Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Allah, dürüst olmayan, sözünde durmayanları sevmez



Birgün Peygamberimize (a.s.m.) bir adam gelmiş, “Bana öyle bir nasihatte bulun ki senden başkasına sorma ihtiyacı duymayayım” dediğinde Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardı: “‘Allah’a inandım’ de ve sonra da dosdoğru ol.” 1

Demek inanmak dosdoğru olmayı gerektiriyor. Zaten biz de Allah’a, her gün kıldığımız beş vakit namazda, “Bizi dosdoğru yolda sabit kıl” diye duâ etmiyor muyuz?

Allah’ın sevdiği insanlardan biri her yönüyle doğru, dinin emrettiği şekilde dürüst olan insanlardır. Kur’ân der ki: “Şüphesiz ki Allah adâleti ve doğruluğu muhâfaza edenleri sever.”2

Yine doğruluğun diğer bir şekli olan ahdde durmayı da Kur’ân emrederken, “Muhakkak ki Allah emir ve yasaklarına karşı gelmekten ve ahidlerini bozmaktan sakınanları sever”3 buyurmaktadır.

Demek doğruluk, sözde durma Allah’ın sevgisini kazanmanın en önemli yollarından biridir.

Doğruluk niçin bu kadar önemlidir?

Dinin temelini doğruluk teşkil eder. İnanan insan kalpte, sözde ve davranışta doğru olacaktır. Bu vasfı ona çok şey kazandırır. Bundan yoksunluk ise ona çok şey kaybettirir.

1911 yılında Şam Emevî Camii’nde yüzü aşkın ilim adamının bulunduğu bir Cuma günü okuduğu hutbede İslâm dünyasının içinde bulunduğu problemlere neşter atan ve çözümlerini gösteren çağın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin çözüm olarak sunduğu beş kelimeden biri sıdk, yani doğruluktu. Şöyle diyordu o: “Evet, sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık fiilî bir yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-I Zülcelâlin kudretine iftira etmektir.”4

Hz. Muhammed’i (asm) yücelerin yücesine çıkaran ve o günün sosyal hayatında en beğenilen metâ doğrulukken, yalancı peygamber Müseylemetü’l-Kezzab’ı aşağıların aşağısına atan kizb, yani yalancılık olmuştur.

Dürüst insan her zaman kazanır. Şâirin dediği gibi, “Mü’mine sadakat yaraşır görse de ikrah / Doğruların yardımcısıdır Hz. Allah.”

İnsanlar nazarında da değeri büyüktür dürüst insanın. Baş üstünde tutulur, itibar görür. Peygamberimiz (asm) o kadar dürüst bir kimseydi ki, dâvâsına dürüstlüğünü delil olarak göstermişti. Müşrikler bile “Şimdiye kadar senin hiçbir yalan söylediğini görmedik” demişlerdi.

İşte Resûl-i Ekrem’in (asm) bu dürüstlük ve güvenilirliğidir ki yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda dünyada benzeri görülmeyen en büyük inkılâbı gerçekleştirmişti.

Gönüller fethetmenin en etkili yolu budur. Günümüzün Müslümanı da içi dışı bir, dürüst ve güvenilir olduğu müddetçe gönüller fethetmeye devam edecektir.

Dürüst ve güvenilir olmayan insan İslâmın yüz karasıdır, dinine perde ve gölge olur. Dolayısıyla İslâma kötülük yapmış olur.

Bütün mesele İslâmın güzelliklerini, Bediüzzaman’ın ifadesiyle doğru İslâmiyeti, İslâmiyete lâyık doğruluğu hâl ve hareketlerimizle gösterebilmektir.

Dipnotlar:

1- Müslim. İman: 62. 2- Hucurât Suresi: 9. 3- Tevbe Suresi: 7. 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 512.

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cehaletimiz, ya hamiyetsizleri ne yapar?



Devlet; bir milletin, bir toplumun, belli sınırlar içinde, örf, inanç ve kültür yapısına göre teşkilâtlanmasıdır. Siyaset ise; bir işi gözetme, devlet idaresi. Devlet işlerini yürütme ve düzenleme san'atı ile ilgili görüş veya anlayış. Devlet idaresiyle ilgili esaslar, devletler arası ilişkiler ilmi, diplomasi, politika, kurnazca iş veya hareket, akıllı, tedbirli, ihtiyatlı davranış, diye tanımlanır.

Müslüman nasıl bir anlayışa sahip olmalı? İslâm, kendisini kabul edenlerden, hayatını imanına göre düzenlemesini ister. Okuma ve belli sınırlar çerçevesinde örtünme de bunlar arasında. Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yapılanması; milletin psiko-sosyal ve kültürel yapısına göre dizayn edilmemiş. Baştan ayağa çarpık maddelerle dolu olan Anayasa’da devlet, vatandaşın neye inanacağına, ne giyeceğine, ne giymeyeceğine, hatta hangi kelimeleri kullanacağına karar veriyor. Ona uymayanları ise cezalandırıyor!

Öte yandan vatandaş, din ve vicdan hürriyetinin gereklerini yerine getirmek için teşkilâtlânmalı. Ancak, burada da vatandaşın elleri kolları bağlanıyor. Meselâ, tekke, zaviye ve tarikatlar kanunen yasak. Türbelerin ziyareti yasak! Öte yandan, Anıtkabir türbe haline getirilmiş, seçilen yöneticiler ziyarete mecbur tutulmuş!

Anasaya, bir yandan vatandaşlarının okuyup kamu görevi almasını istiyor, diğer yandan da din eğitimini ve Kur’ân öğrenimini yasaklıyor.

İşte, birinci çatışma devletin bu çifte standardından kaynaklanıyor. İkinci çatışma ise, “dinin emir ve talepleri” ile devletin talepleri arasında çatışma ortaya çıkar.

Farklılıkları kabul etmeyen, hatta onları yok etmeye yönelik, tek tip, tek kalıp insan yetiştirmeye çalışan, hak ve hürriyetleri benimsemeyen bir ideoloji olan Kemalizm, tarikat ve cemaatleri kaldırmış. Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Mazhar Bağlı, “Yerine kendisini ikame ederek (Mahçupyan’ın da ifade ettiği gibi) bir tarikat görünümüne sahiptir. Belli ritüelleri, davranışları, müritleri, efendileri, ermişleri ve dervişleri olan bir tarikattır! Daha çok jakobenizm ve Ortodoks Marksizm’den imalar içeren bir değişim projesi gibi sunulmaktadır”1 şeklinde tesbitini yapıyor.

Demokrasilerde en önemli vasıf şeffaflıktır. Şeffaflık, devletin ne yaptığını bilmektir. Türkiye’de şeffaflık sözdedir. Halk devletin hayatını bilmez. Bilmeye kalktığı anda da zaten suç işler. Hükûmeti, devlet kurumlarını ya da sembollerini eleştirmek hakarettir. Eleştirenler hakkında dâvâ açılıyor. 301. madde güya düzeltildi. Ama, uygulama nasıl olacaktır? Zira, başörtüsü yasağı Anayasa maddesi olarak değiştirildiği halde, uygulanamıyor! Bütün bunlar laiklik adına, Kemalizm adına yapılıyor. Uygulanan laiklik; İslâmı ve Müslümanları tehlike gören ve dolayısıyla kontrol edilmesi gerektiğine inanan bir anlayıştır. Buna göre, cemaatleri, halk İslâmını, tarikatları bastırmak lâzım. İslâmî söylem devletin tekelinde olmalı. Aslnda din ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bunu başaramayınca, din ve dindarlar laiklikle kontrol altına alındı.2

Bediüzzaman, “Bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti (vazifesini yapan gayretlileri) dahi müstebit eder”3 der.

İşte diktatörlerin, vurguncuların cehaletimizden istifâde ederek bizi soyup-soğana çevirmesi; ensemizde boza pişirmesinin sebebi budur…

Dipnotlar:

1- Yeni Asya, 28.04.2008.; 2- İslâm Topraklarında Otoriter Laiklikler” yazarı Sosyolog Pierre-Jean Luizard/ Zaman/14 Mart 2008.; 3-Münâzârât, s. 28.

