Suffa, mânâ ve tatbikat itibarıyla, kökü Asr-ı Saadet’te olan Nebevî bir eğitim yuvası, bir medrese, bir üniversite ve bir cemaat yapılanmasıdır... Sedir, seki ve sofa gibi yerlere verilen isim olarak lûgatlarda yer alırken; İslâm eğitim ve öğretim literatürüne, “Medine-i Münevvere’de bulunan Mescid-i Nebevî’nin üç ayrı bölümünden, Mekke-i Mükerreme’den hicret edip kendilerini ilme ve cihada vakfeden bekâr muhacirler için hem dershane, hem de yatakhane vazifesini gören son cemaat mahallindeki gölgelik” şeklinde ıstılâhî bir mânâ olarak girmiş.
Bilindiği gibi, Peygamberimiz (asm) tarafından inşâ edilen Mescid-i Nebevî, üç kısma ayrılıyordu: Namazların edâ edildiği bölüm; Ashab-ı Suffanın hayatlarını geçirdikleri kısım ve Resûlullah’ın zevceleri ile beraber oturdukları odalar. Kısaca suffa, Resûlullah’ın va’z, irşâd ve sohbet kürsüsü; misafirhane; mektep ve medrese; fakirler ve hususan ehl-i suffa için imârethâne; yatakhane ve mesken...
Bu medresenin fakir muhacir talebelerine de Ashâb-ı Suffa deniyor. Sayıları zaman ve zemine göre değişmekle beraber, ortalama 400 kişi... Bu güzîde topluluk, her zaman Mescid-i Nebevî’de bulunur; Kur’ân ilmi tahsil eder; Hz. Peygamber’in (asm) va’zlarını, nasihatlerini ve derslerini dinlerler; hal ve hareketlerini gözlemlerdi. Müdâvim oruçlu bulunurlar aynı zamanda. Bütün dünyaları, ilim tahsil etme ve ibadettir. Herhangi bir gaza olursa teklifsiz giderlerdi. Risâlet medresesine, Allah için, kendilerini vakfetmiş talebelerdi...
Ashab-ı Suffa’nın temeli Kur’ân tarafından atılmış: “Bununla beraber mü’minlerin hepsinin topyekûn sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir takım da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle onları uyarmalıdır.”1
Kur’ân, Ashab-ı Suffa’yı “kendilerini Allah yoluna vakfeden”, “yeryüzünde ticaret ve dünyalık maksadıyla dolaşmayan”, “haya, edep ve istiğnalarından dolayı, onları tanımayanların kendilerini zengin sandıkları”, “yüzsüzlük edip de insanlardan bir şey istemeyen” insanlar olarak vasıflandırır.
Resûlullah gibi bir muallimin bulunduğu dönemde Kur’ân böylesine bir cemaatin zarûretini emrederken, Müslümanların iman zaafı hastalığına tutulduğu asrımızda buna olan ihtiyacın ekmek ve su zarûreti gibi olduğunu kim inkâr edebilir? Kur’ân şöyle seslenir: “Sizden önceki nesillerde, dünyada fesat ve düzensizliği menedecek, böylece onları helâk olmaktan koruyacak idrâk ve fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi? Onların içinden görevlerini yaptıklarından ötürü kurtardığımız az kimse var. Zalimler ise içinde bulundukları refahın ardına düştüler. Doğrusu onlar suçlu kimselerdi.”2
Kur’ân, milletlerin ve devletlerin helâkını iki şeye bağlamaktadır: Birincisi, memleket halkının zulme ve fesada kayması; ikincisi de, zulme ve fesada sapan milleti uyaracak ve hakka davet edecek faziletli topluluğun, cemaatlerin bulunmaması.
Resûl-i Ekrem (asm) Ashab-ı Suffa’nın maîşet, talim ve terbiyesiyle, bizzat yakından alâkadar olurdu. Hattâ saadethanelerinin ihtiyâcâtı ile ikinci derecede meşgul olurdu. Bir defasında Hazret-i Fatma (ra), el değirmeni ile un öğütmekten usandığından şikâyet ederek, bir hizmetçi istediğinde Resûlullah (asm): ‘Kızım ne söylüyorsun, henüz Ehl-i Suffa’nın maişetini temin edemedim’ buyurmuştur.
“Hatta akşam olduğunda Resûlullah (asm), zengin sahabilere, Ashab-ı Suffa’yı evlerine birer ikişer götürmelerini söyler ve geri kalanını da kendi hane-i saadetlerine götürür, doyururdu.
“Allah Resûlü (asm) fethedilen yerlere Ashab-ı Suffa’dan muallimler tayin eder, gönderirdi.
Hadis hafızı Ebu Hureyre’ye; neden fazla hadis rivayet ettiği sorulduğunda şöyle cevap vermişti:
“Benim kesret-i rivayetim çok görülmesin. Muhacir kardeşlerim çarşı ve pazardaki ticaretleri ile, ensâr kardeşlerim de, tarla ve bahçe işleriyle meşgul bulundukları sırada, Ebu Hureyre, Peygamber (asm) yanında mübarek nasihatlerini dinleyip hıfzediyordu.”
Hadîs, tefsir ve fıkıh âlimi Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Mes’ud, İstanbul’un bahtiyar misafiri Resûlullah’ın mihmandarı Ebû Eyyûb el-Ensâri Hz. Enes İbn-i Malik, Hz. Cabir b. Abdullah, Hz. Abdullah b. Abbas ve daha nice büyük sahabeler, Ashab-ı Suffa cematinin mensuplarındandı.
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi: 122.
2- Hud Sûresi: 116.
06.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|