Çankaya’ya çıkmasına ramak kalmış gibi göründüğü bir noktada oraya ulaşması son anda engellenen Gül’ün, on yıl önce 28 Şubat süreci başladığında özel bir sohbetinde “Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına çarpınca anladık” dediğini duymuştuk. (...)
Evet, Gül ve arkadaşları 28 Şubat tecrübesinden sonra “din adına siyaset”in yanlışlığını daha iyi gördüler. Bu sebeple, yeni politikalarını daha doğru ve gerçekçi bir zemine bina etmeye çalıştılar. Ama bu çizgiyi tam olarak tutturamadılar.
“Değiştik, eski yanlışlarımızı terk ettik” diyerek yola devam ettiler, ama doğrudan iktidara talip olmaktan vazgeçmediler. Böyle olunca da karşıtlarının “takiyye” kuşkusundan kurtulamadılar. Değiştiklerini ispatlamak için yaptıkları kimi işler ise, yer yer “savrulma” boyutuna ulaştı.
Sonuçta “İsa’ya da, Musa’ya da yaranamama” deyişiyle anlatılan duruma sürüklendiler.
Eğer yeni kimlikleriyle hiç değilse bir-iki dönem muhalefette kalmayı veya orta sağ bir kitle partisinde yer alıp şimdilik vitrine çıkmamayı tercih etselerdi ve bu süreçte hem kendilerini geliştirmeye, hem de kamuoyunu hazırlamaya çalışsalardı, ülkenin geleceğinde olumlu anlamda çok daha kalıcı ve sağlıklı bir yer edinirlerdi.
Öyle yapmadılar ve kurulmalarının hemen akabinde iktidara gelmelerinden dört buçuk yıl sonra karşı karşıya kaldıkları tablo meydanda.
Evet, Gül’ün, diğer AKP’lilerin, siyasetle meşgul olan herkesin Said Nursî’den alacakları çok önemli mesajlar var. Gül ve arkadaşları bu mesajların bir kısmını, ancak 28 Şubat duvarına çarptıktan sonra anlayıp gereğine uygun davrandılar ve karşılığını kısa sürede elde ettikleri başarılarla aldılar; ama alıp uymaları gereken başka mesajlar da mevcut ve o parlak başarılarının ardından şimdi içine sürüklendikleri büyük sıkıntı, onlara uymamalarının bir neticesi.
Peki, seçilmesi son anda, akla hayale gelmedik taktiklerle engellenen Gül seçilseydi ne olurdu? Kanaatimiz o ki, oraya çıktığına çıkacağına pişman edilir; amansız bir ablukaya alınarak iş yapamaz hale getirilir ve dahası sıkıntı bütün Türkiye’de iyice katmerlenerek artardı...
***
Yukarıdaki pasajlar, bir sene önce, 27 Nisan sürecinin sıcak ortamında 11.5.2007 günü bu köşede yayınlanan yazımızda yer almıştı.
Sonrasında bilinen gelişmeler oldu. 22 Temmuz’da seçime gidildi. AKP 3 Kasım’da yüzde 34 olan oy oranını yüzde 47’ye yükseltti. Yeni Meclis ilk iş olarak, 27 Nisan muhtırası ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararı ile cumhurbaşkanı seçilmesi engellenmiş olan Gül’ü Çankaya’ya çıkardı. Gül, yaklaşık dokuz aydır Köşkte.
Bu, AKP’nin 3 Kasım 2002’de iktidar olmasından sonra hep beklediği ve özlemini çektiği bir tabloydu. Çünkü yapmak istediği birçok şey, Çankaya engeline takıldığı için akim kalıyordu. Ama artık bu engel ortadan kalkmış, hükümet-Çankaya uyumu nihayet sağlanmıştı.
Dolayısıyla, evvelce yapılamayan ve yapılmak istendiği halde Köşk engeli sebebiyle sonuçlandırılamayan temel reformları birbiri peşi sıra gündeme getirip neticelendirmek ve beş yıldır ertelenen sözleri tahakkuk ettirmek artık mümkün hale gelmişti. Ama ne yazık ki öyle olmadı.
Cumhurbaşkanı seçiminden sonra ilk iş olarak gündeme getirilir gibi yapılan yeni anayasa girişimi rafa kaldırıldı. Başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma projesinin tetiklediği zincirleme gelişmeler de herkesin mâlûmu.
Gelinen noktada AKP 22 Temmuz zaferinin neresinde? Gül, cumhurbaşkanı koltuğunda oturmaktan mutlu mu? İşin buraya gelmesi engellenemez miydi? Yine nerede yanlış yapıldı?
Geçen yıl Gül’e çıkarılan 367 engeli 22 Temmuz seçimiyle aşılmıştı. Peki, şimdi Gül’ü de kapsayan kapatma dâvâsı nasıl bertaraf edilecek?
Yeni bir seçimle mi? Erdoğan’a göre çare bu değil? Peki ne? İyice sisteme teslim olmak mı?
17.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|