|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Mısır’a emniyette giriniz... |
|
İstanbul’dan Kahire’ye günde 2–3 uçuş vardır. Ben hemen hep gece uçuşlarına denk geliyorum, tıpkı Kahire’ye ilk geldiğimdeki gibi.
Gece yarısı 02.00 gibi Kahire’ye inmiş ve gayri- ihtiyarî ceketime sarılarak uçaktan dışarı adımımı atmıştım. Uçağın içi, dışarıdan daha serindi. Ama o huzur getiren sıcak rüzgârın tatlı dokunuşu bir nev'î misafirperver bir karşılama gösterisiydi benim için. Biraz mutlu, biraz çekingen, biraz tedirgin, biraz huzurlu bir şekilde körükten geçip, pasaport kontrole doğru ilerlerken “Allah’ın dilemesiyle Mısır’a güvenlik içerisinde giriniz” (Yusuf Sûresi, 99) âyetini görünce derin bir nefes almış, rahatlamıştım.
“Kahire ya sevilir, ya sevilmez” deriz biz yabancı arkadaşlarla. Sevmeyene sevdirmek çok zordur, seveni de Kahire’den ayırmak. Kendimize sabahlara kadar Mısır’dan, Kahire’den şikâyet etme imtiyazı tanırız, ama her nasılsa Mısır hakkında kötü bir yorum duyunca ilk savunanları da biz oluruz. Buralardan gitmek istemeyiz, hem severiz, hem döveriz Mısır’ı. Kahire’de Akdenizli oluruz, Kahire Asyalı yapar bizi, Doğulu kimliğimizi buluruz bu keşmekeşlerin şehrinde.
Edebiyat öğrencisi olduğum için, okuldaki hocalarım yazdıklarımla yakından ilgileniyorlar. Her ne kadar Türkçe yazılarımı anlayamasalar ve arada tercümesini isteseler de, geçen hafta gazetemizin web adresini istediler. Bir hocam, “Yazdığını anlayamasam bile, senin adını orada görmek gurur verir bana” dedi. Biz Türklerle ayrı bir ilgilenen sevgili hocalarımızdan bunu duymak beni çok mutlu etti. Aynı hocam devamında, “Nur, sen Nil’in suyundan içmişsin” dedi, “Ne kadar ‘musluk suyu içmem’ (Kahire’de musluk suyu Nil’in suyudur) desen de, sen içmişsin Nil’in suyundan.. Artık Kahire’den, Mısır’dan kopamazsın. Ben Türkiye’de kendimi nasıl evimde hissediyorsam, sen de inşaallah burada evinde ve ailenleymişsin gibi hissediyorsundur” diyerek sözlerini bitirdi. Şüphesiz öyleydi, Mısır bizim evimizdi. Yediğimiz etten, içtiğimiz içecekten emin olarak, tedirginlikten uzak yemek yiyebilmek bile bunu anlatmaya yeterdi belki. Hiç Arapça bilmeden gelen Türkler bile “selamünaleyküm, inşallah, maşallah, elhamdulillah” gibi evrensel sözcüklerle anlaşabiliyorlardı. Ve zaten “Ben Türk’üm” dendiği vakit, olay bitiyordu.
Buraya ilk geldiğim zamanlarda, hatta bazen halen, gerek Mısır’daki Türkler, gerek dünyanın dört bir yanında bulunan Türkler ilk olarak “ Aaaa, El Ezher’desin değil mi?” sorusunu yöneltiyorlardı bana. Kimi mutlulukla, kimi suçlayıcı gözlerle bunu söylerken, ben “hayır” diyordum. Şüphesiz El Ezher üniversitesi, özellikle İslâmî ilimler dalında dünyanın önde geleni sayılı üniversitelerinden birisidir, fakat Mısır gibi çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, 80 milyon nüfusa sahip bir ülkede, uluslar arası üne sahip birçok üniversite de bulunmaktadır. Kahire Amerikan Üniversitesi, Alman Üniversitesi, Helvan Üniversitesi, Ayn Şems Üniversitesi, Kahire Üniversitesi bunlardan sadece bazıları. Ben de bunlardan birinde öğrenciyim.
Her yabancı gibi gurbette, her Türk gibi gurbetçi, her gurbetteki gibi geride bıraktıklarını özleyen, her öğrenci gibi biraz yorgun, her uzağa gitmesi gereken kişi gibi biraz kırgın, biraz dargınım. Kaderin garip cilvesi sürükledi beni buralara; ama diyorum, her şeyde bir hayır vardır..
Yoksa kim Mısır’dan mektuplar yazacaktı şimdi?
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Batı İslâmı doğururken |
|
Avrupa ve Amerika İslâmiyet ile hamiledir. Günün birinde İslâmî bir devlet doğuracak.”1
1911 yılında Şam Emevî Camiinde okuduğu meşhur hutbesinde Bediüzzaman bu müjdeyi vermişti. Gün geçmiyor ki bu müjdenin emarelerini, işaretlerini görmeyelim.
Peşin hüküm ve ön yargılardan kurtulan insanlık, artık gerçekleri görmeye başladı. Anladı ki İslâm terörle zerre kadar ilgisi olmayan; aksine terörü önleyen; ruh, kalp, akıl ve hissiyatı doyuran mükemmel bir din.
Dünün Haçlı Seferlerini düzenleyen Batı bugün artık başkalarına düşmanca bakma yerine bir arada yaşaması gerektiğini söylüyor ve bunun yollarını arıyor. Hangi din, görüş ve düşüncede olursa olsun insanlar birlikte yaşayabilmeliydi. Demokrasinin geldiği nokta da bunu gerektiriyordu.
Son günlerde Belçika’nın De Standaard Gazetesi’nin Flamanga dilinde 50 bin Kur’ân-ı Kerîm tercümesini dağıtıp uluslararası medya oscar ödülünü kazanması oldukça ilginç değil mi?
Oysa De Standaard Gazetesi Hıristiyan Demokrat eğilimli bir gazete. Avrupa’nın en güçlü ırkçı partilerinden Flaman Menfaati’nin ‘anayurdu’ olan Flaman bölgesinde yayın yapmakta. Ama birlikte yaşamanın zaruret ve önemini kavramış, yazılarında bunu vurgulayan bir gazete. Geçen sene okuyucularına İslâm dini hakkındaki tartışmaları daha iyi anlayabilmeleri için 15 bölümlük bir yazı dizisi neşretmişti. “İncil dağıtmak yerine Kur’ân dağıtmaya daha fazla ihtiyaç olduğunu düşündük” diyen gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Bart Sturtewagen, “Batı dünyasında insanlar Müslümanların davranışlarını anlamakta bazan zorlanıyor” diyor, Müslümanları anlamak için medyanın daha cesur hereket etmesi gerektiğini söylüyor.
International Newspaper Marketing Association (Uluslararası Gazete Pazarlama Birliği) juri üyeleri Amerika’da toplandığında 34 ülkeden 200 gazetenin katıldığı yarışmada New York Times ve Wall Street Journal gibi büyük gazeteleri aşıp De Standaard gazetesinin bu cesaretine hayran kalarak onu ödüle lâyık görüyor.
Görüldüğü gibi Batı üç yüz-beş yüz sene, hatta yüz sene öncesinin Batısı değil. Bağnaz Batının yerini akıl, insaf ve hakperestliği öne geçiren Batı alıyor.
Ne dersiniz, “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek”2 gerçeği mi kendini gösteriyor?
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şamiye, s. 38.
2- A.g.e., s. 33.
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Uydurma ankete çelişkili cevaplar |
|
Yüksek tirajlı iki gazetenin bir anket konusuyla ilgili aynı haberi önümde duruyor. Dikkatle bakıp inceliyorum. Yorumlar farklı olmakla beraber, veriler aynı rakamlarla yansıtılmış.
Haberde, söz konusu anketli araştırmanın Ankara Genç İşadamları Derneği tarafından yapıldığı ifade ediliyor.
Araştırma, Ankara'nın çeşitli ilçelerinde 18–30 yaş arası yaklaşık 1700 kişi ile yapılmış bir ankete dayanıyor.
