Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Arzın dirilişinden insanın dirilişine



ldükten sonra diriliş insanlığın en önemli meselesidir. Yaşamaktan daha önemlidir. Eğer hayatın sonu yok olup gitmekse bundan daha fazla insana acı veren ne olabilir?

İnsan bütün ruhu, kalbi, vicdanı, kabiliyetleri ve duygularıyla ölümsüzlük ister. En küçük bir duygu bile yokluğa, hiçliğe razı olmaz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi hayal duygusunun bile yokluğa tahammülü yoktur. “Çocukluğumda hayalimden sordum” der. “Sana bir milyon sene mutlu bir hayat. Ama sonuçta bir hiç olup gideceksin. Bunu mu istersin? Yoksa, sonsuz, fakat meşakkatli bir hayat. Hangisini istersin?” dedim. Hayalin, bir “Ah!” çekip, “Meşakkatli de olsa ebedî bir hayatı tercih ederim” dediğini söyler. Sonra ekler: “Aklın bir hizmetçisi olan hayal yokluğa razı olmazsa akıl, ruh, kal, vicdan gibi kabiliyetler hiç yokluğa razı olurlar mı?” Çiçeklerden gökteki güneşe kadar her şey emrine verilen yeryüzünün halifesi ve kâinat ağacının en önemli meyvesi olan insanın yokluğa tahammülü yoktur. İnsan, tarlasından elde ettiği ürünleri toplayıp denize dökmez. Kâinat ağacının meyvesi olan insanın da yokluğa atılması düşünülemez. Bediüzzaman Hazretleri inkârcılığın, Allah’a ve ahirete imanın, öldükten sona dirilişin yok edilmeye çalışıldığı bir dönemde Onuncu Söz olan Haşir (Diriliş) Risâlesini kaleme almıştı. İbn-i Sina gibi dahilerin “Akıl bu meselenin izahını yapamaz. Bu naklî bir meseledir. Kur’ân söylemiş biz de inanırız” dediği, ispatı çetin diriliş meselesini bu risâlesinde çocukların dahi anlayabileceği bir tarzda ispata, açıklamaya muvaffak olmuştur. Abdullah Cevdet gibi ateist birisi bu risâle eline geçtiğinde hayretini gizleyememiş, “Evet, ben ahirete inanmıyorum. Ama yokluğunu da ispat edemem. Bediüzzaman ise ‘Ahiret vardır’ diyor ve varlığını ispat ediyor” diye izah ve ispatlar karşısında acziyetini ifade etmek zorunda kalmıştır. Cenâb-ı Hak, ahirette yaratacağı işlerde aklın kabulde zorlanmaması, kolayca inanabilmesi için dünyada bir kısım örneklerini yaratır ve akla yaklaştırır.

Dirilişin yüzlerce, binlerce örneklerinden biri de kışta ölmüş arzın baharda yeniden dirilişidir. Bir milyon bitki türlerini baharda yeniden dirilten Cenâb-ı Hak, kupkuru arzın, bitki ve ağaçların baharda yeniden dirilişini gözlerimizin önüne sererek sonsuz kudreti için dirilişin hiç de zor olmadığını, olmayacağını göstermektedir. Hz. Âdem’den itibaren on binlerce baharı yaratarak sonsuz kudretini gösteren Allah, yeryüzünü dirilttiği gibi insanı da dirilteceğini açıkça ispat etmektedir.

Haşir Risâlesinin Onuncu Sûret ve Hakikat’inde arzın dirilişi anlatılarak öldükten sonraki diriliş akla yaklaştırılmaktadır. Perşembe akşamı İzmit Derinceli dostlarla ilçelerinde yaptığımız sohbetin konusu baharın dirilişinden insanın dirilişine bir bakıştı. İştiyak dolu gözlerle bu hakikatleri yeniden duymanın hazzına eren dostlar, insanımızın bu gerçeklere ne kadar muhtaç olduklarını lisan-ı halleriyle gösteriyorlardı. Öyle ya bütün dünyayı insana verseniz, ama sonuçta bir hiç olup gidecekse ne kıymeti var.

