve “siyasî sembol” ve gerginlik sebebi” saydığı Leyla Şahin davasında olduğu gibi, antidemokratik dayatmalara tâvizler vermeye devam ediyor.
Demokrasi dışı mihraklara karşı demokratik dirençle karşı koyması gerekirken, ya baştan beri yaptığı gibi “mayınlı arazi”den uzak kalıyor; ya da demokrasi dışı mihraklara “şirin gözükme” hesaplarına giriyor. Yalnız kendisi kaybetmiyor; demokrasi ve özgürlüklerde kazanılan hakları bile kaybettiriyor.
Her ne kadar Grup Başkanvekili tarafından tekzip edilse de, şaşırtmalar devam ediyor. Yasakçı mihraklar ve öteden beri AKP iktidarını destekleyen medya kalemşörleri, AKP’nin “laikliğe samîmiyetini” ispat etmesi için ilk orta dereceli okullarla kamuda başörtüsünü resmen yasaklayan böyle bir düzenlemeyi öneriyorlar. Hiçbir yasal dayanağı olmayan yasağın ilk ve ortaöğretim okullarıyla kamu kurumlarında ilk kez anayasal zeminde kalıcı hale getirecek bu değişikliğe zorluyorlar.
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. İktidar partisinde bu ateş varsa, derhal söndürülmeli. Aksi halde “kapatma”ya hiçbir faydası olmayacağı gibi, kazanılan demokratik hak ve özgürlükleri de yakar. Yasağı yasal hale getirir…
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Acı ve üzüntü veren geçici lezzetler |
|
Zevk ve lezzetlerin peşinde koştuğu gibi zaman zaman acı, üzüntü ve sıkıntılara da maruz kalabiliyor insan.
Zevk ve lezzetlere iradesiyle yönelirken bazan iradesi dışında üzerine acı, üzüntü ve sıkıntılar üşüşebiliyor.
Acaba hangisi daha kazançlı?
Acı, üzüntü, sıkıntı gibi görünüşte musibet gözüken şeylerin perde arkasını, sır ve inceliklerini bilmeyen insan “Birincisi daha kazançlı!” diyebilir. Oysa hangisinin hakkı verilebiliyorsa o daha kazançlıdır.
On iki imamdan birisi olan Zeynelâbidin Hazretlerinin şu duâsında bu gerçeği açıkça görmek mümkün. Şöyle yalvarıyor Allah’a: “Allah’ım, bedenimin şu ana kadar istifade ettiğim sağlık ve selâmetinden dolayı Sana hamd olsun. Vücudumda meydana getirdiğin hastalıktan dolayı da Sana hamd olsun.”
Görüldüğü gibi o büyük imam, sağlık nimetine hamd ettiği gibi, çoğu insanın farkına bile varamadığı hastalık için de şükrediyor.
Hastalık için sabretmek yetmiyor, sabırla üstesinden gelmeye çalışmak da yeterli değil. Ayrıca ona şükretmek de gerekiyor. İşte bu ince noktaya dikkat çekmiş Zeynelabidîn Hazretleri. Duânın devamında da buna açıklık getirmiş, sebebini açıklamış: “Ya Rabbi, bu iki durumdan hangisinin Sana şükretmeye daha lâyık, iki zamandan hangisinin Sana hamd etmeye daha uygun olduğunu bilemiyorum.”1
Lezzetler şükür içindir. Musibetler de şikâyete girmemeyi, tam tersi sabır ve şükretmeyi gerektirir. Hz. Süleyman (as) karıncanın sözünü işittiğinde tebessüm edip, “Ey Rabbim, bana, anne ve babama ihsan buyurduğun nimetlere şükretmeyi ve rızâna kavuşturacak işler yapmayı bana ilham et. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat”2 diye duâ etmişti.
Şükreden kazanıyor. Sabredip hamd eden de kazanıyor.