Gençlere her ne kadar bazı çarpıcı sorular yöneltildiği ifade ediliyor olsa da, bize göre alınan cevaplar inandırıcı olmaktan hayli uzaktır. Zira, neticesine baktığımızda, karşımıza bir dizi zıtlıklar, tenakuzlu cevaplar, rakamlar çıktığını görüyoruz. İşte, bu tenakuzlu sonuçlardan birkaç örnek...
Seçtiklerine güvenmiyorlar
Ankete göre, gençlerin en çok güvendiği kurum yüzde 31.87 ile TSK gelirken, dinî kurumlara yüzde 13.98, Meclis'e duydukları güven ise yüzde 10'un altında olup adeta yerlerde sürünüyor.
Oysa, ankete katılanların tamamı yaş itibariyle seçmen olabilen vatandaşlar. Hayret ki, kendi seçtiklerine güven duymuyorlar.
Milliyetçi–muhafazakâr, ama...
Ankete katılan gençlerin yüzde 50'den fazlası gazete okumuyor; okuyanların da yüzde 36'sı sadece spor sayfası ile magazin haberlerini okuyor; ayrıca, televizyonda en çok eğlence programlarını izliyorlarmış...
Ve şu garabete bakın ki, gençlerin çoğu siyasî yelpazede kendilerini "milliyetçi–muhafazakâr" olarak tanımlıyorlarmış...
Hem AB'ye karşı, hem de ...
Ankete katılan gençler "Türkiye AB’ye girmeli mi?" sorusuna yüzde 40.11’i “Evet” derken, yüzde 43.62’si ise “Hayır, girmemeli” demiş. Gençlerin yüzde 46.21’i Türkiye’nin geleceğine umutsuz baktığını ifade ederken, “Yurt dışında yaşamak ister miydiniz?" sorusuna "Evet" karşılığı verenlerin oranı ise yüzde 78.14. Gerekçeleri ise, “daha iyi maddî imkânlara kavuşmak için” imiş.
Gençlerin çoğu, ayrıca "Türkiye’de ifade özgürlüğünün olmadığı ve insan haklarına saygı gösterilmediği" yönündeki düşünceye katıldıklarını ifade etmişler.
Ne garip değil mi? Bu ülkede hem ekmek, hem hürriyet derdin olacak, hem de bu iki derdin reçetesini Türkiye'ye sunan AB'ye karşı geleceksin...
Bir taraftan da gidip o ülkelerde çalışmak, yahut yaşamak isteyeceksin...
Benzer tenakuzlar daha başka soru ve cevaplarda da açıkça görülüyor.
Netice itibariyle, ya bu anket çalışması sağlıksız şekilde yapılmış, ya da gençlerimizin ruh ve düşünce dünyasında sıkıntılar, arızalar var demektir.
Acaba hangisi?
Belki de her ikisi...
Dumansız hava sahası
Sigara yasağına dair ciddî ve kapsamlı yeni bir uygulama dönemi dün itibariyle başlatılmış oldu.
Bakalım gidişat nasıl olacak? Dileriz, hiç kimse yeniden belirlenmiş olan "dumansız hava sahası"nı kasten ihlâl etmez.
Cezalar bir ölçüde caydırıcı olabilir. Fakat, en asıl önemli olan, tiryakilerin başka insanlara ve çevreye duyacakları saygıdır.
Saygı ve anlayış olmadıktan sonra, alınacak hiçbir tedbirin, kesilecek hiçbir cezanın, istenen ve beklenen ideal neticeyi hasıl etmeyeceği kanaatindeyiz.
Dolayısıyla, tâ ilköğretim çağından başlayarak yeni nesillere bu meyanda gerekli eğitimin verilmesi gerekiyor. Esasen, en büyük eksiklik bu noktada düğümleniyor.
Tarihin yorumu: 20 Mayıs 1878
Ali Suavî'nin Çırağan Baskını
Çırağan Baskını "Sarıklı İhtilâlci" diye isimlendirilen Ali Suavi'nin, Sultan II. Abdülhamid'i devirip yerine Sultan V. Murad'ı oturtmak için yaptığı çılgınca bir ihtilâl teşebbüsüdür.
Ali Suavi, ateşli bir hürriyet ve meşrûtiyet taraftarıdır. Bu yüzden, Sultan II. Abdülhamid'in "93 Harbi"nin kötü gidişatını bahane göstererek Meclis–i Mebûsan'ı kapatmasına, hürriyetleri kısıtlamasına ve Kànun–i Esasîyi (anayasa) askıya almasına adeta isyan eder ve onu bir şekilde devirme plânını tatbik sahasına koymaya çalışır.
Bu maksatla başına topladığı birkaç yüz Rumeli muhaciriyle karadan ve denizden hareketle Yıldız Sarayına ulaşmaya çalışan Ali Suavi, ilk adım olarak Çırağan Sarayına Boğaz tarafından bir çıkarma yapar.
Ne var ki, sarayın arka odalarından birinde saklı tutulan Sultan Murad ile görüştüğü ve onu Yıldız Sarayına götürmeye iknaya çalıştığı esnada, Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa tarafından başına sopayla vurularak öldürülür. Bu hadisede, ayrıca tahminen 23 kişi ölmüş ve 15 kişi de yaralanmıştır.
Sultan Abdülhamid'in tam da bu tarihten başlayıp otuz yıl daha sürecek olan iktidarı boyunca, yakasını bir türlü bırakmayan "vehim ve korku" damarını tahrik eden en büyük hâdisenin işte bu kanlı "Çırağan Baskını" olduğu kuvvetle muhtemeldir.
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İstibdat mı, istişare mi? |
|
Bütün rezilliklerin ve geriliğin sebebi bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan istibdat, yani baskıdır. Bediüzzaman istibdadı şöyle tanımlar:
Diktatörlük, bir şeyi zorla kabul ettirmek, tahakküm, keyfî işler, kuvvete dayanarak cebir kullanma, zorbalık, tek görüş, suistimâle gayet müsait bir zemin, zulmün temeli, insanlığın mahvedicisi, sefalet derelerine yuvarlandıran, İslâm âlemini zillet ve sefalete atan, garaz ve düşmanlığı uyandıran, İslâmiyeti zehirlendiren, her şeye bulaşarak zehrini atan muzır ve olumsuz bir haslettir.2
İnsan, sosyal bir varlıktır, toplumun diğer fertleriyle bir arada yaşamak zorundadır. Hem kendi ihtiyaçlarını karşılamak, hem görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek, hem de başkalarına daha faydalı olmak için mutlaka başkalarının görüşlerine müracaat etmeli, işin ehillerine danışmalı, uzmanlarıyla meşveret etmelidir. Ki, bir fert, toplumun içinde yalnız başına bir şey yapamaz. Diğer taraftan, görüş ve düşünceleri, aklı ve muhakemesi, bütün meseleleri ihata edemez. Şu halde istişare etmek durumundadır.
Meşveretin gücünü şu örnek penceresinden tahmin edebiliriz:
“Üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuât-ı tarihiye şehadet ediyor.
“Bu sırrın sırrı şudur ki:
“Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.”3
İşte istişarenin gücü!
İstişare, yalnızca fertler arası değil, aynı zamanda, toplumun bütünü veya toplumlararası herhangi bir konuda karar almak üzere bir araya gelerek çoğunluğun fikrine tabi olmaktır.
İlmî, ekonomik, sosyal ve siyasî gibi hemen her konuda ve idarî sistemin şekillenmesi ve işletilmesinde başvurulması gereken önemli bir prensiptir. Zaten işlerin şûra ile yürütülmesi Allah’ın emridir. Bu emri tebliğ ve tavsiye eden ve en güzel biçimiyle uygulayan Resulullah’tır (asm).
Şu halde işleri istişare ile mi yürütmek daha iyidir, yoksa şahıslarla mı?
Elbette şûra ile, çoğunluğun ve cemaatin gereği olan istişare ile olduğu, en basit bir akıl yürütme ile anlaşılır…
Dipnotlar:
1-Tarihçe-i Hayatı, s. 79.;
2-Münâzarât, s. 22;
3-Lem’alar, s. 165.
20.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hz. Havva'nın yaratılışı |
|
Malatya Doğanşehir’den Muhammed Ali Sarı: “Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem’in ege kemiğinden yaratılmıştır deniyor. Kitaplarda pek ayrıntılı anlatılmamış. Bilgilendirir misiniz?”
