Severim baharı, severim beyazı... Renklerin paşası. Hele şu mevsim; akasyalar bembeyaz. Kokuları sinmiş; bağlara bahçelere, yollara… Güzellik beyazda başlar, beyazda biter. Kar gibi, çiçek gibi. Kundak gibi, gelinlik gibi, kefen gibi. Bulut gibi, köpük gibi… Yok başka renk, yok beyaz gibi.
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler” diyen şair Ö. Asaf haklı gibi. Her renk, beyazda tek renk olur.
Küçük bir kulübe düşünürüm; beyaz bembeyaz bir evcik. İçinde her şey ama her şeyin bembeyaz olduğu masallardaki gibi. Tek kusuru var bu evin yalnız. İğne başı kadar da olsa en küçük bir kiri hemen göstermesi. İnsan ne kadar dikkat ederse etsin bu evi korumak çok zordur değil mi? Oysa bu sadece hayalî bir ev. Bir de ruhumuzun evi olan, kalbimizi düşünelim. O sütbeyaz bölgemizi, tertemiz yanımızı. İnanç ve iman evimiz kalbimizi. Acaba nasıl bir titizlik göstermeliyiz onun için diye düşünmeden edemeyiz. Şirkten arındırıp şükre, boş sözden uzaklaşıp zikre dönmesi için temizlik gerek. Kalbimize de bir bahar temizliği, bir beyazlık gerek. Kötü davranışlardan iyi hallere geçmek, görünürde halk ile ama içte ve özde Hakk’la beraber olmak gerek. Her nefeste uyanık ve gafletsiz olmak, belki de en önemlisi. Fikrin ve düşüncenin dağılmaması için daima ayağımızın önüne bakmak, kalbimizdeki Allah duygusunu diri, dipdiri tutmayı öğreten metotları uygulamak gerek. O zaman işte bakışlar gerçek bir bakış, görüşler gerçek bir görüş olacaktır. Gerçekçi akımın başı sayılan G. Flaubert bu akımın bir başka temsilcisi genç yazar Mauppassant’a şu öğütleri vermektedir: “Her şey görmekten ibarettir. Görmek ama doğru görmek. Üstadların gözüyle değil, kendi gözlerinle ve doğru görebilmek için daha beklemen lâzım. Bir san'atçının orijinalliği, ‘büyük şeyler’de değil önce ‘küçük şeyler’de görülür. Şaheserler basit konular üzerindeki önemsiz ayrıntılardan meydana gelmiştir.”
Bunlar önemli notlar. Ufuk açıcı sözler. “33. Söz” ya da “Pencereler” adlı risâlesinde Bediüzzaman, bir tepeciğin eteğinden geçerken rastladığı “sarı bir çiçek”ten bahseder. Bu sarı çiçek nazarına ilişir ve şöyle bir ders çıkarır: Bu bahçe kimin ise, içindekiler de O’nundur. Bu bahçe bir mektuptur onun nazarında. O sarı çiçek ise o bahçe mektubunu yazanın imzasıdır. Mektubu gören ve okuyan, imzayı da görmek ve okumak zorundadır. İşte küçük gibi zannedilen bir ayrıntıda çok büyük hakikatleri yakalayabilen usta ve üstad bir insan. Bize bakmayı, görmeyi öğreten bir zât. Bize bugün için anlamlı bir hayat fikrini ve bu hayatın nasıl yaşanması gerektiğinin yollarını açan ve önümüze koyan bir zat. Daha böyle nice binler örnekler var, binlerce sayfalık eserlerinde.
Anladıklarımız, okuduğumuz kitabı kapadıktan sonra aklımızda kalanlardır, derler. Yaşadığımız bu hayat kitabı da bir gün kapandığında, acaba ondan hatırladığımız neler olacak? Doğru mu, güzel mi, iyi mi, hoş mu, yoksa boş şeyler mi?