İşte en küçük canlının en küçük bir ihtiyacına dahi cevap veren Cenâb-ı Hak, muhatap ve dost edindiği insan gibi şerefli bir varlığı yokluğa atıp mahvetmeyecek, öldükten sonra tekrar diriltip ebedî bir hayatta çok daha mükemmel bir şekilde ihsan ve ikramlarını yapmaya devam edecektir.

İnsan ruhu başka nasıl doyup huzur bulabilir?

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ümmet ekseriyetinin ittifakı (1)



Bir sohbet–i ihvanda söz döndü dolaştı ve nihayet "ümmet ekseriyetinin ittifakı"na dair kudsî rivâyetin nasıl yorumlanması gerektiği meselesine geldi.

O Hadis–i Şerif'in meâli şöyledir: “Ümmetimin ekseriyeti dalâlette ittifak etmez." (Bkz: Tirmizi, Fiten, 7: 2168; Acluni, Keşfu'l–Hafa, 1: 64–65.)

Aynı hadisi "Ümmetim yanlışta ittifak etmez" veya "Ümmetim sapıklık üzerine ittifak etmez" şeklinde tercüme edenler de var.

Neyse, asıl mesele söz konusu rivâyetin nasıl yorumlanması ve bilhassa bu zamanın hadiseleri itibariyle bunun nasıl anlaşılması gerektiğiydi.

Bir arkadaşımızın yorumu şöyle oldu: "Bu rivâyet, ümmet ekseriyetinin tercihi ve kararının meşrûiyeti hakkında kuvvetli bir senet teşkil ediyor. Ümmetin ekseriyeti yanlışta karar kılmayacağına göre, hakta ittifak ediyor demektir. Meselâ, Nur Risâlelerinin hem ekser ulema, hem de avam mü'min tarafından umumî kabul ve takdir görmesi, bu eserlerin doğruluğuna, makbuliyetine ve hak olduğuna kuvvetli bir delildir."

Bir başka arkadaşımız ise, hadisin bir mânâsını geniş siyaset dairesine teşmil ederek, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bu milletin, oylarıyla yaptıkları siyasî tercihlerin de dikkate alınması gerektiğini ifade etti. Yani, millet ekseriyetinin yanlış yapmayacağı, dolayısıyla doğru tercih yapacağı noktasından hareketle, ortaya çıkan seçim tablolarının da benzer bir değerlendirmeye tabi tutulmasının faydalı olacağını söyledi.

Bu noktada kafalar bir derece karıştı. Bazılarında tereddütler hasıl oldu.

Tereddüt zincirinin halkaları şöylece dizildi: "Acaba, bu mânâ meselâ yüzde 35 veya 45 oranında oy aldığı halde tek başına iktidara gelebilen bir partinin durumuna tatbik edilebilir mi?.. 1982 Anayasası yüzde 92 ile kabul edildi; bunu nasıl yorumlamalı?.. 1977'de CHP birinci parti oldu, yüzde 42 oy kazandı; ümmetin ekseriyeti ona mı teveccüh etmiş oldu?.. Oy oranları yüzde 25'in altında olmasına rağmen, 1995'te Erbakan'ın RP'si, 1999'da Ecevit'in DSP'si birinci parti oldu; buna ne demeli?.. Şimdiki iktidar partisi 2002'de yüzde 34.5, 2007'de ise yüzde 46.5 oranında oy aldı; bunu nasıl yorumlamalı? İlâ âhir..."

* * *

Bir zamanlar, dindarların oyuna talip olan bir siyasetçi, yapılan seçimlerin "Aslında bir nevi Müslüman sayımı" olduğnu söylemişti de, şuur sahiplerinin bir hayli tepkisini celp etmişti.

Dolayısıyla, bütün bir İslâm dünyasında değil de, sadece bir ülkede yapılan ve asıl maksadı millete hizmet edecek zevatı Meclis'e taşımak olan seçimlerin bir nevi "Müslüman sayımı" addetmenin veya ortaya çıkan seçim tablosunu söz konusu Hadis–i Şerif ile doğrudan ve birebir irtibatlandırmanın doğru ve isabetli bir davranış olmadığı kanaatindeyiz.