07.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Taraflı tarih yorumları



Bir şahsa, bir fikre veya bir siyasî cereyana yüzde yüz taraf, ya da karşı olanlar, tarihî gerçekleri olduğu gibi okuyamazlar; dolayısıyla, hakkını vererek de tarihî yorumlayamazlar.

Bunların yazdıklarına, söylediklerine itibar edilmez, edilmemeli. Zira, bu tip kimselerin yanlışına, günahına, vebâline şerik olma, ortak olma ihtimali var.

Meselâ, siz bugün kalkıp "Ben iliklerine kadar Kemalistim, Atatürkçüyüm" diyen tarihçilerden hangi birinin fikrine, yorumuna itibar edebilirsiniz?

Resmî tarih tezinin tamamen boyunduruğu altına girmiş, bazı şahıslara yüzde yüz taraf olup meddahlık yapan, bazılarına ise yüzde yüz karşı gelerek husûmet alevleri püskürten bir tarih yorumcusundan ne hayır beklenebilir ki? Böylesine dar ve sığ ufuklu kimseler, hitap ettiği kimselerin ufkunu karartmaktan başka bir iş yapamazlar.

* * *

Sırf düşmanlık veya meddahlıktan kuvvet alan şahıs merkezli yorum ve tahliller Cumhuriyet dönemi tarihçilerini kötürüm hale getirdiği gibi, aynı bakış açısı maalesef Osmanlı ve Meşrûtiyet dönemi tarihçilerinin de ufkunu daraltmıştır.

Meselâ, öyleleri var ki, doğru diye bellediği tarih tezini, bütünüyle Sultan II. Abdülhamid'in şahsına veya siyasetine bağlı ve endeksli bir yörüngeye oturtmuştur.

Böyleleri, şahsî hayatı ile siyasî hayat yönünü dahi birbirinden ayıramadığı Sultan Abdülhamid'e yüzde yüz taraftır. Sultan'la iyi geçinemeyenlere de aynı oranda karşıdır, muhaliftir, hatta düşmandır.

Dolayısıyla, onlara göre Sultan Abdülhamid yüzde yüz haklıdır, herşeyi doğru yapmıştır; aynı şekilde, muhalifleri ise haksızdır ve herşeyi yanlış yapmıştır.

İşte, böylesine yanlış ve bağnazca bir yaklaşım tarzı, kişiyi doğruya, selâmete götürmediği gibi, sözünü dinleyenlere de bir kemâlât kazandırmaz.

Bununla beraber, Sultan Abdülhamid'e itiraz edenlerin tamamı aynı kefeye konulamaz, aynı kategoriye sokulamaz.

Meselâ, otuz yıldır istibdat siyasetini güden padişahın özellikle bu yönüne itiraz eden Bediüzzaman gibi bir şahsiyet ile Yahudilerin dümen suyuna giden Talat Paşa aynı kategoride değerlendirilemez.

Kezâ, bütün maksadı hürriyet ve meşrûtiyetin ilân edilmesi olan Resneli Niyazi Bey ile İttihatçıların sırf tetikçiliğini yapan Yakup Cemil aynı kefeye konulamaz.

1913'te bir ihanete kurban giden Niyazi Bey, 1909 Temmuz'unda Meşrûtiyeti ilân eden Sultan Abdülhamid'e itaatini, bağlılığını sürdürüp vazifesine devam ederken, Yakup Cemil ise, idam edilinceye kadar (1916) tetikçilikten başka bir işe yaramamıştır.

Hasılı, Jön Türklerin tamamı veya bütün İttihatçılar birbirinin aynısı olmadığı gibi, her yaptıkları da yüzde yüz doğru veya yanlış değildir. Aynı ölçü, Sultan Abdülhamid için de geçerli. O, şefkatli, merhametli bir padişahtı, ülkeye çok büyük hizmetlerde bulundu; ancak, onun Meclis'i ve anayasayı dahi bertaraf eden iç politika yöntemini takdir etmek mümkün değil.

Tarihin yorumu 7 Mayıs 1945

Nazi Almanyası’nın tükenişi

Baş aktörlüğünü Hitler öncülüğündeki Nazi Almanyası'nın yapmış olduğu II. Dünya Savaşı, Avrupa kıtasında sona erdi. (Savaş, Uzak Doğu'da ise atom bombalarının atıldığı Ağustos ayına kadar devam etti.)

Almanya, müttefik düşmanlarına karşı kayıtsız şartsız teslim olduğunu ilân edince, evvelâ bu ülkenin ordusu dağıtıldı. Hemen ardından, fizikî ve siyasî coğrafyası ABD, Rusya, Fransa ve İngiltere arasında pay edildi.

Ülkesini 1939 Eylül'ünde savaşa sürükleyen Hitler, savaşı kaybettiğini anlayınca, bu âkıbeti kendine yediremedi ve 30 Nisan (1945) günü zehir içerek intihar etti. Bu intiharın, teslim olmadaki etkisi şüphesiz büyüktü. Ancak, Almanya'nın savaşacak ve saldırılara karşı dayanacak gücü de kalmamıştı.

Bunca zaman zarfında 10 milyondan fazla insanı kaybeden ve en büyük şehirlerinin hemen tamamı harabeye dönen Almanya'nın, daha teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştı.

1950'li yıllara gelindiğinde, Rusya dışındaki ülkeler Federal Almanya'nın kurulmasına izin verdiler. Rusya, kendi idaresindeki kısmı ayırdı ve araya kalın bir duvar örerek Doğu Almanya'yı demir perde (komünist) bloka dahil etti.

1955 yılında NATO'ya da katılan Federal Almanya'nın ekonomisi hızla düzelirken, Sovyet Rusya idaresindeki bölgede ise durum tam tersi bir seyir takip etti.

Berlin'deki Utanç Duvarının yıkılması ve iki Almanya'nın yeniden birleşmesi, ancak 1989 yılında mümkün olabildi.

Almanya, halen NATO ve AB içinde en önemli ve en etkili üye ülkelerden biridir.

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir ihlâs düstûru



Ali Bey: “Muhatabın hatasına binâen ders yapılır mı? Bunu aksülamel, dersteki ihlâs ve tesanüd açısından değerlendirir misiniz?”

Hatalarımız hep olur bizim. Bizler melek değiliz. Şık olan, kendi hatamızı bir mahşer delili olan vicdanımız mârifetiyle kendimizin görmesi ve vicdanımızın yargısı neticesinde hatadan vazgeçerek kendi kendimizi düzeltmemizdir. Öyle ki, insan vicdanı kendisinin en sert ve en acımasız eleştirmenidir. İnsan başkalarının eleştirilerinden kurtulsa, vicdanının eleştiri ve tokatlarından kurtulamaz. Vicdanının eleştirilerinden kurtulsa, Allah’ın sorgusundan suâlinden kurtulamaz. Sonuçta hesap Allah’a verilecektir.

Kimi zaman kardeşlerimiz de bizim için, vicdanın yaptığı vazifeyi yaparlar. Yapmalıdırlar. Haklarıdır. Onlara o hak ve yetkiyi vermemiz de lâzım. İçimizde vicdan ne ise, kardeşimiz de o oluverir bazen kendiliğinden. Vicdanımızla el ele tutuşur ve bize doğru çizgiyi gösterir.

Fakat burada bir önemli husus var, atlanmaması gereken. Eleştiri ve ikaz dışarıdan gelince, vicdanımıza ulaşıncaya kadar, içimizde birçok danışma ve denetim merkezlerimizden geçer. İzzet-i nefis gibi, gurur gibi, akıl gibi, itibar gibi. Bunlar çokbilmiş merkezlerimizdir. Buralarda dışarıdan gelen ikazlar genelde redde uğrar, kabul görmez, yüzüne tükürülür, atılır. Haricî ikaz sahiplerinin bu merkezleri dikkate alarak adım atması bu açıdan önemlidir. Bu merkezlerin sevdiği davranışların başlıcaları: Nezaket, tevazu, saygı, sevgi, duygudaşlık, anlaşılmak, bazen görmemek, duymamak, bazen gizlemek, bazen affetmek.