“‘Kadere iman eden kederden kurtulur’ kudsî kaidesini rehber et” diyen Bediüzzaman ise nefsi bu hususta şöyle susturuyor: “Hevesli, akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinden koşma. Düşün ki fani zevkler sana mânevî elemler, teessüfler bırakıyor; sıkıntılar, elemler ise, bilâkis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Zâten lezzetler şükür için verilmiş.”3
Demek nefis fanî, geçici ve ehemmiyetsiz zevkler, manevî acı ve üzüntüler bırakıyor. Allah yolunda çekilen sıkıntı ve acılar ise aksine mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar kazandırıyor. Aklı başında, uslu insanların işi değil böylesine acı ve hüzünler bırakan fanî zevklerin peşinde koşmak. Ancak hevesli, akılsız çocukların işi. Lezzetlerin şükür için verildiği unutulmamalı. Ruhu bedenine, kalbi nefsine, aklı midesine hakim olan ve lezzeti şükür için isteyen bir kimsenin ise leziz ve nefis şeylerden faydalanmasına hiçbir engel yok.
Ne dersiniz hangisi kazançlı: Acı ve üzüntü veren geçici zevk ve lezzetler mi? Yoksa büyük kazançlar sağlayan, sabredilen sıkıntı ve hüzünler mi?
Dipnotlar:
1- Zeynelâbidin’den Duâlar, s. 213.
2- Neml Sûresi: 19.
3- Emirdağ Lâhikası, s. 173.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Zekâtın kazandırdıkları |
|
Zekât, kin ve nefretleri engelleyerek; duâ ve saygı duygularını harekete geçirerek sosyal hayatta taşkınlıkları önler. Aynı zamanda hak ve hürriyetlere de kanallar açar. Oysa zekât, görünüşte fakirin minnetini satın almaktır. Nasıl hürriyete kanatlanmak olur?
Zekât verenler, asla minnet ettiremezler. Zekât alanlar da minnet duymazlar. Böylece izzetlerini muhafaza ederler. Bağımsızlıklarını korurlar. Çünkü, malı veren Rezzak-ı Kerîm’dir. Onun verdiğini, Onun emriyle, Onun kuluna vermekte herhangi bir minnet yapılamaz. Zekât veren, veznedar veya maaşları dağıtan mutemed gibidir. Kendisine bir pay çıkarabilir mi? İşte “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunanlar...”1 âyetiyle bu gerçeğe dikkat çekilir.
Diğer taraftan zengin, bu servetini, içinde fakirlerin çoğunlukta olduğu toplumdan kazanmıştır. Onları çalıştırmış; onlardan mal satın almış veya birşeyler satmıştır. Herhalde ölçüye tam tamına riâyet edememiş veya çalıştırdığı kişinin ücretini alnının teri kurumadan verememiş. Zekât, kendi tarafına geçen kiri temizler.
Zekât, mal bağımlılığı esaretinden de kurtarır. Dolayısıyla cimrilik, tamahkârlık gibi yaraların da merhemidir. Cömertlik ve merhamet duygusunu geliştiren, kuvvetlendiren bir ilâç özelliği de taşır. Müslümanları dünya ve mal sevgisinden de uzaklaştırır. İnsanların birbirleriyle boğuşmalarının temelinde, dünya ve mal sevgisi yok mu? Bu duygularını gemleyemeyenler, hırs ve kanaatsizlikle diğer insanların mallarına göz dikerler. Onu elde etmek için de, hileli, kirli yollar seçerler.
Yukarıdaki âyet, “yünfikûn” kelimesiyle biter. Bu, şu demektir: “Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbul olmaz.” Şu hâlde, zekâtı alabilmek için, sefâhet ve ahlâksızlıktan uzak kalmak şarttır.
Zekât, aynı zamanda, zekât verenin de süflî ve aşağı duygular karşısında hürriyetini kazanması demektir. Zekât veren, maddî duygulardan kurtulmayı ve yüce, İlâhî düşüncelere, hakikatlere yönelmeyi fiilen öğrenir. Pek çok âyet-i kerime, bize, dünya malının fânîliğini, asıl olanın takvâ olduğunu hatırlatır.
