Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan son üç buçuk senedeki “reform serencamı”nı şu ifadelerle özetlemiş:
“2005’te Alman ve Fransız seçimlerindeki söylemler, 2006’da Kıbrıs, 2007’de 27 Nisan ve 367 gibi meseleler reform sürecinin önüne geçti.”
Peki, 22 Temmuz seçimlerinden sonra başlayan yeni dönemde bu durum neden aşılamadı?
Babacan bu soruyu da şöyle cevaplıyor:
“Yeni hükümet yeni anayasayı ve yeni Meclis içtüzüğünü öncelikli olarak gündemine aldı. Ama olayların akışı nedeniyle gerçekleştiremedi...”
Sabah yazarı Soli Özel’in 23 Nisan tarihli köşesinde yansıttığı bu sözler, hem “Üç buçuk yıldır AB reformları ilerlemiyor” eleştirisinin birinci ağızdan kabul ve ikrarı, hem de hükümetin kendi gündemini hakim kılmak bir yana, olayların akışına kapılıp gittiğinin itirafı niteliğinde.
Şimdiye kadar defaatle yazdığımız gibi, 17 Aralık 2004’e kadar epeyce reforma imza atan AKP, Brüksel’in o gün “Tamam, müzakerelere 3 Ekim 2005’te başlayacağız” kararını açıklamasından sonra reformları daha da hızlandırması icab ederken, inanılmaz bir şekilde frene bastı.
O günden bugüne hiçbir yeni adım atılmadı.
2005’in 3 Ekim’inde müzakereler güya başladı. Ama bu önemli gelişme kamuoyumuzda hiç hissedilmedi bile. Tam tersine, müzakere süreci gündeme dahi gelmedi. Ne olup bittiğine dair kamuoyuna bilgi verme ihtiyacı da duyulmadı.
Kırık dökük bilgilerle, teknik tarama süreçlerinin devam ettiği belirtildi. Medyada çıkan haberler, bir başlıkta müzakerelerin açılıp geçici olarak kapatıldığı, beş başlıkta da açılan müzakerelerin sürdüğü şeklinde, halk için birşey ifade etmeyen kuru bilgiler olmanın ötesine gitmedi.
Böylece AB süreci gündemden düşürüldü.
AB cenahında Sarkozy ve Merkel gibi isimlerin başını çektiği Türkiye aleyhtarı tavır ve söylemler ise, iç kamuoyunda AB süreci hakkında kuşku ve tereddüt uyandırmak ve halkı AB’den soğutmak niyet ve kastıyla abartılarak sunuldu.
Başbakanın AB’ye karşı sık sık yerli yersiz rest çekip meydan okumaları, “Eğer Kopenhag kriterleri olmazsa Ankara kriterleriyle yola devam ederiz” söylemleri meselenin tuzu biberi oldu.
Sonuçta, bir medeniyet projesi olarak AB sürecinin bir numaralı takipçisi ve lokomotifi olması gereken hükümetin tam tersi bir tavır sergilemesi, reformlarda ilerlememizi engelledi.
Şimdi Babacan bu gecikmeye her yıl için birer sebep gösteriyor. 2005’in kaybedilmesinden Sarkozy ve Merkel’i sorumlu tutarken, 2006’da Kıbrıs, 2007’de ise 27 Nisan ve 367 meseleleri yüzünden reform sürecinin aksadığını söylüyor.
Peki, bu izah tarzı ne ölçüde inandırıcı?
AKP 2005’te hangi reformu yapacaktı da, Sarkozy ve Merkel engelledi? 2006’nın başından sonuna hep Kıbrıs sorunuyla yatıp kalktığımız için mi yeni demokratikleşme reformlarına vakit ve fırsat bulunamadı? 2007’de, 22 Temmuz’da zoraki gidilen seçim daha önceden yapılmış olsaydı 27 Nisan ve 367 tartışmaları yaşanır mıydı?
Peki, bütün bunlar bir tarafa, 22 Temmuz’un ardından kurulan yeni hükümet, yeni anayasa projesinden niye vazgeçti? Neden bu son derece önemli konuyu olayların akışına kurban etti?
Gelinen noktaya baktığımızda, AB ve demokratikleşme sürecinde altın kıymetinde olan üç buçuk koca senenin göz göre göre heba edildiği vâkıasıyla karşı karşı olduğumuzu görmekteyiz.
Hatırlayanlar olacaktır; bundan birkaç sene öncesine kadar, Türkiye’nin elini çabuk tuttuğu takdirde 2015’te AB üyesi olabileceği konuşuluyordu. Ama şimdi Olli Rehn, 10-15 yıl sonrasına, yani 2023’e uzanan bir vadeden söz ediyor.
Tabiî ki, bu 10 yıllık sarkmanın AB cenahından kaynaklanan önemli sebepleri de var. Ama bizi birinci derecede ilgilendiren, kendi durumumuz. AKP, demokratikleşme reformlarını savsaklamanın Türkiye’ye—ve kendisine—nelere mal olduğunun hâlâ farkına varamadı mı?
29.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|