Hani, kadı gerçekten kördür ama “Esselâmü aleyküm kör kadı!” derseniz, bu sözünüz kabul görmez, reddedilir. Bu söz birçok iç merkezlerde kırgınlığa yol açar, aksülamel yapar. Fakat sözünüzü saygı ile, sevgi ile, tevazu ile, nezaket ile, af ile, tesettür ile (başkalardan gizleme duyarlılığı ile), sır sayma anlayışı ile, bağışlama ve anlayış içeren kardeşçe cümlelerle süslerseniz, sözünüz bütün iç merkezlerden kolaylıkla geçer, muhatabın ta vicdanına kadar gider, tesir eder.

Aksi takdirde sözünüz muhatabınızın vicdanına ulaşmaz. Siz düşman kazanmakla kalırsınız. Soğuk bulunursunuz. Çokbilmiş sayılırsınız. Ukalâ kabul edilirsiniz. Ama nasihatinizi anlayacak bir muhatap bulamazsınız.

İşte İhlâs Risâlesinin İkinci Düsturundaki uyarılar bize bu hassasiyetleri hatırlatıyor. İkinci Düstûra göre, kardeşlerimizi tenkit etmemeli ve onların üstünde fazîlet satışı yaparcasına gıpta damarlarını tahrik etmemeliyiz. “Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmâl eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muâvenet eder.”1 Kardeşler de birbirinin noksanını ikmâl etmeli, kusurunu örtmeli.

Hatalarımız yok değil elbet ve bizler kardeşlerimizin uyarılarına her zaman muhtacız. Hiç kimse bu uyarılardan müstağnî bulunduğunu iddia da edemez. Fakat uyarılırken kafasının gözünün de kırılmaması, herkesin en özel hakkı ve en içtenlikli talebidir. Bu talebi dinlememiz lâzım. Uyarırken kardeşlik ruhunu zedelememeye, kardeşlik hukukuna zarar vermemeye dikkat etmemiz gerekir. Bu öyle zor olmasa gerekir; sadece üslûbumuza biraz çeki düzen vermek, biraz nazik cümleler kullanmak sûretiyle başarabileceğimiz bir husustur.

Diğer önemli bir husus da, muhataplarımızı öyle umumî derslerin konularını onlara göre seçmek sûretiyle değil; çünkü bu aksülamel yapar, ihlâs düsturuna da uygun düşmeyebilir; ama muhatap kardeşlerimizi birebir sıcaklığımızla, birebir şefkatimizle, birebir ağabeyliğimizle uyarmamız daha yerinde ve daha asil bir davranış olacak ve sözümüz içtenlikle ve saygıyla dinlenecektir.

Umumî dersleri ise başkasına hitaben değil, kendimize hitaben okumamız önerilir.

DUÂ

Allah'ım! Bizi ihlâsa ulaştır! Bizi îsâra ulaştır! Bizi iştirâk-ı a'mâl-i uhrevî ameline ulaştır! Bizi biz havuzuna ulaştır! Bizi mânâ-yı harfîye ulaştır! Bizi makbul saydığın uhuvvete ulaştır! Bizi rızâna ulaştır! Bizi katındaki hayra ulaştır! Bizi ihlâsa, îsâra, bizliğe, mânâ-yı harfîye, uhuvvete, rızâna ve katındaki hayra ulaştırdıktan sonra; bize sebat ver, bize istikâmet ver! Bize hakta ve hayırda devamlılık ve kararlılık ver! Ayağımızı kaydırma! Bizi benlikten, bencillikten, riyâdan, gururdan, hodgamlıktan, kendini beğenmişlikten ve mânâ-yı ismî için hareket etmekten koru! Bizi Cehennem ateşinden koru!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar:

1- Lem’alar (yeni), 391

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Kadının ismi var



Her devrin değişen şartlarına göre kadın; bazı kesimler tarafından sömürü aracı olarak kullanılmıştır…Cennette yaratılan kadın, şeytanın hilesine kanınca cennetten çıkarıldı. Böylece kadın üzerinde İlk sömürü uygulaması şeytanın hilesi ile başlamış oldu... Eskiden küçümsenip şiddet uygulanarak kadın sömürülüyordu. Şimdi ise övgü ve takdirlerle, alkışlarla sömürülerek çıkar aracı yapılıyor. Övgülerle, iltifatla ve teşhirle sözde, “kadının hakları” öne çıkarılıyor. Kadını; kimliğinden çalarak, soyup soğana çeviren hırsızlar, kimliksiz ve kişiliksiz yeni bir tür inşaa ediyorlar. Bu tuzağa düşen kadınlar ise soyunup dökülerek kimlik ve kişilik kazandıklarını sanıyorlar. Haklarına ulaştıklarını-ulaşacaklarını sanıyorlar… Oysa bir bilebilseydi hemcinslerim, kadının hakkı cennettir. Yoksa, ayağının altına serilen cennet mekânlarından daha fazla hak verecek birini mi arıyorlar kadınlar? Haklarını “cennet” olarak peşinen almış bulunan kadınlar bu müjdeden habersizler mi Yoksa?

* * *

Kadına sosyal bir konum verilmeye çalışılırken; önemli olan kadının cinsel kimliği mi, yoksa hayata olumlu değer katacak fikirleri, çalışmaları ve topluma yön verecek üretkenliği mi?

* * *

Kadına verilebilecek hangi makam “annelik” makamından daha yüksek olabilir? Başka makam ve mekânlarda dolaşmakla ayaklarımızın altına serilen cennetten uzaklaşmış olmaz mıyız?

* * *

Kadına yakışacak olan bu anlamlı rolü toplum teşvik etmelidir. Kadın; insanlık vasıflarının en yücelerinden görülüp değerlendirmelidir. Kadın, insanlık tarihinin ilk başladığı cennet evinde, özel istek üzerine özel olarak yaratılmıştı. Yaratanın, Rahman, Rahim, Cemil, Sabır, Halim, Gafur, Şekûr, Kerim, Vedud, Vekil, Veliyy, Afüvv, Rauf, Nur, Bedi, Selam, ve dahası… İsimlerine aynalık yaparak kadın isim kazanmıştı. Yaratıcının güzel isimlerinin tecellilerine mazhar olan kadının ismi vardı…

* * *

Cennette yaratılmış olan kadın türü, erkek tarafından yanlış değerlendirildiğinden beri, biribirlerini tamamlamak yerine, erkeğin eksik olarak varlığını sürdürmesine sebep olmaktadır. Bütün benliğini kadının sadece cinselliğine hasreden bir erkeğin ne yazık ki tamam olduğu düşünülemez. Bu durumda erkek için büyük bir eksiklikten söz edilebilir.

“Tamamlamak” için yaratılan karşı cinsler; bu bakış açısıyla kendilerini bir kere daha “tanımlamak” için dikkatlice düşünmelidir…

07.05.2008

E-Posta:




Mustafa ÖZCAN

120-111=9



1897’de yapılan Basel Konferansının üzerinden yaklaşık 111 yıl geçti ve şu an İsrail, kuruluşunun 60’ıncı yıldönümünü kutluyor. Üç gün süren konferansın akabinde Teodor Hertzl: “İsrail devletinin temelini atmış bulunuyoruz. 5 yıl sonra aydınlığı görecektir. 50 yıl sonra da fiilî bir durum haline gelecektir” demiştir. Gerçekten de, 50 yıl sonra yani 14 Mayıs’ı 15 Mayıs’a bağlayan gece 1948 yılında kurulan İsrail devleti bugün itibarıyla 60’ıncı kuruluş yıldönümünü kutluyor... İsrail kuruluşunun 60’ıncı yıldönümünü çok şaşaalı bir biçimde yad ediyor. Bush da bu ‘kutlu’ münasebette İsrail’i yalnız bırakmayanlardan. Ne de olsa Churchill’in muakkiplerinden.