Zekât, emeğini, bir yerde “canın yongası”nı vermek demektir. Şu halde, “vermek ve paylaşmak” zekât emrini yerine getirmekle öğrenilir.
Öte yandan zekât, hırsızlığı, yolsuzluğu, gasp, kin, nefret ve servet düşmanlığı gibi sâir kötü duyguları yok ederek hak ve hürriyetlerin ihyasına zemin hazırlar.
Bir başka cepheden incelendiğinde zekat; iktisadî, yâni ekonomik hayatın itici bir gücü olduğu da anlaşılır. İslâm, insanları refaha, kalkınmaya teşvik eder. Çünkü zekât verebilmek için maddeten belli bir seviyede olmak gerekir. “Veren el, alan elden hayırlıdır” hadis-i şerifinde de kalkınmaya teşvik vardır. Şu halde, fakir insanlar da, zekât verebilmek, İslâmın bu şartını yerine getirebilmek için gayret ve şevkle çalışacaklardır. Demek zekât, fakirliği izâle ederken, refah toplumunu da teşekkül ettirmektedir.
Gayet tabiîdir ki, zekât sadece para ile verilmez. İnsana ihsan edilmiş çeşitli nimetler vardır. Bunlar ilimdir, kuvvettir, çeşitli istidat ve kabiliyetlerdir. Bunların da kendilerine göre zekâtları vardır. İlmin zekâtı öğretmek, öğüt vermektir. Gücün zekâtı, zayıflara yardım etmektir; onları zâlimlerin, haksızların pençesinden kurtarmaktır. İstidat ve kabiliyetlerin zekâtı, onları insanlığın faydasına sunmaktır. Bu da, her yönüyle hak ve hürriyetlerin inkişafı demektir.
Dipnot: 1-Kur’an, Bakara, 3.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İki farklı şahsiyet: Başgil ve Özal |
|
Nisan ayının 17'si, iki farklı şahsiyetin iki ayrı tarihlerdeki vefat günüdür. 1967 yılının 17 Nisan'ında, anayasa hukukçusu, eski cumhurbaşkanı adaylarından Prof. Dr. Ali Fuat Başgil vefat etti.
1993'ün 17 Nisan'ında ise, ANAP'ın kurucu başkanı, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etti.
İşte bugün, bu her iki devlet ve siyaset adamının da vefat yıldönümüdür.
Şimdi, bu iki şahsiyeti biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
ALİ FUAT BAŞGİL
Başgil, 1893 senesinde Samsun Çarşamba'da dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilinin ardından yüksek tahsile başlamıştı ki, Birinci Dünya Savaşı patlak verdi.
Bu sebeple, tahsilini tamamlayamadan, 1914'te henüz 21 yaşında iken yedek subay olarak askerlik görevine başladı. Tam dört yıl müddetle Kafkas cephesinde savaştı.
Terhisten sonra tekrar İstanbul’a döndü ve yarım kalan hukuk tahsilini tamamladı.
1921'de Paris'e gitti. Hukuk doktorasını orada yaptı. Ayrıca, felsefe ile siyasî ilimler sahasında ihtisas yaptı. 1929 sonlarında Türkiye'ye döndü.
* * *
Özetle, Türkiye'de uzun yıllar öğretmenlik yapan, din, laiklik ve anayasa hukuku dalında yüksek ilmî vukufiyet sahibi olan Ali Fuat Başgil'i, insanlarımız daha çok onun 1961'deki cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle tanıdı.
27 Mayıs cuntacıları, devirmiş oldukları DP yöneticilerini insanlık dışı işkencelerden geçirip üç liderini idam ettirdikten sonra, yeni bir anayasa hazırlattılar. Seçmenin—şiddetli baskılara rağmen—sadece yüzde 65'nin "evet" dediği bu anayasa, 9 Temmuz 1961'de referanduma götürüldü.