Dolaylı ve tebei bir nazarla bakılırsa şayet, hani belki bundan bazı dersler çıkarılabilir, bazı mânâlar istihraç edilebilir.

(Devamı var)

Tarihin yorumu: 17 Mayıs 2002

Âşık Mahzunî Şerif

Asıl ismi Şerif Çırık olan meşhûr halk ozanı Âşık Mahzunî Şerif, tedâvi için gittiği Almanya'nın Köln şehrinde hayatını kaybetti.: 17 Mayıs 2002.

1940 yılında Elbistan'ın Berçenek köyünde dünyaya gelen Mahzunî, ilk tahsil devresinin ardından askerî okullara yönelir. Ancak, Mersin Astsubay Okulu, Ankara Ordu Donatım ve Kuleli Askerî Lisesiyle olan kısa ve kesintili bağlantılarını 1961'de noktalamak durumunda kalır.

Küçüklüğünden beri ozanlığa, âşıklık geleneğine meraklı ve bağlıdır. Ailesi Alevi tarafını ve Ehl–i Beyt'e muhabbetli oluşunu hiçbir zaman gizlemeyen Mahzunî, hayatının bir döneminde solculuğa, sosyalistliğe, devrimciliğe de merak salar. Hatta, siyasî ve ideolojik içerikli şiirler yazar, türküler söyler.

Eminiz, sonradan kendisi de bunların bir kısmını beğenmemiş, hatta belki onları hatırladıkça utanmıştır. Kendisine hiç yakıştıramadığımız bu tür eserlerini burada teşhir etmeyi doğru bulmuyoruz. Zira, onun insanî yönü daha ağır basıyor ve hayatının sonlarında da zaten böyle daha mutedil eserlere yönelmiştir.

Aşka ve sevdaya dair, fakirliğe, yoksulluğa dair, mazlumu savunan ve zalime çatan türden pekçok şiiri, türküsü var, Âşık Mahzunî 'nin... Herşeye rağmen, o bu ülkenin bir değerli varlığıdır.

Vefatının yıldönümü vesilesiyle burada kendisini rahmetle anarken, ozanlık hayatının ilk dönemlerinde, doğduğu köy olan Berçenek'teki sosyal hayatın hüzünlü bir yönünü tasvir eden "Acı doktor bak bebeğe" isimli türküsünü sizlere takdim ediyoruz:

Berçenek'ten yaya geldim

Amman doktor bak bebeğe

Beşiğini elden aldım

Yandım doktor bak bebeğe

Yıkık yuvam kara yasta

Yalvarırım eşe dosta

Annesi bebekten hasta

Amman doktor bak bebeğe

Kuru sovan yağsız aşım

Yırtık bağrım açık başım

Bir şey değil vatandaşım

Amman doktor bak bebeğe

Allah için bir merhem çal

Öldürür beni bu vebal

Param yok ceketimi al

Amman doktor bak bebeğe

NOT: Âşık Mahzunî için, bugün Şişli'deki Haldun Dormen Sahnesinde bir anma programı var. Şişli Belediyesinin katkılarıyla düzenlenen programın sunum saati 14:00–18:00 arası.

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Domino taşı hayat



Zamanın zembereğinde bir illüzyon değilse hayatın,

Yüreğini tutan şeye daha da sıkı sarılmalısın…

Hayatı da domino taşlarına benzetirim. Hani emek verip yıllarca bir şeyleri başardığınızı sandığınız bir anda, minicik bir darbeyle her şey yerinden kayar ve siz şaşkın bir şekilde ortada onu seyrederken bulursunuz kendinizi. Beklediğiniz bu değildir elbette. En azından başardığınız şeyi seyretmek istersiniz bir müddet başında durup, ama ona bile zaman bulamazsınız. Hatta bazen siz taşları koyarken bir el darbesiyle her şey yerinden kayar… Kayan taşlardan sonra hiçbir şey eskisi gibi başlamaz hayatınızda. Kendinize de, eşyaya da bakışınız farklılaşır. Aslında daha büyük şeyler elde ettiğinizin de farkında olarak, yüreğinizi yeni uyanışlara hazır hissedersiniz. Bir taraftan da, yeni bir yapılanma için taşları elinize tekrar alırsınız. Bu sürekli kendini tekrarlar bazen. Yorgun düştüğünüzü düşündüğünüz anda ve gözleriniz ötelerin ışığına, kalbiniz suyuna ihtiyaç duyduğu bir anda yani, taşlarınızın boşuna kaymadığını fark edersiniz. Bambaşka şekiller ortaya çıkmış, hatta dal budak sarıp, içinizde bilmediğiniz âlemlerin kapılarını aralayan bir ele dönüşmüştür…