Cenâb-ı Allah Hazret-i Âdem’i (as) nasıl kendi kudret eliyle topraktan1 yaratmışsa, Hazret-i Havva’yı da kudret eliyle yine aynı özden yaratmıştır. Yani kadın ve erkek aynı özden yaratılmışlardır. Nitekim “Nasıl Allah’ı inkâr edersiniz ki, siz bir takım cansız maddelerden ibaret iken O sizi yaratıp hayata kavuşturdu. Sonra O sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecektir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz”2 âyetinde geçen “Siz bir takım cansız maddelerden ibâret iken” ibâresinin tefsîrinde Bedîüzzaman Hazretleri, insanın cesedini teşkil eden zerrelerin, âlemin zerreleri içinde cansız, hayatsız, donuk ve dağınık bir vaziyette iken, özel bir kânunla, hususî bir nizam ve ölçü ile intizam altına alınarak baba sulbüne gönderildiğini; burada sessiz, sâkin, durgun ve gizli bir vaziyette iken birdenbire belirli bir düstur ile, bölük bölük, günlük bir kânûna tâbi olarak hususî bir kast ve hikmet içinde ana rahmine geçtiğini kaydeder.3
Bedîüzzaman’a göre, zerreler âlemindeki zerreler baba sulbüne intikal edince başka sûretlere girerler ve nutfe olurlar, ana rahmine girince de daha başka sûretlere dö-nerler. Burada embriyo hücresi olurlar, alaka olurlar ve mudga olurlar. Nihayet sonra da insan sûretini giyerek ortaya çıkarlar. Bu kadar acaib değişimler içinde zerreler öyle muntazam kânunlarla hareket ederler ki, sanki her bir zerre, zerreler âleminde iken vazifelendirilmiş ve meselâ Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali gören her bir akıl tereddütsüzce hükmeder ki, o zerreler, özel bir kast ile, eşsiz bir hikmet altında gönderilmektedirler.4
Anlaşılıyor ki erkek nasıl doğrudan kudret eliyle müstakil yaratılmışsa, kadın da bizzat kudret eliyle müstakil yaratılmıştır.
Kadının Hazret-i Âdem’in (as) ege kemiğinden yaratıldığı ile ilgili rivayetlere gelince… Böyle rivayetler vardır. Peygamber Efendimiz (asm): “Ey mü’minler! Kadınlar hakkında birbirinize hayır ve iyilik tavsiye ediniz! Çünkü kadın kısmı bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı üst kısmıdır. Eğer sen eğri kemiği doğrultmaya çalışırsan, onu kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri olmakta devam eder. Binaenaleyh sizler, kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye ediniz” buyurduğu rivayet edilmiştir.5
Şu âyetler bu hadisi destekler mahiyettedir: “Ey İnsanlar! Sizi tek bir insandan yaratan Rabb’inizden korkun ki, ondan da eşini yarattı.”6 “Sizi tek bir insandan yaratan, ondan da seveceği eşini yaratan O’dur.”7 “O sizi tek bir insandan yarattı, sonra ondan da eşini yarattı.”8
Fakat bu âyetlerde geçen “ondan eşini yarattı” ibarelerini “eşini kendi cinsinden yarattı” mânâsında yorumlayan ve yukarıdaki hadisi de yine Peygamber Efendimizin (asm): “Şüphesiz kadın kaburga kemiği gibidir. Onu zorla doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Eğer mutlu bir hayat yaşamak istersen, eğriliği ile birlikte onu seversin”9 hadisi ile yorumlayarak anlatılmak istenen şeyin kadının kaburga kemiğinden yaratılması değil, kadının kaburga kemiği gibi ince ve nazik yaratılışlı olması olduğunu ve burada kaburga kemiğinin mecazî olarak kullanıldığını ileri süren yorumcular da vardır.
Biz yorumlar arasında bir tercih yapmak durumunda değiliz. Allah kadını dilerse topraktan yaratır, dilerse erkeğin ege kemiğinden yaratır. Allah dilediğini yapmaya kadirdir. Bizce buna inanmak yeterlidir. Kadının ne doğrudan topraktan yaratılması ona ilâve bir değer katar, ne de erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması onun değerini düşürür. Her iki ihtimalde de Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, hikmeti söz konusu değil mi? Allah dilediğini dilediği gibi yaratmaya kadir değil mi?
Allah, yüce âyetlerinde neyi murad etmişse, Peygamber Efendimiz (asm) yüksek hadislerinde neyi anlatmak istemişse hepsi haktır ve gerçektir. Nihayet esas olan şudur: “Allah’ın âyetlerindendir ki, size hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratmış, aranıza sevgi ve merhamet vermiştir.”1
Dipnotlar:
1- Bakınız: En’am Sûresi: 2; Mü’minûn Sûresi: 13; Secde Sûresi: 7; Sad Sûresi: 71; Hicr Suresi: 26, 2- Bakara Sûresi: 28, 3- İşârâtü’l-İ’câz, Y. A. Neşr. İstanbul, 1994, s. 227, 4- İşârâtü’l-İ’câz, Y. A. Neşr. İstanbul, 1994, s. 228, 5- Müslim, Radâ, 60; Buhârî, Enbiyâ, 1, Nikâh, 80; İbn-i Mâce, Tahâret, 77; Dârimî, Nikâh, 35; Ahmed b. Hanbel, 5/8, 6- Nisâ Sûresi: 1, 7- A’râf Sûresi: 189, 8- Zümer Sûresi: 6, 9- Müslim, Radâ, 18; Buhârî, 6/145 , 10- Rûm Sûresi: 21
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Siz hiç baharla sohbet ettiniz mi? |
|
Siz hiç baharın yeşil gözleri ile göz göze gelip, onunla mu-habbet ettiniz mi? Onun ne-reden gelip nereye gittiğini ne için her sene arzımıza uğradı-ğını merak ettiniz mi hiç? Mevsimler katarının çiçekli vagonu olan baharın, canlıların erzak ve iâşesi olan bu kadar nimetleri, hangi istasyonda, kimin ambarında yüklendiğini kendisine sordunuz mu?
Siz baharda çiçeklerle açıp, sularla aktınız mı hiç? Başakların başını okşayan rüzgârların müşfik elini kendi yüzünüzde hissedip, fısıltılarına kulak verdiniz mi? Kuşların cıvıltılı sohbetlerine katılıp, hiç durmadan birbirlerine neler anlattıklarını anlamaya çalıştınız mı? Kelebeklerin ipek kanatlarına bu kadar san'atların nasıl sığdırıldığı-nı merak edip sordunuz mu hiç? Çatınıza yuva kuran leyleklerin “lak lak” değil de “Hak Hak” diye yaptıkları tesbihata ortak oldunuz mu?
Nisan yağmurlarının rahmet damlalarıyla ıslanırken, her damlanın bir melek tarafından indirildiğini müşahade ettiniz mi? Böyle itina ve intizamla indirilmese, acaba insanın başına nasıl felâketler yağdıracağını düşüne-rek, her damla için bin kere şükrettiniz mi?
İsterseniz gelin bu soruların bazıla-rını, baharın kendisine soralım. Bakalım bizimle neler konuşacak, bize neler anlatacak?
- Ey gül yüzlü, çiçek bakışlı, sıcak kalpli bahar! Her sene soğuk karların altında, çamurlu toprak içinde güzel başını çıkarıp tatlı gülücüklerle bize selâm vermenin hikmeti nedir acaba? Nereden gelip, nereye gidiyorsun, kimin emri ile hareket ediyorsun?
- Sevgili insan, benim vazifem, Cemil-i Zülcelâl’in cemâline ayna olmak, O’nun güzelliklerini kâinata ilân etmektir. Ben bir hizmetkâ-rım. Ücretim ise, sizlerin bakışları, beni beğenip bana bakarak mutlu olmanızdır. Evet ben güzelim ama güzelliğim çiçeğimden, yaprağımdan, kokumdan değil, bütün güzelliklerin sahibi ve yaratıcısı olan Rabbimin Cemîl isminden gelmektedir. Yoksa, hava, toprak ve su gibi unsurlardan meydana gelen basit hücrelerimin ne ehemmiyeti olabilir ki?