Ardından, iki meclisli genel seçimlere gidildi. Millet Meclisi 450, Senato ise 150 kişiden oluşuyordu.
Bu safhadan sonra, sıra cumhurbaşkanlığı seçimine gelmişti. Darbecilerin tek adayı vardı: Cemal Gürsel.
İkinci bir adayın ortaya çıkması, o günkü şartlarda hiç de kolay değildi. Rakip adaya tahammül edemeyen cuntacılar, Meclis'teki milletvekillerinin aday olarak ilân ettikleri Ali Fuat Başgil'e kin ve öfke duymaya başladı.
Nihayet, 24 Ekim 1961'de Başbakanlığa çağrılan Başgil'e, burada adaylıktan çekilmesi talebinde bulunuldu. Buna itiraz edince de, silâhlı dayatma yoluna gidildi ve adaylıktan zorla vazgeçirildi.
TURGUT ÖZAL
8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1927'de Malatya'da doğdu. Ailesi, kısa bir süre sonra Bilecik Söğüt'a taşındı.
İlk, orta ve lise öğrenimini yine farklı şehirlerde tamamladı. 1945 İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümününde okumaya başladı.
1950'de, Fevzi Çakmak’ın ölümü sebebiyle yayın akışını aynen sürdüren radyoevine baskın yapanların içinde yer aldı. Aynı yıl, Ankara'da mühendis olarak Elektrik İşleri Etüd İdaresinde çalışmaya başladı. İki yıl sonra Amerika'ya gitti. 1954'te döndü ve Semra Hanımla hayatını birleştirdi. 1959'da askere alındı. Terhisten sonra, DPT'de Demirel'in yanında çalıştı. Ayrıca, muhtelif dairelerde de bürokrat ve teknokrat olarak çalıştı.
1971 Muhtırasından sonra özel sektörde (Sabancı Holding) görev aldı. 1977'de ise Erbakan'ın safında siyasete atıldı. Aynı yıl MSP’nin İzmir milletvekili adayı oldu, ancak seçimi kazanamadı.
1980 İhtilâlinden sonra, Başbakan Yardımcılığına getirildi. İki sene sonra hükümetten ayrılarak Amerika'ya gitti. Dönüşte tekrar siyasete atıldı ve 20 Mayıs 1983 Anavatan Partisini kurdu.
Aynı sene, sadece imtiyazlı partilerin katıldığı seçimleri kazandı ve tek başına iktidar oldu. Bir sonraki seçimde oyları düşmesine rağmen, yine iktidarda kaldı. Siyasî yasaklar hakkında yapılan referandumda, yasaklardan yana tavır aldı.
Partisinin 1988'deki kongresinde silâhlı saldırıya uğradı.
Bir yıl sonra Meclis'de yapılan 3. tur seçimlerde kendi partisinden 267 oy alarak cumhurbaşkanlığı makamına çıktı. Bu makamda iken, hem Köşk'ü, hem de Meclis'i idare etmeye çalıştı. Körfez Harbindeki diplomasiyi kendisi yönlendirdi. Başbakanı gölgede bıraktı.
Daha sonra Mesut Yılmaz başkanlığındaki eski partisiyle arası açılan Özal, 17 Nisan 1993'te Çankaya’daki görev süresini tamamlayamadan vefat etti.
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Ebru Eraldemir:
*“Babamı bir ay önce kaybettik... 13 yaşında bir kızım var, dedesine çok düşkündü. Babacığım ona birkaç kez rüyasında göründü. Her seferinde üzerinde krem rengi gömlek ya da beyaz havlu oluyor. Ve her seferinde yüzünde bir gülümseme ile ‘Çok rahat ve huzurluyum’ diyor, kızım öpmek istediğinde ‘izin vermiyorlar’ diyerek uzaklaşıyor. Sık gelmesini söylediğinde de ‘Ancak bu kadar izin alabiliyorum’ diye cevaplıyor... Birçok dinî yayında okudum; ölü ile rüyada iletişim kurulur diye. Sizce bu rüyalar neye işarettir...”