Bazen de aynı olayları, farklı zaman ve durumda yeniden yeniden yaşarsınız. İnsanlar ve sahne değişse de, olayın muhtevası aynıdır… Anlamakta güçlük çeker, “Sürekli aynı şeyleri yaşamak niçin?” diye sorarsınız. Bu durum belki de, sınavda bilmediğimiz bir sorunun tekrarından başka bir şey değildir. Öğrenmek zorunda olduğumuz bir konuyu sürekli es geçtiğimiz için, aynı soru ve olayı farklı zamanlarda ve dekorlarda yaşıyoruzdur yine ve yeniden…

Kendi kendimizin iç mimarı olarak, eğer bir illüzyon yaşamayacak kadar kendi gerçekliğimizi inşâ edecek cesaretimiz varsa, biriktirdiğimiz onca şeyin yıkılmasının da bize çok şeyler katacağını biliriz. Ya da ilk kez böyle bir şeyle karşılaşmanın acısıyla sarsılır, ama sonra yeniden toparlanmayı başarırız.

Ama şu bir vakıa ki, bir insanın hayatında yapılandırdığı domino taşlarının en azından bir kez kayması, yıkılması gerekir. Yeni ve farklı âlemleri, kendi gerçekliğini ve Yaratıcı karşısındaki yerini tayin edebilmesi için…

Hamlıktan kurtulmak, ya da bir illüzyon içinde ve kısır bir çerçevede hayatı es geçmemek adına en az bir kez her şeyin yıkılması gerekir…

Aslında işin en zor kısmı da, yıkıntıdan sonraki duruşumuzda gizlidir. İşte neye dönüştüğümüz asıl o zaman ortaya çıkar…

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Reenkarnasyon üzerine - 2



Kıbrıs’tan Aziz Badıllı: “Reenkarnasyon (tenasüh) nedir? Bunu iddiâ edenler var? İslâm’daki yeri nedir? Açıklar mısınız?”

Dünden devam

Ruhumuz çok geniş ve basittir. Dün bahsettiğimiz mânevî âlemleri her ne kadar fizikî olarak görmüyorsak, seslerini işitmiyorsak ve onlarla temas kurmuyorsak da, ruhumuz çok ender de olsa, gizli veya açık bu âlemlerle yakınlık kurabilmektedir. Bazen rüya yoluyla, bazen fazlaca gelişen bir duygumuzun açtığı bir pencere yoluyla, zaman zaman bu âlemlere yakınlaştığımız olur. Meselâ bazen rüyamızda berzah âlemine yaklaşır, ölmüş dedemizi görür ve onunla konuşuruz. Rüyamızda bazen misâl âlemiyle temas kurar, bazen cinler âlemine yaklaşır, bazen de vukuu yaklaşan bir olayı kader âleminden farklı sembollerle görürüz. Hayalimiz bütün gördüklerine bir şekil ve bir sûret biçer ve bizim için tanıdık şekillerle bize gösterir. Yorumu da bize kalır.

Öte yandan, çok ender de olsa bazı insanların muhtemelen bir psikolojik rahatsızlık sebebiyle bazı duyguları, abartılı şekilde, yukarıda belirttiğimiz âlemlerden biriyle yakınlığını sürdürür. Bu yakınlığı, yaşadığı dünya âlemi ölçüleriyle yorumlamaya kalktığı zaman ise ortaya saçma sapan bir takım yorumlar çıkabilir. Geçmişte falanca yerde yaşamış olarak kendisini tanımlayan kimse, yukarıda bahsi geçen âlemlerden birisiyle fazlaca yakınlık kurmuş ve muhtemelen psikolojik dengesini bozmuş olduğundan isabetsiz yorumlar yapmaktadır. Böyle kişiler ortaya çıkıp kendilerinin ya başka bir insan bedeninde olduğunu, ya geçmişte de yaşadığını, ya da kendisini bir hayvan karakterinde hissettiğini söyleyebilmektedirler. Tedâvî olmaları gerekirken, yön değiştirip, reenkarnasyon meraklılarına malzeme olmaktadırlar. Medya da bunu kullanmaktadır.