Ben, kâinatın Hâlıkından size gönderilen bir mektubum. Bu mektubu yazan ve size gönderen Mektub-u Samedânî adına sizlere hitap ediyorum. Çiçeklerimin desenlerini, güllerimin yapraklarını iman gözü ile okuyun. Sizlere benden çok daha muazzam ve mükemmel olan Cennet baharının müjdelerini getiriyorum.
Ben, gelecekte yaşanacak olan büyük haşrin küçük bir misâliyim. Kış boyunca toprak altında saklanan çekirdek ve tohumcuklarım, birkaç günde nasıl topraktan başını çıkartıp yeryüzünü yeşile boyadıysa, mahşer günü de cesetler böyle diriltilip mahşer meydanını dolduracaktır. Daha düne kadar hiç ortalıkta görünmeyen çiçekler ve böcekler, bugün gözlerinizin önünde, başlarını-zın üstünde size merhaba diyor. Siz de ehlen ve sehlen diyerek mukabele edin, muhabbet edin…
Ve daha neler neler söyleyecektir. Bizlerle ne hoş sohbetler edecektir. Yunus Emre bir sarı çiçekle konuşuyor, ona annesini, babasını, evlât ve kardeşlerini soruyor. Onun zikrine ve tesbihatına ortak oluyor. O muhabbetten bir lezzet ve ibret alıyor. Bahar da bizi lezzet, hikmet ve muhabbet sofrasına davet ediyor. Buyrun biz de icabet edelim. Çiçeklerle ko-nuşup, güllerle gülelim. Bülbüllerle şakıyıp, sümbüllerle tesbih edelim.
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Derin darbelerden kurtulmak |
|
Derin nefis, dıştaki işbirlikçisi şeytanla içten içe vuruyor… Durmadan, dinlenmeden inletiyor kalbi… İşgal adımlarla yürüyor, esir ettiği lâtifelerle mahall-i imana… Yalnız değil; kolektif nefis destekçisi, insî ve cinnî şerirler yardımcısı…
Çeteler sarmış gönül evini, muhabbet ve uhuvvet yolları sevgisizlikle kapatmak, hikmet yardımları engellemek, şefkat nazarları örtmek istiyor… Uyumuyor uyutuyor, vazgeçmiyor hücum ediyor, ertelemiyor inatla devam ediyor…
Akıl tatile gönderilmiş, lâtifeler dağıtılmış, sır başka kapılarda geziyor, vicdan pasifize edilmiş, hayal haylazlaşmış… Kısa gün hesapları, kısır çatışmalarla oyalanıyor dimağlar, zihinler zırvalarla ziyan ediliyor… Batın, harap ve bîçare; parlatılmış ve süslenmiş zahir savunmalar, kendini kandırmalar…
Yılandan akrepten kaçar gibi kaçılmıyorsa en büyük kuvvet “ihlâs”ı bozacak hallerden, ejderhalar varken sineklerin ısırmasıyla velvele veriliyorsa, “ağır ve büyük bir hazine”yi taşıyacak ellerin çokluğu coşturmuyorsa, “insan-ı kâmil”in azaları birbiriyle uhuvvetkârâne irtibatı zayıf demek, vücut güçsüz demek… Kalp müdahale istiyor, akıl ameliyat, vicdan hürriyet, zihin parlatılmak…
Düşman-ı şedidden korunmak için sadece zahir zırh giymek yetmiyor, vücut da canlı, şevkli, diri, hareketli olmalı… Zafer tacı giymek fedakârlık ister, diğergamlık ister, sebat ister, sabır ister, metanet ister… Kuru bir istemekle değil, hayatıyla istemek ister… Zevk müptezelliği, haz ve haylazlık tiryakiliği, “Ben olmazsam olmaz”lı benlik şişkinliği, vazgeçilmezlik garabeti, enaniyet böbürlenmeler, cerbeze gevezeliği, açık ve gizli riya, izafîliklerde çatışma ve çarpışma istemez… Hilesiz bir nazar, safi bir muhabbet, şefkatli bir uhuvvet yeter…
İçi muhabbet ve uhuvvet hamuruyla dolmamış süslü sözler, cilâlı cümleler, parlak projeler balon şişkinliğinden öte ne yapar? Şüphe nazarlar, zanlı bakışlar, gıybetli konuşmalar; nurânî halkayı zayıflatır, mânevî bağları çözer, sadakati azaltır, güveni gücendirir… Bunlar yoksa hangi yolda beraber yürünür de yeni hizmet fetihlerle dönülür?
Her şey güzel gidiyor demek ne kadar inandırıcı değilse, her şey kötü gidiyor demek de doğru değil… Nefisleri üç adım geriye çekip, aklı ve kalbi beş adım öne çıkarırsak geçilmeyecek engel, aşılmayacak problem, devrilmeyecek dert, yıkılmayacak duvar yoktur Biiznillâhi Teâlâ… Çokça istiğfar, çokça istiâze, çokça duâ, çokça sabır, çokça okumak— Kur’ân, kâinat, Nur külliyatı—, çokça salâvat, çokça tesbihat; kurtuluşumuz için elzem ve acele ihtiyaç…
Nefsin bombardımanından, şeytanın tuzaklarından, insî ve cinnî şerirlerin desiselerinden nasıl kurtuluruz sonra? Nefsimi hallettim, şeytanı bağladım, şerlerden emin oldum diyen ve diyecek olan olmayacağına göre bize düşen Kerîm Kur’ân’da Yusuf’un (as) deyişini dinlemek: “Nefis daima kötü şeylere sevk eder” ve Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’in (asm) “Senin en zararlı düşmanın nefsindir” hadisini rehber etmektir.
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Kraliçe II. Elizabeth, Sultan 3. Selim ve Kasımpaşalı Hafız... |
|
Efendim biliyorsunuz geçen hafta ülkemizde tabiri caizse neredeyse bir İngiltere Kraliçesi fırtınası esti. İstanbul, Ankara, Bursa derken 4 gün boyunca Kraliçeyi ağırlama telâşı sarmıştı devlet erkânını. Diyeceksiniz ki müzik yazıları ile Kraliçe Elizabeth’in ilgisi ne. Birazdan geliyorum. Kraliçe, ziyaret öncesi Türkiye’yi anlatan kitaplar okumuş. Meselâ Bursa’yı görmeyi de kendisi özellikle istemiş. Kur’ân-ı Kerim dinleme talebinde bulunduğu gibi Karagöz Hacivat gösterisi izlemeyi de yine kendisi programına aldırmış. Eşiyle birlikte izlerken ne hissettiklerini bilemiyoruz, ama Karagöz Hacivat oyunu izleyen İngiliz Kraliçe ve Prensi olabileceğini de böylece görmüş olduk. Acaba diyorum Osmanlı Sultanlarının bu oyunlara ilgisini mi okudu da Kraliçe de izlemek istedi? Zira Osmanlı Padişahlarının ilgisi tarihçe malûm. O Osmanlı Sultanlarından biri de Sultan III. Selim. Gelin geçmişe kısa bir seyahat yapıp, bakalım bir Karagöz Hacivat oyunu izlerken neler yaşanmış:
Kasımpaşalı Hafız, III. Sultan Selim döneminde yaşamış, Hacivat Karagöz karakterlerini oynatan bir gölge oyunu ustasıdır. Yine birgün Sultan Selim’in huzurunda Hacivat Karagöz oynatmaktadır. Hacivat oyunda esirci olmuş köleler satmaktadır. Oyun sürerken Karagöz Selim isimli köleye adıyla seslenir: “Seliiiiiiiim!”. Padişah da şaka olsun diye “Lebbeyk, buradayım” diyerek oyuna katılır. Kasımpaşalı Hafız, Sultanın sesini duyunca oldukça şaşırır ve mahçup olur. Büyük bir hata yaptığını düşünerek o anda içine düştüğü durumdan ve mahcubiyetten kurtulmak için oyunun senaryosunu değiştirir ve Hacivat’ı konuşturur:
“Karagöz’üm! Huzur-u Şahanede bir sürç-i lisan ettin ki ne tamiri ne de affı kabildir. Belki tevbekâr olup hacca gidesin. Artık sana hayal oynatmak gerekmez. “
Kasımpaşalı Hafız bu cümlenin ardından muma üfler ve Sultan’ın ısrarlarına rağmen bir daha asla Karagöz Hacivat oynatmaz.