İsrail’in kuruluşu hangi aşamalardan geçti, buna iyi bakmak gerekiyor? Önce Ruslar tarafından ‘Hasta Adam’ teşhisi konulan Osmanlı’nın ölümü gerçekleşmeden ve naaşı kaldırılmadan böyle bir miladın gerçekleşmesi mümkün değildi. Bundan dolayı da Osmanlı’nın ortadan kaldırılması gerekiyordu. Hertzl göremese de 1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilân edildi. Akabinde 1909 yılında İsrail devletinin önündeki en büyük engellerden birisi olan II. Abdülhamid Han da tahttan indirildi. Teodor Hertzl yerine bu merasimde İmmanuel Karraso vekâleten hazır bulunmuş sayılır. Lozan’da Osmanlı’nın yıkılması merasiminde de (defin işlemi) aynı irade adına Başhaham Haim Nahum hazır bulunmuştur. 1908 ve 1909, Osmanlı’nın yıkılışı için geriye sayımın başladığı yıllardır. 10 yıl içinde Osmanlı’nın terekesi taksimata tabi tutulmuş ve devletin mafsalları arslanlar ve çakallar arasında paylaşılmıştır.

Esasında Birinci Dünya Savaşı bir taksim savaşıdır. Hedefi de Osmanlı’nın paylaşılması ve taksimatıdır. 1916 yılında aralarında Rusların da olduğu bir taksim anlaşması yapılmıştır. Bu tarihe Sykes-Picot anlaşması olarak geçer. Bir yıl sonra yani 1917 yılı ise tam bir felâkete sahne olmuştur. Birincisi, Balfour Deklerasyonu açıklanmış ve İngiliz Tacı tarafından Yahudilere bir millî vatan taahhüdünde bulunulmuştur. Aynı yıl Cemal Paşa Gazze’den itibaren gerilemiş ve Allenby ve kuvvetleri Lawrance ve Massingnon eşliğinde Kudüs’e girmiştir. Allenby’ye göre bu tarihi zaferden sonra Haçlı Savaşları amacına ulaşmıştır. Lloyd George de iki yüzyıllık rüyalarına kavuştuklarını söyler. Fransız komutan ise doğrudan Selâhaddin Eyyübi’nin kabrine koşarak ‘İşte biz tekrar döndük’ diyerekten mezara karşı böbürlenir. Sonra 1947 yılında Filistin için taksim kararı alınır. Buna göre, Filistinlilerin toprakları Filistin ile İsrail devletleri arasında pay ve taksim edilecektir. Filistinliler bu karara öfkelenirler. İsrail bu öfkeden de pay alır ve bilâhare topraklarını genişletir. 1947-1948 aslında Osmanlı’da 1908 ve 1909 yıllarına tekabül etmektedir. Derken 1967 yılında Araplar 1917’den sonra ikinci Nakba ve felâketlerini yaşarlar. Üç Arap ülkesi İsrail karşısında bozguna uğramış ve Suriye Golan’ı, Ürdün Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’yı ve Mısır da Sina’yı kaybetmiştir. 1977 yılında ise Kissinger’in mekik diplomasisi meyvesini vermiş; Sedat Knesset’i ziyaret etmiş ve bu ziyaret iki yıl sonra Camp David anlaşmasıyla taçlanmış ve meyva vermiştir. Yahudilerin amacı 1897’den yüz yıl sonra yani 1997’de Yahudiler, Büyük İsrail (Erez Israel) planlarını gerçekleştirecekti. Ama mukadder ve müyesser değilmiş. Bu arada, Mısır’ı barış yoluyla Irak’ı da savaş yoluyla devreden çıkardılar ama 1997 geldiğinde amaçlarına ulaşamamışlardı. Hatta İsrail için geri sayım başlamıştı.

***

1973 savaşı için ‘şike’ bile dense İsrail, Mısır ordusu karşısında kısmen de olsa gerilemişti. 1982’de Şaron Lübnan’da hedefine ulaşamamıştı. Ve 2000 yılında Ehud Barak tek yanlı olarak Lübnan’dan çekilmişti. Daha sonra Şaron da 2005 yılında tek yanlı olarak Gazze’den çekilecektir. Görüldüğü gibi, israil’in kaderinde Türkiye’nin önemli bir yeri var. Birinci Dünya Savaşı Osmanlı’nın taksim savaşı idi. Belki Türklere Anadolu’yu da bırakmak istemiyorlardı ama Boğazlar nedeniyle Tükiye’nin Rusya karşısında kolay bir lokma olmaması için buna yanaşmadılar. Ermenilerin toprak taleplerini gözardı ettiler. Churchill’in deyimiyle “Anadolu’nun ve Boğazların korunması 250 okkalık bir Türkiye’yi gerektirir. Türkler 200 okkaya inerse Ruslara yem olurlar. 300 kilo olurlarsa bu defa da eski cengâverlikleri kabarır. Öyleyse onları 250 kilo da tutacak bir formül bulunmalıdır...” Rusya’da 17 Ekim Devrimi yaşanınca SSCB Sykes-Picot anlaşmasından çekilir ve SSCB içindeki Müslüman halkları kazanmak ve ayartmak için ‘Çarlık İstanbul’u istiyordu, biz Çarlığı yıkarak İstanbul’u kurtardık’ diyerek propoganda etmişti. Ama İkinci Dünya Savaşı sırasında Stalin hiç de öyle düşünmüyordu. Stalin’in Dışişleri Bakanı Molotov, Sovyetler’in boğazları ele geçirmek için Türkiye’ye saldırma niyetini açıkladı ve Almanya’dan da bu iş için yardım talep etti. Hitler, Boğazlar’a karşı İran ve Afganistan’ın işgalini teklif ettiyse de Ruslar bu ikisiyle tatmin olacak gibi gözüküyorlardı. Bunun üzerine aralarına kara kedi girdi. Allah, Türkiye’nin işgalini murad etmemişti. Bundan dolayı da Polonya’dan sonra Türkiye’yi işgal etme planları akim kaldı. İki ortak Türkiye üzerinden birbirine girdi. Stalin Boğazlar’la birlikte Balkanlar’ı ve Finlandiya’yı da istiyordu. Türkiye üzerinden ortaklar birbirine düşmüştü ve savaşın seyri bundan böyle değişecekti. Amerikalıların Almanya kaşısında devreye girmelerinden sonra SSCB galip devletler safına yerleşince yine eski taleplerini yineledi. Boğazları istedi ve onunla da kalmayarak Ardahan’ın Gürcistan’a, Kars’ın da Ermenistana ilhakını istedi. Bunun üzerine Truman doktrini ile de anılan dönemin Amerikan Başkanı Truman aynen Churchill gibi cevap verecekti. Anadolu’ya yapılacak bir saldırı ABD’ye yapılmış sayılacaktı. Bunun üzerine Türkiye üzerine yapılan planlar dindi. 1991 yılında da Leninizm ve Stalinizm bir daha küllerinden geri doğmayacak şekilde yıkıldı gitti. Böylece İslam’ın iki fetret yüzyılında İslam dünyasını pençesi altına alan akımlardan birisi olan Leninizm akımı ortadan kalktı ve Müslümanlar büyük çapta rahat bir nefes aldı. Geride Churchillizmin mirası olan İsrail devleti kaldı.

