Can Paker’in davetinde bir grup gazeteciyle bir araya gelen Erdoğan, partisine açılan kapatma dâvâsına karşı nasıl bir strateji takip edeceğinin bazı ipuçlarını vermiş.
Evvelâ, kararlılığını “Pes etmeyeceğim, teslim olmayacağım, biat etmeyeceğim” sözleriyle dile getirmiş. Böylece, birinci planda partisini hedef alan dâvâyı şahsına endekslediğini göstermiş.
Evet, iddianamede partinin kapatılmasının yanı sıra, Erdoğan başta olmak üzere çok sayıda AKP’li hakkında siyaset yasağı da talep ediliyor.
Ancak işin omurgasını parti oluşturuyor.
Buna rağmen görüyoruz ki, Erdoğan bu durumda bile öznesi birinci tekil şahıs olan cümlelerle kendi şahsını öne çıkarıyor. Ve hakkındaki siyaset yasağı talebini, partiye yönelik kapatılma tehdidinden çok daha fazla önemsiyor.
Evvelce medyada çıkan bazı beyanlarında “Lider olunmaz, lider doğulur” diyerek açığa vurduğu lider egosu ve “kişisel karizma” vurgusu bu son ifadelerde bir defa daha ortaya çıkıyor.
Parti kurulduktan bu yana ve özellikle seçim dönemlerinde sık sık tekrarlanan “Erdoğan’ın karizması AKP’nin bilmem şu kadar puan önünde” söylemlerinin verdiği “gaz”la şişirilen bu ego, şu ortamda da aynı şekilde berdevam.
Hem parti kadrolarına, hem de kamuoyuna verilen “Ortak aklı işleterek yürüyeceğiz” taahhütlerine uyulmasını engelleyen en önemli sebep bu. Onun için Erdoğan AKP’de “tek adam” ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak “yalnız adam.”
“Başörtüsünde MHP’nin tuzağına düşmemeliydiniz” diyen AKP’li vekillere Erdoğan’ın verdiği “Oldu bir kere” mânâsına gelen cevap dahi tek başına bu gözlemi doğrulamıyor ve partinin bu noktaya gelmesinin en önemli sebebini gayet açık bir şekilde gözler önüne sermiyor mu?
Peki, bilhassa böyle bir mücadelenin tek başına değil, safları daha da sıklaştırmış yekvücut bir ekip halinde yürütülmesi gerekmiyor mu?
Ama bakıyoruz, Erdoğan yine o havada değil.
“Pes etmeyiz, teslim olmayız, biat etmeyiz” diyerek, mücadeleyi bütün arkadaşlarıyla birlikte, dayanışma halinde yürütme kararlılığını yansıtan bir üslûp kullanmak yerine “Pes etmem, teslim olmam, biat etmem” diye konuşmayı; “biz” yerine “ben” demeyi tercih ediyor.
AKP’yi kurarken beraber yola çıktığı, ama bilâhare ayrı düştüğü yakın arkadaşlarından Ali Coşkun gibi isimlerin Erdoğan için “Duyduğumuza göre artık kimseyi dinlemiyormuş” diyerek yönelttiği eleştiriler demek ki boşuna değil.
İşin bir başka önemli boyutu da şu:
Erdoğan pes etmeme, teslim olmama, biat etmeme söylemlerini kendi şahsı üzerine bina ederken, verilmesi gereken mücadeleyi sağlam bir fikir ve prensip zeminine oturtmama hatasına da düşüyor. Ki, bu da en az, birlikte çalıştığı kadroları yok saymak kadar vahim bir yanlış.
Ve bu yanlış, onu, hiçbir fayda getirmeyecek, ancak itibar ve karizmasını tamamen sıfırlayacak son derece tehlikeli bir zemine savuruyor.
Meclisin 23 Nisan özel oturumundaki konuşmasında yer alan “Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu, onları hayata geçiren TBMM’dir, bir bütün olarak Türk milletidir” iddiası bunun çok tipik, ibretâmiz ve düşündürücü bir örneği.
Sonradan, AKP’nin AYM’ye verdiği savunmanın içeriğine ilişkin yazılardan birinde gördük ki, aynı cümle savunma metninde de var.
Açıkça anlaşılan o ki, Erdoğan kurtuluşu Atatürk ilke ve inkılâplarına sığınmakta görüyor. Bunlara daha fazla sarılarak ve “en hakikî Atatürkçü”nün kendisi olduğunu ısrarla tekrarlayarak partisini kapatılmaktan, kendisini de siyaset yasağından kurtaracağına ciddî ciddî inanıyor.
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın dediği gibi, o ve arkadaşları sanıyorlar ki, Atatürk ilke ve inkılâplarına sarılırlarsa sistem onları bağrına basacak!
Erbakan da “Atatürk yaşasaydı partimize girerdi” diye diye partisini kapattırmamış mıydı?
Ne diyelim: Uğurlar olsun...
07.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|