Geçen gün komaya girmiş bir insandan bahsettiler. Son sözlerinde mırıldandığı cümleleri söylediler. Daha önce sıhhatli iken ne konuşuyorsa, ne anlatıyorsa, hep onları zikredip durmuş. Hoş şeyler değil tabiî, boş şeyler. “Aman Allah’ım” dedim işimiz zor. Ölümü arada sırada da olsa, hiç düşünmediğimiz, hiç hatırlamadığımız için ve neredeyse hayatımızdan tamamen çıkarıp, dışladığımız için işimiz zorun da zoru. Gerçekten uykudayız ama öyle az buz bir uykuda değil, çok ağır bir gaflet uykusu bu. Başka bir âlemden biri çıkıp gelse, bizim alıştığımız şu dünyada gördüğü mucizeler, İlâhî san'atlar ve nice işler karşısında belki de donup kalacaktı. Ne oldu bize böyle?.. Ne baharın, ne beyazın, ne kokuların, ne bu hayatın yollarının ölüme çıktığının bile farkında değiliz. Neredeyse bu güzel hayat, bir kör dövüşüne, bir kısır döngüye dönüşmeye başladı. O kadar çok insan ölüyor, o kadar çok dostlar vefat ediyor ki, ardından duâlar etmek, ağlamak bizlere kalıyor. Bundan bile biz vefat ettiğimizde ne olacak acaba, ne değişecek ki dünyada? Yine güneşler doğacak, batacak, yine kuşlar uçacak, yine yağmurlar yağacak, yine baharlar gelecek ama çoktan tenimiz kara toprağa karışmış, ruhumuz yaşadıklarının hesabını vermek üzere berzah âleminde sorularla karşı karşıya ince bir hesabın içerisinde olacak. Kaçıyoruz hiç düşünmek istemiyoruz. Oysa kaçmak ya da göz kapamak çare değil ki. Allah (cc) her an her şeyi değiştirmeye muktedirdir. Ah buna bir inansak, nefsimize bunu bir anlatabilsek, tılsımın anahtarı birden çözülecek, önümüzdeki duvar bahçeye açılan bir kapıya dönüşecek, ah bir inanabilsek... Rahmetine, o engin şefkatine Rabbimizin bir güvenebilsek.
Şu geçen son on sene içerisinde belki de ilk defa gerçek mânâda uyandığımız bir gün, bir sabah, zelzele sabahı olmuştur diyebilirim. Kısa süreli de olsa hepimiz sonsuz bir güç sahibinin var olduğunu idrak etmiştik. O isterse bir dakikada belki bir anda her şeyi yerle bir edebilirdi. Bunu çok açık anlamıştık. Ama bu da çok uzun sürmedi. İmtihanın gereği, birkaç hafta sonra yine “Hayat devam ediyor” lâfıyla ki bu lâkırdıyı hiç sevmem, hayat devam ediyor değil, hayat devam ettiriliyor. Hayat her an veriliyor. Ne demek hayat devam ediyor? Kendi başına bir şey mi ki, bu sözü dilimize yakıştırıp söyleyebiliyoruz. Biraz insaf, biraz olsun düşünmek gerekmez mi?
Geçenlerde bir arkadaşa sordum, “Kaç yaşında ölmek istersin?” diye. Düşündü düşündü, bir türlü cevap veremedi. Kolay bir cevap olmadığını biliyorum. Şükür ki, ne zaman öleceğimizi biz bilmiyoruz. Onu bize bırakmayan bir Bilen var çok şükür. Ömrün vaktini tayin eden var. Hayatı veren, hayatı alan var. Ölümü unuttuğumuzdan bahsediyorduk. Gerçekten nefis ve şeytan insana ölümü unutturuyor. “Sırası mı onu düşünmenin, bak daha gençsin. Vakti gelince onu da düşünürsün” diyor. Ama o vakit bir türlü gelmiyor. Ölümü hatırlamak istesek de, nefis, bir türlü hatırımıza getirmiyor. Düşünürüm, nasıl, nerede ve ne zaman öleceğimizi çok düşünüyorum. Bu konu beni ziyadesiyle meşgul ediyor. Bir yanıyla ürkütücü, hayatın zevk ve lezzetlerine son verici bir düşünce oluyor bu. A. Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle “Ölüm, şifasıdır her üzüntünün”. Nereye giderseniz gidin, nereye kaçarsanız kaçın ölüm yanıbaşınızda. Hayatta iken bizden hiç ayrılmıyor ki hayat biterken gelsin ölüm. Hayatın sonu değil, hayatın özüdür ölüm. “Gelenler giderler hep akın akın / Ölenlere değil ölüme bakın / Uzakta sanırız ne kadar yakın / Gözün az üstünde kaşıdır ölüm.” Öyle diyor Mikail Yaprak kardeşim. Aaah bir anlayabilsek. Bu kadar yakın, bu kadar bize yakın olduğunu bir hissedebilsek.