Diğer yandan, hak dinlerde var olan, Peygamber Efendimiz’in (asm) haber verdiği ve Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin yorumladığı gerçek şudur: Salih (iyi) ruhlar ölünce kabirlerinde kalmazlar, gökleri ve yerleri gezerler. Bir kısmı Cennete mahsus yeşil kuşların içinde, bir kısmı şehâdet âlemi de denen bu yaşadığımız âlemdeki kuşçukların ve sineklerin içlerinde gezerler ve o kuşçukların duygularıyla dünyayı temaşa ederler, izlerler, tefekkür ederler. Bir kısım Cennet ehli kimseler, berzah âleminde iken “Tuyurun hudrun” denilen yeşil kuşların içinde Cennette gezerler.1 Demek sâlih ruhlar serbesttirler; kabirlerinde mahpus olmuyorlar, yıldızlarda, dünyada ve değişik yerlerde Allah’ın izniyle diledikleri gibi geziyorlar.2

Kanaatimize göre, ilkel dinlerdeki reenkarnasyon inancı, hemen her Peygamberle geçmişte insanlığa bildirilen “sâlih ruhların gezmesi” hakikatinin, yine insanlar eliyle deforme edilmiş, yani bozulmuş bir şeklidir. Malûm; babasız doğan Hazret-i İsa’ya “Allah’ın oğlu” diyecek kadar zaman zaman hoyratlaşan, akıldan, idrâktan, iz’andan ve insaftan uzaklaşan insanoğlu, hak dinlerin getirdiği gerçekleri bozmakta ve değiştirmekte çok maharet sergiledi. Hayatı seven, fakat sorumluluktan kaçan insanoğlu, sorumluluk getiren âhiret inancı yerine, sadece bir hayat ümidi veren reenkarnasyonu abartılı olarak benimsedi. Oysa âhiret inancı varken, reenkarnasyona sapmaya ne ihtiyaç var? Zaten âhirette hayat vardır!

Unutulmamalıdır ki, çürük ve batıl inançların tek çaresi sağlam inançlardır. İslâmiyet’in ter ü tâze âhirete îmân akîdesi bütün batıl inançları ve bütün reenkarnasyon anlayışlarını kökünden yıkacak güçtedir.

Nitekim Cenâb-ı Allah Kur’ân’da, “Biz ölüleri diriltiyoruz”3 demektedir. Bu diriliş ruhun kendi kişiliğinde ve müstakil hüviyetiyle dirilişinden başka bir şey değildir. Ne Kur’ân’da, ne de hadislerde reenkarnasyona haklılık verecek tek bir işaret yoktur.

Evet, öldükten sonra hayat vardır; fakat ilkel iddiacıların dediği gibi “başka bedenlere göçüş” şeklinde değil; Kur’ân’ın ilân ettiği gibi “müstakil diriliş” biçimindedir.

DUÂ

Ey Hakk-ı Metin! Ey bizi hakka âşık halk eden! Ey bizi hakka tarafgir yaratan! Ey ruhumuzu hak ile yoğuran! Ey varlığımızı hakka yönlendiren! Ey vicdanımızı hakka denetçi kılan! Ey gönlümüzü, aklımızı, kalbimizi, nefsimizi, irademizi, sırrımızı, açık gizli duygularımızı hakka sevdalı kılan! Ey bize hakkı ve adaleti emreden! Ey bize hakkı bildiren! Ey bize hakkı sevdiren! Ey bizi hakka çağıran! Ey peygamberlerini hak ile gönderen! Ey kitaplarını hak ile indiren! Ey bizi batıldan, yanlıştan, zulümden, haksızlıktan sakındıran Allah’ım! Bize hakkı hak bilip hakka uymayı nasip et! Bize batılı batıl bilip batıldan sakınmayı kolaylaştır! Bizi yalan yanlış bilgilerin âfetinden koru! Bizi hak olan Cennetine al! Âmin…

Dipnotlar: 1- Müslim, 3/1502; 2- Sözler, s. 466; 3- Yâsîn Sûresi, 36/12

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Ben kendime, sizin bana baktığınız gözle bakmıyorum



KENDİNİ BİLEN, HADDİNİ BİLİR

Başa gelenler, kendini bilmezlikten geliyor.