Öncelikle taziyetlerimi sunar, muhterem babanıza Allah’tan rahmet, geride kalanlara sabr-ı cemil niyaz ederim. Allah onunla sizi Cennetinde kavuştursun. Âmin.
Rüya bir umuttur. Rüyada görmemek olumsuzluğa işaret değildir. Kızınızın dedesini rüyasında gülümser ve huzurlu görmesi şüphesiz hayra alâmettir. İnşallah o, âlem-i berzahta hep gülümsüyor ve hep huzur duyuyor. Kızınızın dedesini öpmesine izin verilmemesi, onu abartılı derecede övgüyle değil; rahmetle ve duâyla anmaya çağrıdır. Rüyada konuşan ruhun kendisi olabilir şüphesiz. Bu rüyalar duâ etmeye, umutlu olmaya ve salih amel işlemeye devama işarettir. Unutmayalım: Sizi muhterem babanızla buluşturacak en önemli adımınız salih amellerinizdir. Allah, salih amellerde sizleri ve bizleri muvaffak kılsın. Âmin.
Seda Eraldemir:
* “Bundan 30 gün önce dedemizi kaybettik. Benim 1,5 yaşlarında bir kız kardeşim var, geçenlerde evde hepimiz oturuyorduk birden bire dede diyerek içeriye doğru yürüdü, gözüyle evimizin çıkış kapısına kadar takip etti ve elindeki yiyeceği dede diyerek uzattı. Hepimiz çok şaşırdık; halam kardeşimin arkasından duâ ederek gitti. Lâkin herhangi bir şey göremedi. Sizce bunun dedem olabilme imkânı var mıdır? Eğer ki böyle bir durum söz konusuysa ruh, evini dolaşır, yakınlarını ziyaret edebilir mi? ”
Dedenize binler rahmet diliyorum. Ölen bir kişi, rüyada görülebilir. Aşikâre görülmesi pek gerçekleşmez. Ancak keşfe’l-kubur velîlerinin, günahsız ve masum olanların, hiçbir kural ve şart olmamakla beraber, bazen aşikâre görmeleri mümkün olabiliyor. Ölen kişinin ruhunun salih olması halinde sadece evini ve yakınlarını değil, salâhati derecesinde dünyayı ve kâinatı dolaştığı da bir gerçek. Çünkü ölen kişinin ruhu ölmüyor; yaşıyor. Eğer salih bir kimse ise kabirde çok fazla kalmıyor. Çıkıp geziyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu yüzden, kabre, ‘ruhların uçtuğu meydan’ mânâsında “meydan-ı tayeran-ı ervah” diyor1 ve bâkî ruhların eskimiş yuvalarını toprak altında bırakarak bir kısmının yıldızlarda, bir kısmının âlem-i berzah tabakalarında2, bir kısmının da cismânî âlemlerde gezdiğini haber veriyor.3
***
Tuncay Aksaç:
*“Eşim namaza niyetlenirken çok zorlanıyor, çok istemesine rağmen namazını çok zaman kılamıyor. Kur’ân okurken sıkıntı yaşıyor.”
Başta kendimiz olmak üzere, aile efradımızın ve çoluk çocuğumuzun namaz konusunda daha hassas olmalarını Rabbimizden bolca isteyelim. Bunun için Kur’ân’da bir duâ örneği var; Hazret-i İbrahim’in (as) duâsı: “Rabbic’alnî mukîme’s-salâti ve min zürriyyeti rabbenâ ve tekabbel duâ.’”4 Mânâsı şöyledir: “Rabbim! Beni ve benim soyumdan olanları namazını kılanlardan eyle. Rabbimiz duâmı kabul eyle.”
Kur’ân’ın önemle bildirdiği bu Peygamber Duâsını dilimizde ve gönlümüzde vird yapalım. Meselâ namazlarda selâmdan önce okumaya çalışalım.
Fakat namaz ve Kur’ân konusunda asla şiddet uygulamayalım.
