Bush’un başyardımcısı sıfatıyla gerçekte Amerika'yı yöneten gölge başkan olarak nitelenen, ayrıca neocon çetesinin başı olarak bilinen ve Irak savaşının da “işini bilir” mimarı olarak şöhret bulan Dick Cheney’nin Türkiye ziyareti geride kalalı epeyce zaman geçti.
Ziyaretteki görüşmelerde neler konuşulduğu bilinmiyor. Gündemde “Türkiye’nin Afganistan’a muharip asker göndermesi” gibi, konuşulmadığı belirtilen maddeler olduğu da biliniyor.
Ama “dünyanın en tehlikeli politikacısı” olarak şöhret bulan ve “tekin değil” gözüyle bakılan Cheney’nin ülkemize şöyle bir uğramış olması bile dikkatli gözlemcileri tedirgin etmeye yetti.
Öyle ki, ikili görüşmelerinden sonra Başbakanın “Afganistan’a asker konusu gündeme gelmedi” açıklamasını dahi “Eğer Cheney asker istemediyse, demek ki AKP’yi gözden çıkardılar” şeklinde değerlendirenler olduğunu gördük.
Bu yorumu yapanlar, Cheney’nin bundan önceki Türkiye ziyaretinde Başbakanlık koltuğunda Ecevit’in oturduğunu, ama geziden kısa bir süre sonra iktidardan düştüğünü hatırlatıyorlar.
Bu yorumlar aşırı kuşkucu ve komplocu bir yaklaşımın ürünü olarak görülebilir. Normalde öyle görülmesi de icab eder. Ama normal kuralların geçerli olmadığı alanlarda, doğruluk payları olabileceği konusunda bir ihtiyat payı bırakmanın da herhalde sakıncası olmasa gerek.
Nitekim Cheney gelip gittikten bir ay sonra Türkiye’de nasıl bir atmosferin hakim olduğuna baktığımızda, hiç de iç açıcı olmayan, tam tersine giderek bulanan bir havayla karşılaşıyoruz.
Cheney geldiğinde, AKP hakkındaki kapatma dâvâsı açılalı bir hafta olmuştu. Ama gölge Amerikan Başkanının bu konuda tek bir kelime dahi sarf etmediğini biliyoruz. Buna karşılık, Erdoğan’ın Başsavcıyı ona şikâyet ettiğine dair iddianın anamuhalefet partisi liderince iyi bir malzeme olarak kullanıldığını hep birlikte gördük.
Öte yandan, kapatma dâvâsına ABD’nin verdiği resmî tepkilerin, tıpkı geçen yılki 27 Nisan muhtırasında ve 367 krizinde olduğu gibi “ortadan” giden; güya AKP’yi ve seçmen iradesini kollar gibi görünürken statükoya da kapıyı aralık tutan “ikili” bir tavrı yansıttığına şahit olduk.
Son olarak bizzat Dışişleri Bakanı Rice’ın, kapatma krizinin çözümüyle ilgili olarak laikliği önceleyip demokrasiyi ikinci sıraya alan kurallara atıf yapması ise, ABD yönetiminin gözettiği dengede ibrenin hangi tarafa kaydığını gösteren dikkate değer bir önemli ipucu olarak algılandı.
Bu noktada Mümtaz Soysal’ın, Brookings Institute’de yapılan bir tartışma toplantısında ABD’nin kapatma dâvâsını Avrupa’dan “çok daha anlayışlı” şekilde takip ettiğini belirterek, Avrupa Birliğini Türkiye’deki sistemin “yumuşak işleyişi”nden rahatsız olmakla ve “dâvâyı Türkiye’yi tam üye yapmamak için bahane olarak kullanmak”la suçlaması ilginç. (Zaman, 19.4.08)
Prof. Soysal’ın bu değerlendirmesi, Avrupa Birliği-ABD farkını bir defa daha netleştiriyor.
Öteden beri Türkiye’deki darbelerin en önemli dış destekçisi, hattâ bazılarının bizzat ve bilfiil organizatörü olan ABD’nin, bizdeki son gelişmelere ilişkin tavrı da eski bilinen çizgisinin daha farklı formatlarda devamı olarak şekillenirken, AB ise bir kez daha kendisine vücut verip bugünlere gelmesini sağlayan demokratik prensiplere tavizsiz bağlılığın gereğini yapıyor.
Ve sonuçta Cheney kapatma dâvâsı için ağzını bile açmazken, AB Konseyinin Başkanı sırf bu krizde demokrasimize destek vermek için Türkiye’ye özel ziyarette bulunuyor, parazit yapan muhalefet partileriyle görüşerek onlara da demokrasi mesajları veriyor, hattâ “Siz gerçekten Türkiye’nin AB üyeliğini istiyor musunuz?” sualiyle anamuhalefet liderini şaşkına çeviriyor. Ve “demokratik laiklik ve din özgürlüğü” diyerek, bizdeki laikçilerin bilinen ezberini bozuyor.
Buna rağmen AKP, AB sürecinin değerini bilip hakkını veremezse doğrusu çok yazık olur...
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|