İnsan kendisini tanısa, başkasının yanlış tanımasına fazla da ehemmiyet yüklemez. Ama kendisini başkalarının bakışları ve değerlendirmeleriyle değerlendirmeye kalkınca, o zaman ortaya çok değişik yorumlar ve yaklaşımlar çıkıyor.

Kendini bilen, başkasının haddi aşan tenkisine de beğenisine de ehemmiyet vermeyecektir. Kendisinde olmayan bir şey kendisine iletildiğinde onu alıp benimsemeyecektir. Tabiî bu hem tenkit anlamındadır, hem de tebrik.

Hayat içerisinde tenkit ve tebriki içine alan pek çok örneklerle karşılaşıyoruz. Yani bu şekil yaklaşımlara nasıl mukabele edeceğiz? Yapılan olumsuz tenkidin haddi aştığını, bizi olumsuzlaştırdığını düşünüyor ve vicdanen de bu tenkidi hak etmediğimizi düşünüyorsak, o zaman böyle bir yoruma karşı bir duruş koymak hakkımız olmayacak mıdır?

Şimdi düşünelim, makamının gereğini yerine getiremeyen bir beyefendi ile konuşuyoruz. Biraz da şaka yollu, “hani sen neci oluyorsun” kabilinden bir cümle kurdu. Tabiî bu cümleyi kimin kurduğuna, ne niyetle kurduğuna da bakmak gerekiyor. Bir kardeş, bir dost bu cümleyi kursa, nefsim hak ediyor denir. Ama senin dâvânı, senin değer yargılarını küçümseyen birisi kurmuşsa, orada söyleyeceklerimizin bulunduğunu belirtmek ve söylemek kabalık olmasa gerektir.

Kendisinin yerine getirmesi gereken bir işi aksatması dolayısıyla özür dilemesi gerekirken, muhataba yükleme yapması karşısında, şöyle bir cümle kurmak haddi aşmak olmayacaktır herhalde?

“Siz beni hangi gözle, nasıl değerlendiriyorsunuz bilmiyorum. Ama bilesiniz ki ben kendime sizin bana baktığınız gözle bakmıyorum.”

Tabiî böyle bir cümle zayıfı güçlü kılıyor ve izzet hali içerisinde olan zayıfa, muhataba özür dilemeyi beraberinde getiriyor.

TENKİT NEDEN YAPILIR?

Omuzumuzdaki bir akrebi bize gösteren kardeşimize duâ etmek yaraşır. O bizim kötülüğümüzü istemiyordur. Yanlışımızı gidermek istiyordur. Zaten tenkit bunun için yapılmalıdır.

Peki yapılan tenkide hisler karışmışsa, duygular kontrolden çıkmışsa ne yapılmalıdır?

Çalışan, bir şeyler üreten, iş yapan insanların dikkate almaları gereken çok önemli bir kural var; tenkide açık olmak.

Burada da ölçü, eğer tenkit eden kişi de çalışan, üreten ve daha mükemmeli olsun tasası taşıyan birisiyse, o tenkit dikkate alınmalıdır.

Ama yapılan tenkidin sahibi, sorunun bir parçası olup, ama çözümün bir parçası değilse, o tenkit içinde iyi niyet taşımıyor demektir.

Şevk kırıcı, faaliyetlerden alıkoyucu, ihlâsı zedeleyici tenkitlere bariyer uygulamak en sağlıklısıdır. “Kardeşlerinizi tenkit etmeyiniz” düsturu, beraberinde şevk, heyecan, gayret, çalışmak taşımayan konuşmakları yapmamaya dönük bir ikaz içermektedir.