***

İngiltere’deki Yahudi kanaat önderleri beşeri felaketten felâkete koşturan İsrail’in 60’ıncı kuruluş yıldönümünü iştirak etmeyi reddediyorlar. Aralarında İsrail’in Zevali kitabının yazarı merhum Es’ad Beyud Temimi gibi düşünenler de var. Natura Carta cemaatından Amerikalı Haham Yisrael David Weiss, Hertz’in Yahudileri kandırdığını ve onlara Yahudilerin tek kurtuluşunun Tevrat’ı ihlâl etmek olduğunu propaganda ettiğini ve onların da buna kandıklarını söylüyor. Bu itibarla, İsrail’in isminin de hırsızlama olduğunu ve gerçek İsrail olmadığını ifade ediyor. Lenin ile Stalin’in kurduğu SSCB gibi İsrail’in de er geç dağılacağını ve aynen Güney Afrika ırkçı rejimi gibi zeval bulacağını ve dünyanın da böylece bu gaileden ebediyen kurtulacağını söylüyor. İsrail’in dünyaya açtığı gailelerin büyük olmasına rağmen hâlâ İngiltere ve ABD’nin bu devleti himayeden vazgeçmediklerini ifade ediyor. Ama sonuçtan emin: Stalinizm gibi Churchillizm mirası da sona erecektir. Yusuf Kardavi ile görüşen haham heyeti, ‘Tevrat bağlıları böyle bir devleti istemiyor ve onu sahiplenmekten de ar ediyorlar’ diyor. Hal böyle iken Sabah gazetesinde ‘libeal’ yazılar yazan Hasan Bülent Kahraman da Türkiye cumhuriyeti modernleşmesinin bir melez model olduğunu savunuyor ve bunu ‘Yahudi-Alman-Türk mucizesi’ formülüyle izah ediyor. Dostu David Katz’dan şöyle bir alıntı yapıyor: “İsrail kurulduktan sonra burada seküler-Aydınlanmacı bir uygarlık’ yaratılmaya çalışıldığında, yönetici insanların karşısında tek örnek Türkiye’ydi. Üstelik o insanlar Osmanlı geçmişinden gelmişti ve Türkiye’de yaşamışlardı. O nedenle de Türkiye’de kültürel olarak yapılan şeyler burada da aynen tekrarlandı...” Aslında Irak Kralı Birinci Faysal da aynısını denemişti. Demek ki Teodor Hertzl fikriyatı ile Türkiye’nin kurucu ideolojisi arasında benzerlikler var. Ortak temeller var (Gezgin Yahudi Kentleri, yazısı). Kahraman yazısını şöyle noktalıyor: “İsrail’in 60. yılını kutluyorum...” O kutlamaya devam etsin ama bazı Kur’an müfessirleri Huruçtan Arz-ı Mev’ud’a girmeye kadar ki Beni İsrail’in fetretinin üç dönem yani 120 yıl olduğu görüşünü savunurlar. Bu yönüyle tersinden Müslümanların da aynı süreci yaşayacaklarını yani 120 yıllık bir süreç sonucunda yeniden Kudüs’e kavuşacaklarını söylerler. Kimilerine göre de bu tarih Basel Konferansı’nın yapıldığı 1897 yılından itibaren başlamıştır. Öyleyse 1897’den günümüze 111 yıl geçmiş bulunuyor. 111 yılı 120 yıldan çıkardığımızda geriye 9 yıl kalır bu da 2017’ye tekabül eder. Yani Yavuz’un o kutsal topraklara girişinin 500’uncü yıldönümünü veya 1917’de o topraklardan hurucumuzun da yüzüncü yıldönümünü. Bizim Birinci Cihan Harbi’nden geride kalan son gazimizin vefatı gibi onların da 1947’de Yahudileri Filistin’e taşıyan Exodus gemisinin kaptanı Yosis Harel Tel Aviv’de öldü. Her iklimde yeni bir tarih başlıyor. Evet, dünya küçük, tarih de o denli kısa...

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Brezilya Müslümanları



Amerika kıt'ası, Müslümanların en az yaşadığı coğrafya. Bu kıt'ada Kanada, Guatemala, Kostarika ve Arjantin’e yolculuklarım olmuştu. Bu sefer Brezilya’nın Paranagua şehrine gittik. Arjantin’de televizyonda millî marşları çalınırken bir caminin ve namaz kılanların kısa bir görüntüsü yer alıyordu. Bu görüntü sayesinde ülkede Müslümanların yaşadığını anlayabiliyorsunuz. Fakat gittiğim son Güney Amerika ülkesinde yani Brezilya’da Müslümanlar en fazla yoğunluğa sahip. Yaklaşık 5 milyon Müslüman yaşıyor.

Gemimizin yanaştığı rıhtımdan bir caminin minaresi görünüyordu. Cuma günü gelince bir denizci arkadaşımla namaz kılmaya buraya gittik. Güzel bir mimariye sahip bu camide yerli Müslümanlarla tanıştık. Daha ziyade Suriye, Filistin ve Lübnanlı Müslümanlar bu ülkeye yıllar önce yerleşmişler. Şimdi ise Faslı Müslümanlar bu ülkeye geliyorlar.

Camide, namazdan sonra tatlı ikramı yaptılar. Bizim irmik tatlılarına benzer çok güzel bir şey yedik. İkram yapan Faslılardı. Bu ülkeye İslâmiyet’i yaymak amacı ile geldiklerini öğrendik. Akşama yemek ziyafeti verdiklerini söylediler. Bizi de davet etmişlerdi. Ne yazık ki ben gidemedim ama diğer denizci arkadaşım davete icabet etti. Güzel duygular yaşadığını söyledi.

Eğer haritaya bakarsanız bu kıt'aya Müslümanlığı yaymak için niçin Faslıların ilgi gösterdiğini anlayabilirsiniz. Zira Brezilya’nın hemen karşısında yani Atlantik Okyanusunun diğer tarafında Fas’ın olduğunu görürsünüz. Fas, yaklaşık 50 milyondan fazla nüfusu ile bölgenin güçlü bir devleti haline gelmiştir. İnşallah Amerika kıtasının İslâmiyet’i tanımasına vesile olurlar…

Bu arada yeni Müslüman olmuş bir genç ile tanıştık. Daha önce Yahudi imiş. Faslı kardeşlerimiz bu gençle ilgileniyorlardı.

Ayrıca bizim gibi Cuma namazını kılmaya gelmiş Pakistanlı denizci kardeşlerimizle tanıştık. Bunlarla hoş bir sohbetimiz oldu, zira İngilizce anlaşabiliyorduk. Fakat Portekizce konuşan diğer Müslümanlarla ve Arapça konuşan Faslılarla daha güç anlaşabiliyorduk. İyi ki Risâle kültürümüz var. Bu sayede dinî terminolojiye aşinalığımız olduğu için bir parça sohbet imkânı bulabilmiştik.

Biraz da Brezilya’dan bahsedeyim. Yaklaşık 150 milyon nüfusu ile Güney Amerika’nın en büyük ülkesi, ne yazık ki fakirlikle boğuşuyor. Halbuki dünyanın en zengin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip bu ülkede daha iyi şartlarda yaşanılacağını düşünmüştüm. Fakat gelir dağılımı çok bozuk. Halkın çok yoksul bir kesimi var ki durumu gerçekten içler acısı.

Futbol bu ülkede çok önemli. Türkiye’yi ve özellikle F. Bahçe’yi çok iyi tanıyorlar. Zira futbolcularının çoğu Brezilyalı. F. Bahçe, Şampiyonlar liginde başarılı oldukça kendi takımları kazanmış gibi sevinç duyuyorlar.

Dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Sao Paulo, Paranagua’ya çok yakın. 100 km kuzeyinde yer alıyor. Bu şehirde çok kısa bir süre kaldığımız için gezip görme imkânımız olmadı.

Bu ülkede sanıldığının aksine Katolik kilisesi çok kuvvetli. İki tane televizyon kanalı 24 saat dinî yayın yapıyor. Ekranda gördüğüm kadın ve erkek birçok kişi bir nev'î televizyon şovu yaparak Hıristiyanlığı anlatmaya çalışıyor. İlginç bir propaganda teknikleri var. Fakat bizim dinî vaazlarımıza hiç benzemiyor.

