Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.”
“Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir. “
“Ben de bir ders arkadaşınızım...”
“Ben bir hiçim; Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür. şeref ve hüsün Kur’ân’ındır. şahsımla, Risâle-i Nur iltibas edilmiş; meziyet, Risâle-i Nur’a âittir.”
Bediüzzaman’ın bu ve benzeri ifadelerinden neleri anlamamız gerekir?
O, bu çeşit ifadeleriyle, kudsî bir dâvâ olan Nur hizmetinin şahıslara endeksli ve kişilerin uhdesinde olmadığını beyan etmiştir.
Bu meyanda Bediüzzaman, “Büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez” diyerek, bu konudaki düşüncelerini çok net bir şekilde nazarlarımıza sunuyor.
Görülüyor ki, o büyük insan, her şeyden önce iman ve Kur’ân hizmetinin selâmetini ve kalıcılığını düşünüyor. Diğer yandan da, insanların kusurdan, hatadan azade olamayacağını, bilerek veya bilmeyerek bazı yanlışlara girip Nur hizmetine zarar verebileceklerinin hesabını yapıyor Bediüzzaman.
Yine bu meyanda “Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risâle-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var” diyerek, şahs-ı maneviye yönelmemizi ve onu muhafazaya çalışmamızı tavsiye ediyor.
Şahs-ı mânevîden maksat, Nur hizmetinde bulunan yeryüzündeki bütün Nur hadimlerini temsil eden, onların bir nev'î sembolü olan, manevî şirkettir. Diğer bir ifadeyle camiadan, cemaatten meydana gelen mânevî bir varlıktır. İşte bu mânevî ortaklığa bağlanmakta, o doğrultuda hizmette bulunmak esastır.
Denilebilir ki, “Bediüzzaman’ın, kaleme aldığı altı bin sayfalık şaheserinde hiçbir payı yok mu?” Buna cevaben de, “Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binâen, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’den bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım” diyor.
Evet, Allah’ın ihsan ettiği dehasıyla, feyziyle, faziletiyle, o harika istidat ve kabiliyetiyle, o zühd ve takvasıyla kendisini talebelerinin bir ders arkadaşı olarak gören ve bunu da iftiharla ilân eden bir büyük Üstaddan alacağımız çok dersler olmalı diye düşünüyorum.
Kaleme aldığı altı bin sayfalık şaheseri sahiplenmeyen; onca özellik ve güzelliklerine rağmen sürekli kendini kamufle eden, şahsını devamlı arka planda tutan, şahs-ı maneviyi nazarlara sunmakta ısrarcı olan böyle bir mürşidi, böyle bir müellifi İslâm veya insanlık tarihi gösteriyor mu, şahsen bilemiyorum.
Kısaca; Bediüzzaman’ın şahıslara değil, şahs-ı mânevîye bağlı olarak yapılmasını tavsiye ettiği hizmet tarzını tercih etmekten başka bir çare yok. En sağlıklı, en doğru, en istikametli, en kalıcı hizmet biçimi bu.
27.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|