Hele hele tenkit edilen insanın bulunmadığı bir ortamda, neyin neden kaynaklandığını bilmeden yapılacak tenkitler, ileri geri konuşmalar gıybet hali içereceğinden, hiçbir şey yapamıyorsak dinleyici bari olmamak en güzel davranış olur. Böyle konuşan bir insana, yaptığının hiç de doğru olmadığını, hiç de yakışık almadığını, böyle bir tavrın ancak ‘alçakların silâhı olduğunu’, ‘mü’min kardeşinin etini yemek anlamı içerdiğini’ ona hissettirmek, önemli bir duruş örneğidir.

HER ELEŞTİRİ, İÇİNDE BİR FIRSAT TAŞIR

Tabiî çalışan, üreten, iş yapan kişi yapıcı eleştiriye her zaman açık durmalıdır ki gelişsin. Hatta insan kendisini düşmanlarıyla tanır. Çünkü dost kusur görmüyor. Düşmanın eleştirdiği noktaları senin yetersiz kaldığın göremediğin noktalar olarak ele almak doğrudur.

Nitekim yüzlerce suç isnatları yapılan bir dâvânın savunucusu, ne yaptığını, neye hizmet ettiğini bildiği ve attığı bütün adımların mantıksal altyapısını bilerek attığı için, müdafaalarını da aynı titizliği sürdürerek yapmıştır.

Hak bildiğin yolda, attığın adımların savunucusu olmak, en az o fikirleri taşımak kadar büyük bir davranıştır. Elbette böyle bir duruş birilerini rahatsız edebilecektir. Birilerini rahatsız edecek diye, siz o büyük dâvâyı savunmaktan vaz mı geçeceksiniz? Elbette hayır. Belki en ince detaylarına kadar o dâvâya vakıf olmak ve savunmak ortaya çıkan sonuç olmalıdır.

Amelin nasıllığını belirleyen niyettir. Niyetin de ruhu ihlâstır.

O zaman ne yapılan haksız tenkidin bizi yıkmasına müsaade etmeli, ne de hak etmediğimiz ölçüsüz beğeni ifadelerinin ayaklarımızı yerden kesmesine müsaade etmelidir.

Evet ilgilisinin yerinde tenkidi, gelişmeye vesiledir.

Her tenkit, -fırsat bilen için- bir basamak daha çıkmaktır.

Eleştiriyi faaliyete olan ilginin bir sonucu olarak görmek gerekiyor.

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

ÇOCUKLARIN ANLAYACAĞI YUNUS EMRE ARANIYOR



Tarih ve edebiyata ilgi duyduğumdan ve bu alanı adım adım arşınladığımdan beri bu iki alandaki âbidevî şahsiyetlerin çocuklarımız için model olarak gösterilmesi gerektiğini, ancak bu şekilde sağlam ve kuvvetli bir şuurluluğun gerçekleşebileceğini iddia eder dururum. Bu yüzden albenisi yüksek üslûp ve muhteva ile birlikte, oldukça sade bir anlatım içinde her türlü basım-yayım teknikleri düşünülerek, 21. yüzyılda dünya milletleri arasında yürüyen kervanımıza yol gösterecek tarihî ve edebî şahsiyetlerin, çocuklarımızın beğenilerine sunulmalarının lüzumunu hemen herkes hissetmelidir.

Esasen beni bu konuyu yazmaya iten sebep, 7-10 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen Yunus Emre Haftası faaliyetlerine rağmen tarih, kültür ve medeniyet hayatımızın önemli kilometre taşlarından olan Yunus Emre gibi bir şahsiyetin bırakın çocuklar tarafından bilinmesi, çoğu büyükler tarafından da bilinmemesiydi. Hani özel ilgi olmasa, böyle bir faaliyetin var olup olmayacağını da bilmek neredeyse mümkün olmayacak. Hâl böyle olunca, yarınımızın esas sahipleri olan çocuklarımız bizi biz eden değerlerimizle nasıl yetişecekler, doğrusu bu konu beni endişelendiriyor.