Son olarak bu ülkede Suudilerin büyük yatırımlar yaptığını gördüm. Ne yazık ki milyarlarca petro-dolar gerekli yatırım kolaylıklarını sağlamadığımız için hemen yakınında olmamıza rağmen bize değil, dünyanın diğer bir ucuna gidiyor. Ekonomistlerin ve gerekli girişimlerde bulunmayan hükûmetin kulağı çınlasın…

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Pes etmemek” ve “teslim olmamak”



Kırılgan politikanın etkileri, iktidar partisini “kapatma davası” sürecinde de bütün hızıyla sürüyor.

Başbakan Erdoğan’ın, geçtiğimiz hafta sonu TESEV Başkanı Can Paker’in evinde yaptığı açıklamalar, iktidar partisinin öteden beri saplandığı çıkmazı açığa çıkardı. Paker, Macar Yahudisi Amerikalı dünya ünlü dolar spekülatörü ve Avrasya’daki renkli devrimlerin foncusu George Soros’un, geçen yıl 1 milyon 73 bin dolar fonladığı “Soros Vakfı”nın Türkiye Temsilciliği Açık Toplum Enstitüsü’nün yöneticisi. Aynı zamanda Türk Henkel Genel Müdürü ve TÜSIAD Haysiyet Divanı üyesi.

Can Paker’in kardeşi Canan Barlas ile Sabah gazetesi başyazarı ve atv’nin anchorman’i Mehmet Barlas’ın yanı sıra, Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal, Cengiz Çandar gibi sınırlı sayıda gazetecinin dâvetli olduğu yemekte, Erdoğan şimdiye kadar CHP ile aradığı “uzlaşma siyaseti”ne benzer arayışlar içinde olduğunun ipucunu vermiş.

İktidar partisindeki kafa karışıklığına, kulislerde “karar”dan sonra her kafadan bir ses çıktığına ve kapanmanın önlenmesine dair hâlâ nihaî bir kararın ortaya çıkmadığına bakıldığında, Erdoğan’ın “ihtiyatlılık” perdesindeki “kararsız” ve “çekingen” sözlerinin satır araları daha açık okunuyor.

Ne var ki Başbakan ve partisi, bu defa da mutâbakat ve uzlaşmayı yanlış zamanda yanlış yerde arıyor. Başörtüsü yasağının kaldırılması için beş yıl CHP’nin mutabâkatı peşine düşüp, İspanya’da yaptığı “çıkış”la, “CHP olmazsa MHP de olur” diyerek, yasadışı yasağı yasayla kaldırma hatasına düşmesi, düşürülmesi gibi…

Başbakan’ın, Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinde değişiklik yapılmayacağını ve Anayasa’yı değiştirmeyeceklerini söylemesi, iktidar partisinde kırılgan politikaların bu dönemde de devam edeceğinin sinyalini veriyor.

Böylece daha önce Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek’in, sivil toplum kuruluşlarına havale edip askıya alınan “yeni anayasa”, Başbakan’ın ifâdesiyle resmen rafa kaldırıyor. Gerginliğin ekonomiyi etkileyeceğini ve siyasî istikrarı bozacağını belirterek, bu konudaki çalışmaları bizzat noktalamış oluyor…

Belli ki Başbakan son seçimlerde millete verilen “yeni anayasa” vaadini de erteliyor. “Yeni anayasa” bir yana, daha önce bahsettiği birkaç maddelik anayasa değişikline yönelmenin dahi “gerginliğe sebep olacağı”ndan hareketle cayıyor…

Erdoğan’ın çizdiği tablo, medyaya aksettiği kadarıyla tam bir “teslimiyetçi” zihniyeti esas alıyor. Antidemokratik dayatmalara karşı millet irâdesinin hakkını vererek demokratik direnç yerine, hâlâ bazı mahfillere “şirin gözükme” ve “yaranma”ya yeltendiği seziliyor…

Anlaşılan siyasî iktidar, “gergilik olmasın” diye, yine temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasından, direnmeden demokratikleşmeden ve yeni anayasadan vazgeçiyor. Hükûmet, hiçbir zaman Ofer’li özelleştirme ihâlelerinden, TMSF elindeki Sabah ve atv’yi satın alan şirkete kamu bankalarından yüksek miktarda kredi kullanılmasından, yabancıların mülk edinme yasasından geri adım atmadı, direndi. “İptal” ve “veto”lara rağmen sözkonusu ihâle ve satışları âdeta inadına tekrar Meclis’ten geçirdi.

Lâkin sıra başörtüsüne geldiğinde, en ufak bir itiraz veya “iptal” dâvâsında geri adım atıyor; “gerginlik olmasın” mülâhazasıyla geri çekiyor. Türkiye’nin AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin “ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde taahhüd ettiği, temel hak ve hürriyetleri, yeni anayasa ve demokratikleşme paketini, bir başka bahara bırakıyor…

Erdoğan, Paker’in evinde gazeteci ve işadamı dostlarına, “pes etmeyeceğini”, “biat etmeyeceğini”, “teslim olmayacağını” ve “yoluna devam edeceği”ni söylemiş. Partisi kapatılsa dahi AKP “yeni parti” ile yoluna devam edecekmiş. Siyasî yasağına karşı “bağımsız” seçilmenin formülünü bulmuşmuş; mevcut ya da yeni kurulacak bir sivil toplum kuruluşunun başına geçecek; olan biteni halka şikâyet edecek, sonra yeniden partisin başına dönecekmiş…

Görünen o ki Başbakan, milletin verdiği güç ve desteği, yine salt “partisinin kurtarılması”na harcıyor. “Pes etmemeyi”, “teslim olmamayı” bu anlamda kullanıyor…

Oysa Başbakan ve siyasî iktidar, millet irâdesinin hâkim kılınmamasında pes etmemeli. Son beş yıldır bir dinî vecîbe olan başörtüsü yasağında, Kur’ân kurslarının yaşla yasaklanmasında, meslek okullarının katsayı mağduriyetinde, YÖK yasasında biat etmemeli. İnanç hürriyetini, ifâde ve eğitim özgürlüğünü “gerginlik” zehâbıyla gündeme getirmekten geri durmamalı, demokratikleşme ve mânevî meselelerde teslim olmamalı…

Yalnız partinin kapatılmasına karşı “yeni parti” kurup ya da arkadan dolanarak işe yaramayan, yaramayacak olan bir partiyi iktidarda tutma ısrarında değil, demokratikleşme ve özgürlüklerle Türkiye yoluna devam etmeli…

Demokrasi samimiyeti ve millet irâdesinin gereği budur…

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Gübre ve demokrasi



Kapatılma dâvâsına karşı AKP’nin nasıl bir tutum takınacağına ilişkin bir çok senaryo siyasî piyasada dolaşıyor. O kadar fazla var ki çoğu birbirine taban tabana zıt. Senaryoları anlatanlar da kendilerine göre sağlam kaynaklar ileri sürüyor. Her şey o kadar belirsiz ki sürecin nereye gideceğini kimse kestiremiyor. Cumhurbaşkanlığında olduğu gibi kapatılma olayında da düğüm Başbakan Erdoğan’da toplanıyor.

Başbakan, milletvekillerini gruplar halinde kabul ediyor. Gazeteci ve etkili isimlerle yemeklerde buluşuyor. Toplantılara katılanlar Erdoğan’ın nasıl bir karar vereceğini ölçmeye çalışıyor. Buna karşılık Erdoğan da tepkileri ölçüyor.

Dünkü gruplarda da kapatılma konusu öncelikliydi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli günü gününe kapatılma dâvâsını takip ettiğini gösterdi. Açılan kapatma dâvâsının 52. gününe girildiğini hatırlattı. Bahçeli’de parti kapatmayı zorlaştıran tekliflerinin AKP tarafından yeterli ilgi gösterilmemesinden kaynaklanan bir hafif kızgınlık hali mevcut.