Sultan Vahideddin’in iyi bir müzik adamı
olduğunu duymuş muydunuz?
Yazıya Kraliçe II. Elizabethle başlayıp Sultan III. Selim’den bir hatıra nakledince Sultan Vahideddin’den bahsetmeden olmaz diye düşündüm. Tabiî idareciliğinden değil yine mûsıkî yönü ile elbette. Yakın zamanlara kadar pek çok kişi tartıştı durdu, hain miydi kahraman mıydı diye... Tarihçi değilim ama okullarda tarih derslerinde bize öğretilenlerin genelde aksinin doğru çıktığı için olsa gerek ben de onun hain olmadığını düşünenlerdenim. Ama bu yazıda sizi tarihsel bir tartışmanın içine çekip sıkmak gibi bir düşüncem yok.
Meselâ siz Sultan Vahideddin’in aynı zamanda iyi bir mûsıkişinas olduğunu biliyor muydunuz? Doğrusu Murat Bardakçı’yı okuyuncaya kadar ben de bilmiyordum. Murat Bardakçı’nın Şahbaba isimli kitabına bakınca onun için söylenenlerden başlıktaki sonucu çıkarmak mümkün hale geliyor:
Meselâ kızı Sabiha Sultan anlatıyor: “Babam, alaturka mûsıkiye çok meraklı idi. Kendisi hiç saz çalmamakla beraber mûsıkinin bütün gavamızına vakıf ve aynı zamanda iyi denilecek derecede bir bestekârdı. Asdik Usta bestelediği şarkıları babama dinletip fikirlerini sorar bazen de babam da kendi eserlerini ona gösterince kıyasa kalkar ve üzüntü ile karışık hayret ve hayranlığını gizlemezdi..”
Yine padişahın torunlarından Hanzade Sultan’ın evinde Vahideddin’in bestelerinin güfteleri, notaları da başka bir torunu olan Neslişah Sultanda bulunmuştur. Sultanın 39 adet bestesi vardır.
İbnül Emin Mahmud Kemal İnal “Son Sadrazamlar” adlı eserinde şunları yazar. “Talihsiz Padişahın mûsıkiye merakı vardı. Eserleri üstadane idi. Sarayda haftada bir gün fasıl yapan Muzıkayi Humayun Heyeti Reisi İsmail Hakkı Bey’e kendisinin beste ve şarkılarının notalarını göndererek ‘eski kalfalardan birinindir. İşe yarar bir şey ise çalsınlar, okusunlar değilse bıraksınlar’ dedirtmiş. İsmail Hakkı Bey ve arkadaşları bu notaları çalıp okudukça kalfa namını alan eski bir cariyenin böyle metin ve dilnişin eserler ibda etmesine hayret ederlermiş. Bilâhare padişahın asarı olduğunu anlamışlar.” Onu yakından tanıyanlar Sultanın kanun çaldığını söylerler. Yazımızı Sultan Vahideddin'in hatıratından kendi söyledikleri ile bitirelim: “Facialara kalkan olamadım ise de siperi saika vazifesi gördüm. Bütün mûsibetleri üzerime çektim. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım. Dinine, devletine, vatanına ve milletine hıyanet edenlerin aziz Allah’ın kahreden kudretli gücüne hedef olması için yakarıyorum.”
Güzel Söz...
“Arthur O’Shaugnessy ne diyordu: ‘Bizler, biz müzikçiler yani bütün rüyaların rüyasını görenler.’ Milyarlarca insanın milyarlarca ayrı müziği vardır. Dünyanın her köşesi yedi iklim dört bucak değişik şarkıyla müzikle doludur. Hiçbiri de birbirine benzemez. Oysa hepi topu 7 notadır müzik. Evirirsiniz çevirirsiniz bu 7 notayı farklı sıralarsınız karşınıza değişik bir müzik çıkar. Güneş tayfı da 7 renktir. Ve müzikteki 7 nota 7 renge karşılık gelir. Dalga boyları ölçüldüğünde 7 renk 7 nota ile aynı ölçüleri verir. Alın bakalım bu evrenin bir rastlantı olmadığının bir kanıtı daha... ”
Zülfü Livaneli
20.05.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yıpratan süreç |
|
AKP’ye açılan kapatma dâvâsıyla ülkenin üzerine çöken kasvet, her geçen gün dal budak salarak daha da yaygınlaşıyor.
Bütün detaylarıyla düşünülüp planlandığı aşikâr bir strateji çerçevesinde ilk adım olarak dâvânın açılması, AKP’yi bunaltmaya başladı bile.
22 Temmuz sonrasının coşku ve heyecanı, yerini, yavaş yavaş iç hesaplaşmayı beraberinde getirecek gibi görünen bir sorgulamaya bırakıyor.
Kimileri “Gül cumhurbaşkanlığında bu kadar ısrar etmeseydi iş bu noktaya gelmezdi” derken, bazıları şu aşamada pek fazla açığa vurmasa dahi alttan alta sorumluluğu Erdoğan’a yüklüyor.
Altı yıldır görmediğimiz bir şekilde AKP içinden özeleştiri sesleri yükselmeye devam ediyor.
İngiltere Kraliçesinin ziyaretinde ortaya çıkan görüntülerden hareketle, Gül’le Erdoğan’ın eşleri arasındaki mesafenin giderek açıldığı senaryoları geliştirilerek, bu da bir başka “fitne sokma” tezgâhının malzemesi olarak kullanılıyor.
Bir diğer fitnenin işareti de, AKP kapatılır ve iddianamede adı geçenlere siyaset yasağı getirilirse AKP’nin Meclis grubunda vereceği 40 civarındaki fireye, bir de takriben aynı sayıdaki vekilin kopma yoluyla partiden ayrılarak eklenebileceği yolunda sürdürülen spekülasyonlar.
Aykırı seslerin yükselmeye başlaması boşuna değil. Hepsi bu yöndeki hazırlıkların habercisi.
Derken Çalışma Bakanı, Erdoğan’ın 3 Kasım’dan hemen sonra “Hızımıza ayak uyduramayanlar gidecek” diye uyardığı bürokrasinin, aradan beş buçuk sene geçtikten sonra, bugün de hâlâ ayak diremekte olduğundan yakınıyor.
İşin enteresan tarafı, karşıtlarının AKP’ye yönelttiği suçlamaların başında “dinci kadrolaşma” gelirken, AKP taraftarları tam tersine iktidarın kadrolaşamamasından şikâyet ediyorlar.
Bu bağlamda bir diğer ilginç olay, AKP’nin yaptığı “kadrolaşma”da, kendi imajı ve söylemleriyle görünüşte çelişen isimleri yükseltmesi.
28 Şubat sürecinde Yeni Asya ile çok uğraşan, suç duyurularında bulunan, resmî ilânımızı kestiren, F tipi cezaevinin mucidi olarak iştihar bulmuş bir Adalet Bakanlığı bürokratının, AKP döneminde önce Yargıtay üyeliğiyle ödüllendirilip, yakın zaman önce de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğine getirilmiş olması bunun tipik ve düşündürücü örneklerinden biri.
Yalnız başına bu örnek bile, herşeye rağmen AKP’ye hüsnüzanla bakmak isteyenlerin işini fevkalâde zorlaştırıyor. Zira makul bir izahı yok.
Ve bu olayın, kapatma dâvâsıyla da ilgisi bulunmuyor. Çünkü söz konusu yüksek yargı bürokratının AKP eliyle yükseltiliş süreci geçen dönemde başlamıştı, şimdi en üst noktaya geldi.
Gelelim, dâvâ sürecinin diğer yansımalarına.
Bu süreç öncelikle AKP’yi tahrip ediyor. Ama ilginç bir şekilde, başka alanlarda da yıpranmalara yol açıyor. Anayasa Mahkemesinin, dâvâyı kabul kararını son derece tarihî bir iş yapıyor edasıyla açıklamış olan Başkanvekili Osman Paksüt’le ilgili tartışmalar bunun tipik bir örneği.
“İki aydır takip ediliyor ve dinleniyorum” iddiasıyla gündeme oturması Paksüt’ü zora soktu.
Ardından, yine Paksüt’ün partiden ihraç edilen AKP eski milletvekili ve Erdoğan’ın ilk özel kalem müdürü Turhan Çömez’le bir araya geldiğine ilişkin haberler de işin tuzu biberi oldu.
Paksüt şahsına odaklanan bu çeşit haberlerle kendisinin ve mahkemenin dâvâ sürecinde baskı altına alınmak istendiği yönünde beyanlarda bulunuyor. Olabilir. Ancak “izlenme” iddiasını gündeme taşıma tarzıyla buna kendisi yol açtı.
Bu kritik süreçte Çömez gibi bir isimle buluşması da “Biz ailecek görüşürüz” izahıyla geçiştirilebilecek çok sıradan bir hadise olmasa gerek.
Peki, Paksüt’ün yine bugünlerde Erdoğan’a en yakın isimlerden biri olarak bilinen AKP’li Egemen Bağış’la da bir “aile buluşması” çerçevesinde bir araya gelmesinin nasıl bir izahı olabilir?
Bir yüksek mahkeme üyesinin siyasetçilerle bu kadar samimî ve içli dışlı olması normal mi?
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Şimdi de insafsızlığın dik âlâsı! |
|
Bir kaç gün önce; Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz bir kısım ‘medya’nın, bir sporcunun ‘tesettürü tercih’ ihtimali karşısında sergiledikleri ‘mahalle baskısı’na dikkat çekmiştik. ‘Mahalle baskısı’ uygulamaya çalışanlar, bir adım daha ileri giderek, bu defa da ‘insafsızlığın dik âlâsını’ sergiliyorlar.
Hatırlamak lâzım, Voleybol Millî Takımının ‘yıldız oyuncusu’ Aysun Özbek’in tesettürü tercih edebileceğini açıklaması ve ilâve olarak da hacca gitmeyi düşündüğünü ifade etmesi ‘bir kısım medya’da deprem yaşanmasına sebep olmuştu. Onlara göre hiçbir ‘yıldız oyuncu’ tesettürü tercih etmeyi düşünemezdi. Yine onlara göre bilhassa genç kızlar ancak ‘baba/koca ve mahalle baskısı’ yüzünden ve üstelik ‘zorla, para karşılığı’ tesettüre girebilirlerdi. Burada ise maddî ve manevî olarak ‘iyi’ durumda olan yıldız bir sporcunun tesettürü tercih etmesi sözkonusu idi ki, ‘yasakçılar’ın dayandıkları bütün ‘direk’ler yıkılıyordu. Onlara göre, kişilerin kendi hür iradeleriyle tesettürü tercih etmeleri mümkün değildi.
Oysa gerek Türkiye’de ve gerek dünyanın başka pek çok ülkesinde genç kızlar, gerçek ‘aydın’lar ve çok sayıda ‘ünlü kişi’ İslâmı, dolayısı ile ‘tesettürü’ tercih ediyordu. İşte Voleybol Millî Takımının ‘genç yıldızı’nın tesettürü tercih edebileceğini açıklaması buna sadece bir örnekti.
Böyle bir ‘haber’ karşısında üçüncü kişilerin yapacağı nedir? ‘Hayırlı olsun’ diyemiyorlarsa bile en azından bu tercihe ‘saygı’ göstermeleri gerekmez mi? Ama onlar saygı değil, insafsızca saldırmayı tercih ediyorlar.
Bu sporcumuzun tercihi karşısında bir bayan yazar maalesef şunu yazabildi: “(...) Tıpkı uyuşturucuya kaptırdığımız gençler gibi nice Aysun’ları da bir başka yalan girdabına kaptırır, arkasından ağlarız.” (Yazgülü Aldoğan, Posta, 18 Mayıs 2008)
Gençlerin maddî ve manevî hayatını mahveden ‘uyuşturucu/öldürücü’ kullanma alışkanlığı ile ‘tesettürü tercih etmeyi’ aynı kefeye koymak insafsızlığın dik âlâsı değil mi?
‘Tesettürü tercih edenler’in arkasında ağlamanız gerekmez! Ağlamak istiyorsanız kendi hal ve gidişinize, anlayışınıza, yaklaşımınıza, insafsızlığınıza ağlayınız! Aysun gibi ‘doğru yolu bulan’lara ve ‘tesettürü tercih edenler’e inşallah ‘yarının hacıları’na milletimizin duâları yeter ve artar bile!
İşte Türkiye bu anlayış ve yaklaşım sebebiyle ‘ileri’ye gidemiyor. ‘Geri’de kalmamızın sebeplerini başka yerlerde aramaya gerek yok.
Her ne sebeple olursa olsun, tesettürü tercih etme ile uyuşturucu kullanmayı eş, hatta uyuşturucuyu daha ‘zararsız’ gören bir anlayış var karşımızda. Bu bir gösterge ve yaklaşımdır. Sadece bir ‘yazar’ın kaleminin ‘sürçmesi’ değildir. Bunu bilelim ve ona göre ‘doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu’ anlayalım ve anlatalım...
Tesettürü tercih etmek ile uyuşturucu kullanmayı ‘eş’ gören bayan yazarımız, bir de fetva vermiş: “Dinin bu olduğuna inanmıyorum. Bize anlatılan peygamber Muhammed’in fikirleri de bu değildir.”
Dinin ne olduğunu herhalde size değil, ‘ehil olan uzmanlar’a sormak lâzım. Ayrıca ‘size anlatılan’ peygamberi bilmiyoruz, ama Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’in; insanları ‘tesettür’e davet ettiğini çok iyi biliyoruz...
Tesettürü tercih edenlere karşı sergilenen “mahalle baskısının dik âlâsı”ndan sonra ‘insafsızlığın dik âlâsı’na da şahit olduk...
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliyeye desteği (2) |
|
Bediüzzaman, Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılanır. Gazeteler İstanbul’a gelişine birinci sayfada verir.
Ardından “ordunun kontenjanı”ndan Dâr-ül Hikmeti’l İslâmiye âzâlığına getirilir. Osmanlı Devleti, ciddî sıkıntılar içinde. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a asker çıkaran İngilizler hızla başşehri ele geçirir.
İşgal gücü sâdece İstanbul’u işgâlle kalmaz, istilâcı politikalarını destekleyecek kamuoyu oluşturmaya çalışır. Bunun üzerine Bediüzzaman, İngiliz propagandalarına kapılanların etkisini kırmak ve halkı ikaz edip uyandırmak için “Hutuvat-ı Sitte” (şeytanın altı aldatması) adlı eserini neşreder.
“Harb-i Umumîde mağlûbiyetimizden dolayı fazla müteessir olduğunuzu görüyoruz” diyenlere, “Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat, ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümât (elemler) beni ezdi…” diye cevap verir. İşgâlci İngiliz kuvvetlerine karşı “Lânetli şeytandan Allah’a sığınırım” (Bakara Sûresi, 168, 208) ve “şeytanın peşine düşüp gitmeyiniz” (En’am, Sûresi, 142) âyetlerini zikrettiği eserin başında şöyle bir giriş yapar.
“Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ‘ruh-u gaddar’ fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas (şeytan), altı hutuvatiyle (aldatmasıyla) âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlarındaki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zaif damarları buluyor” diye yazar.
KUVVA-YI MİLLÎYE’Yİ DESTEKLEYEN MUKABİL FETVASI
İngilizler bu millî direnç ve direnişi kırmak için kontrol ettikleri resmî makamları ve resmî hocaları kullanmaya koyulurlar. İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla başta dönemin Şeyhülislâmı Dürrizâde Abdullah Efendi olmak üzere Kuva-yı Milliye ve Anadolu’daki İstiklâl Harbi’nin aleyhinde fetvalar çıkartırlar.
İşte zorla yazdırılan bütün bu fetvalara karşı harekete geçen 76 müftü, 36 ilim adamı ve 11 mebus, fetvalardaki yanlışları ve isnadları tesirsiz hale getiren mukabil fetvalar neşrederler. Bediüzzaman da bunların başında gelir. (Osmanlı Şeyhülislâmları, 260; Sarıklı Mücâhitler, 300; Risâle-i Nur Hakkında İlmî Bir Tahlil, 71)
Daha sonra Tulûat adlı eserinde yayınlanan “Anadolu aleyhine çıkmış olan fetvaya ne dersin?” sualine Bediüzzaman, “Fetva-yı mahz (dine ve Müslümanların maslahatına göre verilmiş bağımsız ve objektif bir fetva) değil ki itiraz edilmesin” diye cevap verir.