G. Kılınç:
*“Kayınvalidemin ismi Naile ve ben bu ismi kızıma vermeyi düşündüm. Fakat biraz araştırma sonucu put ismi olduğunu öğrendim. Türkçe karşılığı muradına ermiş anlamında. Huzursuz oldum. Evladıma bu ismi vermem mahşerde onu utandırır mı benden hak ister mi? ”
Naile muradına, umduğuna ve rahmete ermiş kadın demektir. Put ismi ile alâkası yoktur. Olsa bile, sizin niyetiniz önemlidir. Allah kalbe bakar; kalıba ve lafza bakmaz. Bu isim, mahşerde utandıracak bir isim değildir. Allah mahşerde ameliyle, amelinizle ve amelimizle utandırmasın. Âmin.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 331 2- Lem’alar, s. 238 3- Sözler, s. 820 4- İbrahim Sûresi: 40
17.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kadir AKBAŞ |
Mış gibi yaparaktan demokrat oImak |
|
Yıllardır tartıştığımız, yazar, çizer, gazeteci, radyocu, televizyoncu, akademisyen, şarkıcı, tiyatrocu, sendikacı, politikacı demeden; sağ, sol, orta, Sünnî, Alevî, Türk, Kürt, Ermeni ayırımı yapmadan “hoşa gitmeyen” şeyleri söylemeye ve yazmaya cüret eden herkesi tehdit eden, mahkemelerde süründüren, zaman zaman hapse tıkan, eski 159., şimdi 301. maddenin düzeltilmesi yeniden gündeme geldi.
Düşünce Suçuna Karşı Girişim Grubu tarafından TCK 301. maddesine ilişkin olarak hazırlanan kapsamlı çalışmanın bir kısmını Hukuk sayfasında okuma fırsatını bulabileceksiniz.
TCK 301’in varlık sebebinin, devlete yönelik eleştirileri, özellikle de cinayetlerin, yolsuzlukların, kanunsuzlukların ortaya çıkarılmasını engellemekten başka bir şey olmadığı, maddenin bu dek uygulanma biçimi açıkça ortaya çıkarmıştır.
Yeni TCK hazırlıkları sırasında kanunda 301. maddenin yer almasına, fikir ve fikir açıklama özgürlüğünün sınırlandırılmasına yol açacağı gerekçesiyle pek çok kesimden tepkiler geldi. AKP siyasî sorumluluğunu üstlenmeye cesaret göstermediği için, 301. madde yeni ceza kanununda kendine yer bulabildi. Eleştirilerin artması üzerine dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek değişiklik için maddenin nasıl uygulandığını görmek gerektiğini açıkladı.
Uygulamanın düşünen beyinleri linç etme ve hedef gösterme fonksiyonu icra etmesi karşısında, AKP çevreleri değişiklik konusunu yeniden gündeme taşıdılar. TCK 301 bu arada gazeteci Hrant Dink’in alçakça katline sebep olmuştu. AKP’nin ikircikli tavrı bir insanın hayatına bedel olmuştu.
Türkiye’de ki yargı çevrelerine hakim olan, bireyi ve özgürlükleri değil, devleti korumayı önceleyen anlayış devam ettiği sürece, TCK 301. maddede yapılması planlanan değişiklik uygulamada hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.
AKP, özgürlükler alanında atacağı adımların, siyasî alanda kendisine oy kaybettireceği kaygısını bir kenara bırakmalıdır. Toplumun geniş kesimleri ulusalcı çevrelerin dillendirdikleri düşüncelere itibar etmeyecektir. Daha özgür bir Türkiye, tarafsız ve hukuka bağlı bir yargı geniş halk kitlelerinin de özlemidir.
AKP özgürlüklerin genişletilmesi alanında ortaya koyduğu çekingen tavrın hem kendisine, hem de ülkemize büyük bedeller ödetmekte olduğunu görmeli ve hiç değilse gelinen bu safhada beklentileri boşa çıkarmamalıdır.
17.04.2008
E-Posta:
|
|
|
|