MHP’nin teklifinde parti kapatma yerine kapatmaya sebep olan isimlerin siyaseten yasaklanması isteniyor. Ancak bu teklif AKP tarafından yetersiz bulunuyor. Çünkü AKP demek Erdoğan demek. Partinin göz göre göre Erdoğan’dan mahrum kalmasını hiçbir AKP’li istemez. AKP cenahı mümkün olduğunca sakin görünmeye çalışıyor. Cenah derken bunu Erdoğan’la sınırlandırmak en doğrusu olacak. Çünkü partililer de nasıl bir kararın çıkacağını merakla bekliyor. Başbakan Erdoğan konuşmasında Bahçeli’nin parti kapatmayı zorlaştıracak öneriyle ilgili eleştirilerine cevap verdi. Önceliklerinin Türkiye olduğunu söyledi. Misyonlarının devletle milleti bütünleştirmek olduğunun altını çizdi.

Birkaç gün önce Newsveek dergisine verdiği mülâkatta “ortalama Türk” kavramını kullanan Erdoğan dünkü grup konuşmasında kavramlarına yenilerini de ekledi. “Hürriyetçi demokrasi” ve “demokratik siyaset”i üstüne basa basa kullanan Başbakan savunmaya iyi çalıştığı izlenimini de verdi.

Erdoğan’ın Deniz Baykal’ın İzmir için söylediği sözlerine de cevap vereceğini bekledik ancak o konuya girmedi. Fakat Baykal son kurultaydan sonra kendi çapında değişim rüzgârı estirmeye çalışıyor. Hıdırellezi hatırlatan Baykal, buna uygun olarak her zamankinden farklı olarak çözüm de önerdi. Çözümü her ne kadar gübreden alınan KDV’nin indirilmesi ile ilgili ise de yine de güzeldi. Sırf eleştiri yapan Baykal’dan bunu bile dinlemek değişimin sinyallerini verdi. Bugün gübreyle ilgili öneri sunan yarın demokratikleşme için de bir şeyler söyler muhakkak!

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yalnız adam



Can Paker’in davetinde bir grup gazeteciyle bir araya gelen Erdoğan, partisine açılan kapatma dâvâsına karşı nasıl bir strateji takip edeceğinin bazı ipuçlarını vermiş.

Evvelâ, kararlılığını “Pes etmeyeceğim, teslim olmayacağım, biat etmeyeceğim” sözleriyle dile getirmiş. Böylece, birinci planda partisini hedef alan dâvâyı şahsına endekslediğini göstermiş.

Evet, iddianamede partinin kapatılmasının yanı sıra, Erdoğan başta olmak üzere çok sayıda AKP’li hakkında siyaset yasağı da talep ediliyor.

Ancak işin omurgasını parti oluşturuyor.

Buna rağmen görüyoruz ki, Erdoğan bu durumda bile öznesi birinci tekil şahıs olan cümlelerle kendi şahsını öne çıkarıyor. Ve hakkındaki siyaset yasağı talebini, partiye yönelik kapatılma tehdidinden çok daha fazla önemsiyor.

Evvelce medyada çıkan bazı beyanlarında “Lider olunmaz, lider doğulur” diyerek açığa vurduğu lider egosu ve “kişisel karizma” vurgusu bu son ifadelerde bir defa daha ortaya çıkıyor.

Parti kurulduktan bu yana ve özellikle seçim dönemlerinde sık sık tekrarlanan “Erdoğan’ın karizması AKP’nin bilmem şu kadar puan önünde” söylemlerinin verdiği “gaz”la şişirilen bu ego, şu ortamda da aynı şekilde berdevam.

Hem parti kadrolarına, hem de kamuoyuna verilen “Ortak aklı işleterek yürüyeceğiz” taahhütlerine uyulmasını engelleyen en önemli sebep bu. Onun için Erdoğan AKP’de “tek adam” ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak “yalnız adam.”

“Başörtüsünde MHP’nin tuzağına düşmemeliydiniz” diyen AKP’li vekillere Erdoğan’ın verdiği “Oldu bir kere” mânâsına gelen cevap dahi tek başına bu gözlemi doğrulamıyor ve partinin bu noktaya gelmesinin en önemli sebebini gayet açık bir şekilde gözler önüne sermiyor mu?

Peki, bilhassa böyle bir mücadelenin tek başına değil, safları daha da sıklaştırmış yekvücut bir ekip halinde yürütülmesi gerekmiyor mu?

Ama bakıyoruz, Erdoğan yine o havada değil.

“Pes etmeyiz, teslim olmayız, biat etmeyiz” diyerek, mücadeleyi bütün arkadaşlarıyla birlikte, dayanışma halinde yürütme kararlılığını yansıtan bir üslûp kullanmak yerine “Pes etmem, teslim olmam, biat etmem” diye konuşmayı; “biz” yerine “ben” demeyi tercih ediyor.

AKP’yi kurarken beraber yola çıktığı, ama bilâhare ayrı düştüğü yakın arkadaşlarından Ali Coşkun gibi isimlerin Erdoğan için “Duyduğumuza göre artık kimseyi dinlemiyormuş” diyerek yönelttiği eleştiriler demek ki boşuna değil.

İşin bir başka önemli boyutu da şu:

Erdoğan pes etmeme, teslim olmama, biat etmeme söylemlerini kendi şahsı üzerine bina ederken, verilmesi gereken mücadeleyi sağlam bir fikir ve prensip zeminine oturtmama hatasına da düşüyor. Ki, bu da en az, birlikte çalıştığı kadroları yok saymak kadar vahim bir yanlış.

Ve bu yanlış, onu, hiçbir fayda getirmeyecek, ancak itibar ve karizmasını tamamen sıfırlayacak son derece tehlikeli bir zemine savuruyor.

Meclisin 23 Nisan özel oturumundaki konuşmasında yer alan “Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu, onları hayata geçiren TBMM’dir, bir bütün olarak Türk milletidir” iddiası bunun çok tipik, ibretâmiz ve düşündürücü bir örneği.

Sonradan, AKP’nin AYM’ye verdiği savunmanın içeriğine ilişkin yazılardan birinde gördük ki, aynı cümle savunma metninde de var.

Açıkça anlaşılan o ki, Erdoğan kurtuluşu Atatürk ilke ve inkılâplarına sığınmakta görüyor. Bunlara daha fazla sarılarak ve “en hakikî Atatürkçü”nün kendisi olduğunu ısrarla tekrarlayarak partisini kapatılmaktan, kendisini de siyaset yasağından kurtaracağına ciddî ciddî inanıyor.

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın dediği gibi, o ve arkadaşları sanıyorlar ki, Atatürk ilke ve inkılâplarına sarılırlarsa sistem onları bağrına basacak!

Erbakan da “Atatürk yaşasaydı partimize girerdi” diye diye partisini kapattırmamış mıydı?

Ne diyelim: Uğurlar olsun...

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İstanbul esir alınmadı, fethedildi



Mayıs ayı, yakın ve uzak tarihimizde çok önemli hadiselere şahitlik yapmış. Çağ açıp, çağ kapanmasına vesile olan İstanbul’un fethi bu ayda gerçekleşirken, milletimizin vicdanını yaralayan merhum Başbakan Adnan Menderes’in zulmen idamı da bu ayda gerçekleştirilmiş.

İstanbul, Osmanlı ve Bizans tarihi üzerinde uzman olan Semavi Eyice, İstanbul’un fethi üzerinde dikkat çekici değerlendirmelerde bulunmuş. “İstanbul, Bizanslılar’ın son yıllarında perişan durumda olduğu için İstanbul’un inşâsı Osmanlı ile yeni baştan gerçekleşiyor” diyen Eyice, “Osmanlılar şehri ele geçirince, Hıristiyanların bir kısmı, bir takım yerlere yerleşmeye ve orada yaşamaya devam ettiler. Çünkü bu insanları esir almak için gidilmedi. Fatih, bir nev’î Bizans İmparatorluğunu devam ettirmiştir” şeklinde konuşmuş. (Mostar, Mayıs 2008)

İstanbul’un, Fatih tarafından fethedilmesinden sonra seyyahların daha fazla ilgisini çektiğine işaret eden Eyice, bazı seyyahların ‘ajan’ olarak İstanbul’a geldiğine işaret ederek şöyle diyor: “İstanbul’a ilk gelenlerden biri (fetihten önce) çok değerli bir adam, Bertrandon de la Broquiere. Avrupa’dan ajan olarak gönderilmiş. ‘İslâm ülkelerinde bir şeyler oluyor ama kim bunlar, neyin nesi?’ öğrenmek için 1425’e doğru İstanbul’a geliyor. Bu adam bütün Suriye’yi katediyor. İslâm kıyafetlerine de bürünüyor. Tabii o kadar din değiştirmiş Hıristiyan var ki, hiç kimse ‘Bu adam bizden değildir’ demiyor.”