Şimdi bugüne kadar böylesini duymadığım ilginç bir hatıra aktaracağım size, okuyunca hak vereceksiniz. Aydın Kalyoncu kardeşim geçenlerde büyük bir tehlike atlattı. 36 bin voltluk şehir cereyanı bedeninden geçti. Allah yardım etti de bir mucize eseri olarak sağ salim kurtulabildi. Eğer Allah yardım etmeseydi kurtulması imkânsızdı. Olay anını ve yaşadıklarını öylesine güzel anlattı ki, dayanamayıp şu soruyu sordum kendisine: “Ölümü bu kadar yakından hissettiğin halde, Kelime-i Şehadeti getirmeyi düşünebildin mi?” Hafiften bir gülümseme kapladı yüzünü. Ne dese beğenirsiniz. “Evet, düşündüm abi” dedi “Ama Kelime-i Şehadeti getirirsem, ölürüm diye korktum.” Sizi bilmem, bir yaşıma daha girdim diyebilirim rahatlıkla. İlginç değil mi? Şeytanın sağdan yaklaşması tâbiri var ya, işte tam da güzel bir örnek bu. “Getirip de öleydin bari” dedim. Ama o mânâlı mânâlı yüzüme bakıyor; “Gel öyleyse, ölmesi ve söylemesi kolaysa sen söyle, sen öl!..”
Ölüme hazırlıklı olamıyoruz. Hâlbuki inanan insanın bir görevi de ölüme karşı hazırlıklı olmak değil mi? Öylesine fanteziler var ki birçoğumuzun zihninde. Uzanacağız, yatacağız, Kelime-i Şehadet getireceğiz, ondan sonra öleceğiz diye düşünüyoruz hep kendimizi. İşte örneği ortada. Bu işin o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor. Şeytan son nefeste bile karşımızda. Eh bir ömür boyu peşimizi bırakmadıktan sonra orada, o son anda bırakacak değil ya. Bu hatıra benim için çok önemli. İnancımı, ölümle ilgili düşüncelerimi tekrar gözden geçirmeye ve ona uygun bir hayat yaşamaya, yeni baştan bir şevk ile hayatın bu tehlikeli yanlarını da görmeye sevk etti beni. En azından bu hatırayı dinlediğim an ve sonraki günlerde.
Allah’ım bu tehlikelerden, girdaplardan, düşüşlerden ve yangınlardan Sana sığınıyorum. Beni kendine çeken ama hiçbir yere götürmeyen yollara sapmadım değil. Senden uzak yollardayım. Al beni sevgili Allah’ım, al beni. Bu yetim saatler, bu yetim Sensiz günlerden al, kurtar beni. Sona ersin Sensiz geçen saniyeler, dakikalar. Ruhumda sözlerini duyma, yaşama vakti gelsin artık ne olur. Nurunla yak. Kalbimin karanlık köşelerinde bembeyaz sayfalar aç. Kalbimin sırlarından bir tek Sen haberdarsın, bir tek Sana malûm. Ben beni bile bilmezken cümle âlemi bilensin Sen. Ayarı bozuldu saatlerimin. Dünyama bir ayar gerekli. Bana, bize, hepimize bir vahiy sesi gerekli, Kur’ân gerekli. Bazen bir âyet olabilir bu. Bazen Senin razı olduğun iki rekât namaz. Ama bilemem o tılsımın anahtarı ne zaman açılacak? Gece mi, gündüz mü, şimdi hemen mi, az sonra mı bilemem? Açmanı beklemek, açılmasını beklemek ya Fettah. Açan, açacak olan Sensin. Ey bu yerlerin hâkimi. Bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum. Sana sundum elim, Sana sundum dilim, Sana açık kalbim. Ya Fettah. Ya Allah. Ya Hû.
Geçen gün bir takvim yaprağında okumuştum. Bir gün Hz. Aişe (ra) merak etti ve Efendimize (asm) sordu:
“Ümmetinden hesap sorulmadan Cennete girecek olan var mı?”
Efendimiz (asm):
“Evet, günahlarını hatırlayıp ağlayanlar hesapsız Cennete girecekler.”
İşte yaralarımın dermanı müjdeli bir söz daha. Ben nasıl sevmem Resulullah’ı. Essalâtü Vesselâmu Aleyke Ya Resûlallah. Yarım değil, çeyrek değil, tam derman bu. Rabbim, habibin hürmetine affeyle.
“Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semâvâtı da icad edecek; hem güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hâtırât-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez. Semâvâtı halk edemeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi ıslâh eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, ‘Haydi, gir’ der.” (Bediüzzaman, 26. Lem’a - 11. Rica)
Ya Rabbi, böyle bir güzelliğe, böyle bir cemale sahip olduğun ve bizi bu güzelliklerden haberdar ettiğin için Sana sonsuza kadar hamd olsun.
Hz. Ali (ra): “Ecel gelince arzu ve heveslerinin ne kadar boş olduğunu anlarsın,” diyor. Allah’ım İlâhî ve güzel arzulara yönlendir hepimizi, bu dünya çöllerinde mahvettirme bizi. Âmin.
17.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|