Sözkonusu Anadolu’daki Kuvvâ-yı Milliye aleyhindeki fetvanın, işgâli meşrulaştırmak ve Müslümanların direnişini kırmak kasdıyla verildiğini izâh edip, “Kim nazar etse bizzarure muradı anlar” diyerek fetvanın maksadını deşifre eder.
İşgal altındaki bir idâreye bağlı makamın verdiği fetvanın sağlam olmadığını ve dinlenilmemesi lâzım geldiğini belirtir; mukabil fetvada bütün açıklığıyla İstanbul ve Anadolu’daki işgalcilere karşı mücadele edilmesinin bir vecîbe olduğunu açıklar.
Fetva verilmeden önce Anadolu’nun konuşturulması ve Anadolu harekâtın aleyhindeki dâvâda işgâlcilerin değil, ülkenin durumuna vakıf siyasetçilerden ve hiçbir tesir altında kalmayan ulemada müteşekkil bir heyet tarafından “maslahat-ı İslâmiye” (İslâm’ın menfaati ve geleceği) noktasında muhakeme edildikten sonra ancak fetvanın verilebileceğini kaydeder. Cihadın aleyhindeki “fetva”yı reddeder.
“Düşman istilâsına karşı harekete geçenler asî değillerdir, fetva geri alınmalıdır” diye açıkça mukabele eden Bediüzzaman, işgâlcilere arka çıkan fetvaları şöyle değerlendirir:
“Zaten şimdi bazı hakaikda (hakikatlerde) bir inkılâb var. Ezdat (zıtlar) isimlerini değiştirip, mübadele etmişler. Zulme adâlet, cihada bağy (isyan), esârete hürriyet nâmı veriliyor.” (Tulûat, 81)
“KUVA-YI MİLLİYE ALEYHTARI
FETVALAR MUALLELDİR...”
Bugün Irak’ta ve Afganistan’da olduğu gibi bazı “yerli” işbirlikçilerin destek çıkmasıyla o gün İngiliz ve Yunanın yaptıklarına sahip çıkanları açıkça kınar. Kuva-yı Milliye aleyhtarı fetvaların “muallel (hastalıklı, eksik, sakat ve kusurlu)” olduğunu ilân ederek şiddetle karşı çıkar.
“Edirne Camiinde, bir İslâm hocasının lisanıyle, Venizelos gibi şeytan zâlime duâ ettirilmesi”ne, “Merkez-i Hilâfette, Müslümanlar lisanıyle hizbüşşeytan olan (İngiliz) ve Yunan askerlerini halâskâr (kurtarıcı), tathirci (temizleyici, pâklayıcı) ilân” edilip “karşısındaki gürûh-u mücâhidini (mücâhitler kafilesini) câni, zâlimi” olarak nitelendirilmesinin garabetine dikkat çeker. (a.g.e.)
Bu vartanın bir vâlidenin veledini (çocuğunu) kendi eliyle öldürerek ve müteessir olmayarak parça parça etmesine benzeten Bediüzzaman, “Hiç mümkün müdür ki onda hissiyat-ı âliye (yüksek hisler) ve ahlâk-ı sâmiye (yüksek ahlâk) intıfa etmesin! (sönmesin!)” diye İngiliz taraftarlığına dair fetvaları şiddetle takbih eder.
İstanbul’daki İngiliz işgâl kuvvetleri komutanı General Harrington’ın emriyle “idam kararı”yla ölü veya diri ele geçirilmek üzere her tarafta aranan Bediüzzaman, bu eseri, gizli olarak matbaalarda çoğaltarak İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırır. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybeder.
Kafkas cephesinde avcı hattında talebeleriyle ve fedâileriyle birlikte savaşan, İstanbul’da canını ortaya koyarak İngiliz işgaline karşı hayatını ortaya koyarak mücadele eden, “cihâd fetvası”yla Anadolu hareketi aleyhindeki “fetva”nın dinlenilmeyeceğini ilân eden Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliyeye aleni ve büyük desteği, öteden beri başvurulan bütün aksi ve bayat iddiaları bir kalemde silen bir gerçektir…
Her 19 Mayıs’ta bu gerçeklerin hatırlanması gerekir…
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Cinali ile Paragöz |
|
Ekranlarda, ıkılıp sıkılan seksenlik bir ihtiyar ile CHP’li Önder Sav arasında ilginç ve onun ötesinde garip bir diyalog yaşanıyor. Buna biraz da matrak bir muhavere de denebilir. Yaşlı adam besbelli CHP’li damarına da ters düşmemek için Önder Sav’dan bir hac icazeti koparmak istiyor. Ama öteki meseleyi anlamak istemiyor. İstifini hiç bozmuyor. Anlaşılan ihtiyar adam hem Allah’ı razı ve memnun etmek, hem de CHP’nin gönlünü hoş tutmak istiyor. Ama ikisinin eski tabirle ‘zıddani la yectemiani/biraraya gelmez ikili’ olduğunun farkında değil. Zavallı iki arada bir derede meramını anlatmaya çabalıyor. Sav ise yaşlı adam karşısında heykel edasıyla duruyordu. Adeta ‘Nuh diyor Peygamber demiyor’... Sanki Erzincan depremi için deprem mahalline giden İnönü’nün halkla karşılaşma sahnesi. Zerre kadar esneme yok. Yaşlı zat ‘Artık seksenime merdiven dayadım, hacca gitmek istiyorum’ demeye çalışıyor. Önder Sav: “Paralarını Araplara kaptırmak istiyorsun he mi!” diye çıkışıyor. Adam yine alttan alıyor ve çelebiliği elden bırakmıyor. İhtiyar son bir çırpınış ve hamle ile: “Ne yapalım dünyaya merdiven dayayacak hâlimiz yok. Ömür geldi, geçiyor” demeye çalışıyor. Varak-ı mihri vefâyı kim okur, kim dinler ve kim tanır hesabı! Önder Sav galiba tüy dikmek niyetinde ki üsteliyor: “Muhammed seni geri komaz ha! Türkiye’de ölmek varken Arap çöllerinde yitip gitmek niye?”
İyi ki İlhan Abi gibi (Selçuk) nalları dikmekten falan bahsetmiyor! Hacca olmasa da besbelli hacı adayına daha saygılı. Adam ne de olsa CHP karekökünden geliyor olmalı. Önder Sav, Yaşar Nuri Öztürk gibi konuşuyor. Hocalar böyle yaparsa cemaat ne yapmaz? Herhalde sonuç böyle olur. Aslında, Önder Sav, o cevabıyla şöyle demek istemiş olmalıdır: “İllâ kendini yoldurmak ve soydurmak ve para yedirmek istiyorsan ne güne duruyorsun. Bizim gibi yap sermayeyi kediye yükle. Paraları Tuncay Özkan gibi sağlam adamlara yatır ki, hayrını göresin. Millet memlekete hayrın dokunsun. Ne verirsen elinle o gider seninle..” İyi de Tuncay Özkan da onca emeğin muhassalası ve sonucunu İpek Koza veya hükümet-cemaat konsorsiyumu veya bileşkesi nevinden sermaye gruplarıyla paylaşmadı mı, onlarla halvet olmadı mı? Yani sonuçta Arap sermayesi ortaklarıyla paslaşmadı mı? Olsa olsa Önder Sav yöntemini doğrudan satış olarak konsolide edebilir.