Son yıllarda bazı ‘tarihî roman yazarları’nca itiraz edilen, ‘Fatih’in gemileri karadan yürütmesi’ hadisesinin, fetihten hemen sonra yazılan Avrupalı seyyahların eserlerinde yer aldığına dikkat çeken Eyice şöyle demiş: “Meselâ biri fetihten birkaç yıl sonra yazılmış. İçine de İstanbul’un Fatih tarafından kuşatılmasını gösteren bir minyatür eklenmiş. (...) Meselâ Ayasofya’yı gotik bir katedral gibi göstermişler. Ama surlar var, surların dışına çadırlar kurulmuş. Fatih’in gemileri Galata’nın arkasından doğru kaydırılıyor. Bizim bazı tarihçilerimiz bunun uydurma olduğunu iddiâ ediyor. Bakın Frenk bir tarihçinin fetihten iki yıl sonra yaptığı bir minyatürde bu gösteriliyor.”

Avrupalı seyyahların ‘Harem’ konusunda yazdıklarının ‘hayal’ olduğuna işaret eden Semavi Eyice bunu şöyle izah etmiş: “Harem’i gören yok. Harem’i yazıyorlar bir takım eserlerde. Fakat bunların büyük çoğunluğuna itibar etmemek lâzım. (...) Meselâ zaman zaman bazı kitapçılarda Kont de Bon’un hatıraları diye 2 ciltlik bir kitap çıkar piyasaya. Aslında uydurmadır bu, gerçek bir hatırât değildir. Bu adam görünüşte Müslümandır, kıyafeti Müslüman kıyafetidir. Mezarı da bir mevlevihanenin içindedir. Vezir kavuğu şeklinde yapılmış muhteşem bir mezar taşı vardır. Ama adam öyle inanmış bir Müslüman da değildir. Onun hatırâtı düzmece bir hatırâttır. Benim elime İngiltere’de basılmış bir Topkapı Sarayı hatırası geçti. Adam saraya girmiş değil herhalde. Ama kafasına göre bir şeyler çizmiş. Yani uydurma bir şey.”

İçeriden ve dışarıdan ‘uydurma tarih, uydurma hatıralar’la ecdada, gerçeklere ve hakikate saldırmayı marifet bilenlere karşı tedbirli olmakta fayda var.

07.05.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Merkezi güçlendirmek



Otuz üç Kur’ân âyetinin işâretine, Hazret-i Ali’nin (ra) Ercûze ve Celcelutiye nâmındaki iki kasidesinin haberlerine ve Hazret-i Gavs-ı Âzamın beşâretine mazhar olan Risâle-i Nur tefsirleri, ifâ ettiği dağ azametindeki iman hizmetiyle âhirzamanın en büyük müceddididir. Kur’ân hesabına tecdit hizmetini gerçekleştirmiştir.

İman, hayat ve şeriat dairelerini içine alan bu tecdit hareketinin en önemli ve birinci hizmeti, iman cihetindeki hizmetleridir. Sâirleri ona nispetle ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalır. İman temeldir. O kuvvetlenmeden, İslâmî hayatın yaşanması çok zordur. Onun için Bediüzzaman “Ben hayatımı yalnız iman üzerine teksif ettim” der.

İman hizmeti, bir döneme âit geçici hizmetler cümlesinden değildir. Dünya devam ettikçe ve imanı tahrip edecek sebepler var oldukça, iman hizmeti kıyamete kadar devam edecektir.

İman hizmetinin ana merkezleri Nur dershaneleridir. Diğer hizmet tarzları ve vasıtalarının randımanlı olması, ana çarkın sağlıklı çalışmasına bağlıdır. Güçlendirilmesi gereken en önemli yerlerimiz onlardır. Yeni insan kazanma ve dâvâ adamları yetiştirme merkezleri dershanelerimizdir. Geniş dairelere hitap eden hizmetler genelde kalır. Dershanelerdeki birebir ilgi ise adam kazandırır. Üstadın “Şimdi resmen din tedrisâtı için hususî dershaneler açılmasına izin verilmesine binâen Nur şakirtleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder; fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. İman hakikatlerinin îzahı olduğu için, hem ilim, hem mârifetullah, hem huzur, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, İnşallah Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor” (Sözler, s. 853) demesi anlamlıdır.

Nur dershanelerine hayatiyet kazandıran ve açılma amacını sağlayan sır, cemaat fertlerinin hakkıyla oralara sahip çıkmasıdır. Sadece dersten derse kapısı açılan ve haftada bir veya iki defa açık olan dershaneler, kendisinden beklenilen fonksiyonu ifâ edemez. Bunun için, üç beş katlı dershaneler inşâ eden mahaller, mutlaka onu açık tutacak ve gelenlere güler yüz ve tatlı dille muhatap olacak fedakâr vakıf elemanları da istihdam etmelidir.

Çünkü binalar kendi kendine hizmet edemez. Kendi irâdesi ile hayatını Nur hizmetine vakfeden kahraman kardeşlerimiz çoktur. Bu istikamette, onlarca genç vakıflar Anadolu genelinde Nur hizmetiyle meşgûldürler. Allah onların sayısını arttırsın. Üstadın başlattığı bu gelenek, inşallah kıyamete kadar devam edecek. Hangi gerekçeyle olursa olsun, Üstadın bu dershane ve vakıflık tarzı küçümsenemez. Bir dershanede, hayatını bu kudsî dâvâya adamış vakıf bir kardeşin bulunması, târifi imkânsız bir mânâ taşımaktadır. Bu mânâya çok ehemmiyet veren Üstadımız “Yanımızdaki sermaye ise, Risâle-i Nur’un sermayesidir. O sermaye Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükür olsun ki, yetmiş küsûr sene evvel, o zamanın âdetine muhalif olarak, kendim fakirliğimle beraber onların tayınlarını verdiğime bir ihsan ve lûtf-u Rabbâni olarak, o zamandan elli altmış sene sonra Cenâb-ı Erhamürrahimin o örfî âdete muhalif kaidemi mânevî ve geniş Medresetü’z Zehra’nın hâlis ve nafakasını temin edemeyen ve zamanını Risâle-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlâhî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayınlarıdır ve tayınlarına sarf edilecek. Ve kaç senedir benim yaptığım gibi, benim mânevî evlâtlarım, benim vereselerim, aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum. İnşallah tam Risâle-i Nur intişara başlasa, o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risâle-i Nur’a vakfeden şakirtlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medresetü’z Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak, benim bedelime bu hakikate, bu hâle mânevî evlâtlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası, s. 447-48)

Bahsi geçen uzunca iktibaslar, Üstadın Nur dershanelerine ve hizmete hayatını adayan vakıf elemanlarına ne kadar ehemmiyet verdiğine kâfî açıklamalardır. Bu hizmet tarzı, Risâle-i Nur’un orijinal hizmet metotlarından birisi ve en önemlisidir. Bu bakımdan dershaneler, hizmetlerimizin ana merkezidir. Merkezi sürekli güçlendirmek lâzımdır. Üstadın vasiyeti budur. Merkezi zayıf bırakıp, kuvvetimizi sağa sola dağıtmak, hizmetin mânevî mâğlubiyetine ve şevklerin sönmesine sebeptir. Bu duruma hiçbir zaman düşülmeyecek inşallah...

07.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT