Geçtiğimiz hafta sonunda, İzmit'li okuyucularımızla birlikte, Nur menzillerinin en çok bulunduğu Barla'ya dördüncü ziyaretimizi yaptık. Kırk sekiz saat süren bu seyahatimiz, her zamanki gibi yine çok nurlu, feyizli ve bereketli geçti.
Risâle–i Nur'un ilk telif edildiği bu beldeye ilk kez bundan tam yirmi sene evvel yine böyle bir bahar mevsiminde gitmiştik. Burayı ilk kez görmenin sevinç ve heyecanıyla kendimizden geçmiştik.
Bu nurlu diyâra ikinci seyahatimizi 1995 yazında yaptık. Çoluk çocuk Barla'dan Çam Dağına çıkmış, orada (henüz ayakta olan Çam ve Katran ağacının ortasında) çadır kurarak yedi gün süreli bir kamp hayatı yaşamıştık.
Üçüncü seyahatimiz ise, herbiri ayrı bir hatıra niteliği taşıyan Tepelice Çam'ın zirvesindeki o meşhûr Katran Ağacı ile koca Çam Ağacının "meçhul eller" tarafından kesilmesinden sonraya rastladı. Mâlum, 2001 yılı Aralık ayının son günlerinde, Kurban Bayramından bir gün önce, yerde yarım metre kar tabakasının bulunduğu bir esnada, bu dağın tepesine doğru bir "indirme harekâtı" yapılmış. Ardından, "motorize testere birlikleri" o hatıra ağaçların bulunduğu tepeye doğru taarruza geçirilmiş ve nihayet kendilerini koruma, hatta kımıldama imkânı dahi olmayan bu iki ağaç kesilip devrilmek sûretiyle operasyon tamamlanmıştır. Alelacele havalanıp üslerine dönen "muzaffer testere birliği"ni, dağdaki bir avcıdan başka gören olmamış.
İşin garibi, zaferle (!) neticelenen bu operasyonu bugüne kadar da sahiplenen olmadı. Oysa, ortada vakti, zamanı, hatta hava şartları bile çok iyi hesaplanıp planlanmış olduğu anlaşılan önemli bir vukuat var, bir fiilî durum var. Yani, o dağda çarpıcı bir fiil var; ancak, fail sekiz yıldır hâlâ ortada yok.
Ancak, gerek avcının anlattıklarından ve gerekse 1960 yılı Temmuz'unda Nebbaşların Urfa'da yaptıklarından yola çıkarak bakacak olursak, faillerin ve azmettiricilerin, yine 48 sene evvelki "mezar soyguncuları" olduğuna kanaat getirebiliriz. Kaldı ki, bu işi o sâbıkalılardan başkası da yapmaz, yapamaz.
Bu caniler zannettiler ki, Said Nursî'nin mezarını kaybetmekle, dâvâsını da bitirecekler. Ancak, fena halde aldandılar.
Tuhaftır ki, aldanmaya da doyamadılar. Yıllar sonra, bu kez daha da gizli bir sûrette dağ başındaki hatıra ağaçlara saldırdılar, motorlu testere ile kesme nâmertliğinde bulundular. Evet, mertçe ve erkekçe olmadığına göre, nâmertçe ve ürkekçe yaptılar bu işi.
Tabiî, yine aldandılar. Zira, zannettiler ki, mâsum ağaçları kesmekle, bu menzillere yönelik ziyaret akınını da, ziyaretçilerin manevi irtibatını da kesmiş olacaklar.
Oysa, Nur menzillerinin ziyaretçileri, bilinçli, itidalli ve şuurlu kimselerdir. Ağaçların kesilmesiyle, ne tahrik oldular, ne de şuur kaybına uğradılar. Üstelik, ziyaretler daha da sıklaştı ve ziyaretçilerin adeti daha da çoğaldı.
Demek ki, ağaçların kesilmesiyle, şuurlanmanın önü kesilmiyor, kesilemiyor. Zira, burada mühim olan dağ, taş, ağaç gibi maddî unsurlar değil, fikriyat ve ruhiyat gibi mânevî unsurlardır. Ki, bunları kesecek herhangi bir âlet–edevat henüz keşfedilmiş değil.
Tarihin yorumu
Selanik Ordusunun Yıldız Sarayı yağması
Hareket Ordusuna mensup çapulcu subaylar, "arama yapma" bahanesiyle girdikleri Yıldız Sarayını yağma ettiler. Yağmacılar, gerek devlete ve gerekse tahttan indirilen Sultan Abdülhamid'in şahsına, hatta ailesine ait ne buldularsa alıp götürdüler.
Dolayısıyla, Yıldız Sarayında kimin ne götürdüğü, toplam ne kadar mal ve servet götürüldüğü anlaşılmadı. Bilânço, sonradan da tesbit edilemedi.
Bu utanç verici hadisenin mahiyeti, ileriki günlerde yapılan bazı teşebbüslere rağmen bir türlü aydınlatılamadı ve tarihin karanlık dehlizlerine gömülüp gitti.
23 Nisan'da (1909) İstanbul'a giren ve yönetime el koyarak sıkıyönetim ilân ettiren Hareket Ordusu (nâm–ı diğer "Selanikliler Ordusu"), Şeyhülislâm ile birlikte hükümet ve Mebusan Meclisi'ni de baskı altına alarak, Sultan II. Abdülhamid'i 33 yıllık tahtından indirdiler.
Selanikliler, Padişah'ı Selanik'e gönderirken, kendileri de Yıldız Sarayı'na kuruldular. Ancak, bunların çoğu adi, dönek ve aşağılık herifler olduğundan, kendilerini tutamayıp Saray'ı yağma ettiler. Saray'da özel veya devlete ait ne buldularsa, tâlân edip götürdüler. Kimin ne alıp götürdüğü ise, tarihin kara ve karanlık sayfalarında kaldı.
29.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|