***
Anlaşılan Cinali yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş ve sermayeyi Paragöz’e kaptırmış. Bir açıdan da tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. ‘Bizkaçkişiyiz’ hareketi sonunda ‘bizkaçenayiyiz’ veya ‘bizkaçparayız’ şeklindeki hareketlere tahavvül etti. Emin Çölaşan bu durumda faka bastı. Hep muhafazakâr kesimlerin paraları cukka ettiğini yazardı şimdi Kanaltürk’le birlikte şapa oturdu. Melih’in açıklarını araştırırken Melih’ten daha uyanıklarla çarpıldı. Bununla birlikte, Cingöz ile Paragöz’ün maceraları akçeli ilişkilerle sınırlı değil. Paragöz bir miting toplantısından sonra baş açma merasimi düzenlemişti. Eskiden hasım taraflar için “Allahsızlar” deyimi meşhurdu. Şimdi Paragöz bunu da değiştirdi ve yeni bir slogan üretti: “Allahımızı da çaldılar’. Ama kayıkçı kavgası olurken, olan bu arada garibanların sermayesine oldu. ‘Ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet’ gösterileri arasında ‘satıyorum, sattım’ avazları eşliğinde Kanaltürk gitti gider. Şimdi plağı tersine çevirdi. Eskiden küfrettiği İpek Koza tipi sermayedarlara ‘Helâl olsun delikanlı adamlarmış. Zararımızı ziyanımızı kapattılar. Elde kalan parayla önce bir tatil ardından da yeni bir kanal kurarız nasıl olsa’ dedikleri rivayet ediliyor. Aksine bu defa satışa ileri geri laf eden kendi camialarına sataşmaya ve onlara kara çalmaya başladılar. Bundan dolayı bu veya benzerleri için ‘Bunlar Anıtkabiri de özelleştirirler. Cumhuriyet gazetesini de satarlar’ demeye başladılar. Bununla birlikte, akçeli ilişkilerde ve ötesinde Cinali de himayegerdesi (Pretegee) Paragöz’ü aratmıyor. Paragöz ‘Allahımızı çaldılar’ derken Avni Özgürel (Hasan Hüseyin Kemal’le röportajında) CHP’nin parti olmakla devlet olmak arasında kararsız kaldığını ve gidip geldiğini söylüyor. Avni Bey alınmasın ama bence eksik bir tespit. Baykal parti kongresine giderken Türkiye’nin karşısına yepyeni bir sloganla çıkmıştı: “Din de bizim. Devlet de bizim. Halk da bizim. Çekilin aradan...” Bizim bildiğimiz dinin sahibinin Allah olduğudur. Devletin sahibi de millettir. Ama burada sanki parti veya parça bütünden çıkmıyor da bütün yani halk ve onun ötesinde din ve devlet partiden feyezan ediyor. Yani CHP himayegerdesinden de (Pretegee) ileri giderek ‘Allah da bizim’ demeye getiriyor. GAP’ı gaptırmam hesabı. CHP hacca kilit vururken zât-ı bâriyi kimseye kaptırma niyetinde değil. Dolayısıyla CHP kırk ambar gibi. Derde devadan gayri ne ararsan var.
***
‘Din de bizim’ derken anti laikliğin ötesinde totaliter bir yaklaşımı düstur ve şiar edindiği anlaşılıyor. Onun ötesinde Önder Sav hacca gerek olmadığını söyleyerek son kez değil ama sonuncu kez de din karşıtlığı yapıyor. Bu durumda savcıların harekete geçmesini beklemek hakkımız değil mi? Anti laik ve totaliter anlayışlara odak olmaktan dolayı hakkında işlem yapmaları ve kapatma davası açmaları gerekir. Belki de böyle bir dâvâ vaki olabilir. Ama bu durumda 367 hadisesinde olduğu gibi CHP Başkanı Baykal’ın ‘yargı da bizim’ demeyeceği ne mâlum!
Hatırlatma bâbından: Erbakan Hoca da karşı karşıya getirmek istedikleri bir hocamız için benzeri bir ibare telaffuz etmişti: Feyzullah Hoca da bizim Fethullah Hoca da. İşte bu kadar...
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
İçimizdeki Ergenekon |
|
Hukuk devletinden uzaklaşmanın en açık göstergelerinden biri hukuk dışılığa dayalı yapılanmaların ve hareketlerin rahatlıkla kendilerine yaşama alanları açabilmesidir. Hukuk dışılığın zamanla kanıksanır olması ölümcül sosyal hastalıkların habercisidir. Bu, öylesine bir hastalıktır ki toplumu içten içe kemirir, toplumu her şeye göz yuman, vurdumduymaz yığınlar haline getirir. Bu vurdumduymazlık ve görmezden gelmecilik, toplumu kökünden sarsan olaylar karşısında bir duruş sergileyemeyiş, temelinde, bir iktidar boşluğundan ziyade imanî-ahlâkî bir zafiyete işaret etmektedir.
Ergenekon, eski Türklerin sıkışıp kaldıkları dağlardan çıkış destanıdır ve bağımsızlık anlayışının sembolüdür. Son aylarda ise derin bir çeteleşmenin, devlet içinde devletleşmenin, hukuksuzluğun adı olmuştur. “Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasredenler”in sayısının hızla arttığı, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” düşüncesine sahip olanların yok denecek kadar azaldığı toplumsal bir yapı böylesine organizasyonları her zaman içinde barındırır. Böylesi durumlarda yapılacak iş adaleti üreten bir hukuk devletine sığınmaktır ki insanların hukuksuzluğu benimsediği bir ortamda bu da zordur. Asıl sorun, gerçek bir yüzleşmeyle Ergenekon, vb. yapılanmaların asıl sebebinin iç dünyamızda gizli olduğu gerçeğini kabullenemeyişimizdir. İç dünyamızı şekillendiren “esfel-i safilîn-a’lâ-yı illiyyîn” arasındaki dinamikleri “a’lâ-yı illiyyîn” tarafına yönlendirmedikçe, duruşumuzu “emr-i bil maruf–nehy-i anil münker” ilkeleri çerçevesinde belirlemedikçe çeşitli zorbalıklarla hakkımızın gaspına razı olmaktan başka bir çaremiz de kalmayacaktır.
Problemli olan hak, hürriyet, adalet anlayışımızı sosyal statülerimize de aksettirme gibi önemli bir hastalığımız var. İç dünyamızdan başlayarak toplum içinde sahip olduğumuz her statüde, içselleştiremediğimiz bu kavramları, imanî-ahlâkî ölçülerle uyuşmayacak bir tarzda başkaları üzerinde baskı aracı olarak kullanabiliyoruz.
Meselâ, babanın mutlak otoriter; eş ve çocukların mutlak itaatkâr olduğu anlayışını gurur sebebi bir “güç”le özdeşleştirmiş toplumsal bir yapımız var. Okulda müdür, şirkette patron, sınıfta öğretmen bu anlayışı devam ettirir çoğu kez. Toplumsal tabakanın her mevkiînde, kendi gücü ve mevkiî oranında bu anlayışı devam ettirenlere rastlanır. Otoriter bir devlet algısını aslında iç dünyamızda çoktan benimsemişizdir de yılan henüz bize dokunmadığı için bin yıl yaşamaya devam etmektedir. Dolayısıyla her müstebit yapıyı kendi ellerimizle inşa ederiz farkında olmadan. Bizim gibi düşünmeyeni, hayatı bizim gibi algılamayanı, bizim gibi giyinmeyeni, bizim tuttuğumuz takımı tutmayanı ötekileştirme, dışlama, suçlama, kodum mu oturtturma eğilimlerini hayatımızın bir köşesine öylesine yerleştirmişizdir ki bu anlayışın yaygınlaşmasının bir eseri olan Ergenekonlar hayatımızı alt üst etmeye başladığında çaresiz feryatlarımızın neden duyulamadığını merak eder dururuz.
“Kimselerin benim adıma benim yaşadığım bir toplumu şekillendirme, bana kendi dünya görüşlerine göre bir hayat tarzını belirleme, beni bir piyon gibi kullanma, beni modern kölecikler haline getirme, beni işe yaramaz yığınlar gibi görme hakkı yok” diyorsanız, bunların yaşandığı yerlerde imanî-ahlâkî bir duruş sergilemeniz gerekmektedir. Bu duruş şekliniz toplumun Ergenekonlaşmasının ya da Ergenekonlaşmamasının yönünü belirleyecektir.
Yaratıcı-kul ilişkilerini zedelediğimizde, “emri bil maruf nehyi anil münker”i görmezden geldiğimizde ve bu adam sendeciliklerle büyük gruplar oluşturduğumuzda kendi Ergenekon’umuzu doğurduğumuzun da farkına varıyor muyuz? Çocuğumuza söz hakkı tanımadığımızda, aile üyelerimizin yaşama alanlarını kendi doğrularımızla belirlediğimizde, duygularımızı nefsanî-şeytanî çetelerin emrine vererek hareket ettiğimizde Ergenekon’un kaçıncı kişisi oluyoruz? İçimizdeki Ergenekon’un “bir numara”sı değil mi?
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|