Meseleye sadece dışardan bakan; ama esas mahiyetini kavrayamayan insanlar, bu konunun hayatî olmadığını düşünebilir. Ancak unutulmamalı ki, Yunus Emre’nin şiirlerinde yoğurduğu Türk-İslâm düşüncesi, iman etme tarzımız, insana bakış açımız, hayatı algılama biçimimiz, en önemlisi Allah sevgisinin bizde nasıl olması gerektiği ve benzeri kültür ve medeniyetimizin ana dinamiklerini oluşturan unsurlardan habersiz yetişecek şuursuz bir neslin yetişme ihtimali var. O hâlde, çocuklarımıza model veya idol olabilecek bu tarz şahsiyetleri fildişi kulelerden indirip ayağı yere basan eserlerle tanıtmak, sevdirmek ve dolayısıyla yaşatmak gibi bir mecburiyetimiz vardır.

Bugün “Tom- Jery, Bugs Bunny, Süpermen, Örümcek Adam, Şirinler, Tom Sawyer, He-Man” gibi kişilikleri hangi çocuğa sorarsanız, sorun; buna cevap veremeyecek çocuk sayısı çok azdır. Ama bir Yunus Emre’nin popülaritesi, maalesef o kadar fazla değil. Bunun sebebi de başta önemsemeyişimiz, sonra da çocuklarımızın bilinçlerine yerleştirecek yöntemlerde yanlışlık yapmamızdır. Meselâ, dikkatimden kaçmamışsa, çocuk dimağına uygun bir Yunus Emre kitabını şimdiye kadar görmedim. Söz gelimi, çocukların anlayabileceği şekilde şiirlerindeki Allah-insan-tabiat-kâinat ve benzeri düşünceleri işleyen kitaplar varsa da, yok denecek kadar az veya popülariteden yoksundur.

Sanırım biz çocuk eğitiminde hâlâ, “Çocuk bizi anlasın; biz çocuğu değil. Çocuk bizim seviyemize çıksın, biz çocuğun seviyesine inmeyelim” gibi bir yanlışlığı tarihî-edebî ve kültürel şahsiyetleri tanıtırken de sürdürüyoruz. Bu anlayıştandır ki, bir çocuk Yunus Emre gibi çok önemli bir şahsı duyduğunda çoğu zaman anlamadan, sadece umursamaz bir itaat bilinciyle tanıyormuş gibi yapabilmekte. Hâl böyle olunca da kültür halkaları bir birinden kopuk durmakta ve halkasız zincirler gibi dağınık hayat manzaralarıyla karşılaşmaktayız.

Şüphesiz müsbet anlamda çocuk edebiyatı ile ilgili hem teori hem de uygulama alanında ciddî bir kültür hamlesine ihtiyaç var. Bu hamle, deyim yerindeyse, bizi biz eden değerlerimizin localardan sahalara inip hemen her çocuğun rüyalarını süsleyen bir idol olmalarını sağlayacak hamle olmalıdır.

Evet; çocukların da anlayacakları Yunus Emrevari bir hamleye ihtiyaç var.

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Zeytin ağaçları yerine kan!



Geçtiğimiz günlerde gazetemizde ve bazı gazetelerde bir ilân vardı. “Baktığınız resim, İsrail işgalinin resmidir” başlıklı ilânın üstünde Filistinlilerin 1946’dan 2000’e kadar kaybettikleri toprakların haritası görülüyordu. Resme bakıldığında Filistin’de yaşananlar bütün gerçekliliği ile ortaya çıkıyor. 1946 yılındaki haritada Filistinliler daha yoğunlukta olmasına rağmen 2000 yılındaki haritada İsrail’in işgal ettiği toprakların neredeyse bütün haritayı kapladığı görülüyordu.

MAZLUMDER, İHH, Eğitim-Bir-Sen, Özgürder olmak üzere 13 sivil toplum kuruluşu İstanbul’da Beyazıt meydanında İsrail’in kuruluşunun 60. yılında Filistin’e destek olmak üzere bir miting düzenlediler. Bir diğer Filistin’e destek ya da İsrail’i protesto eylemi de Ankara’da İsrail büyükelçiliğinin önünde yapıldı. Bu eylemin bir özelliği eylemin, “İsrail’in, devlet olarak ilân edilişinin 60. yıl- dönümü olan gün ve saatte” yapılmasıydı. Yani, 14 Mayıs, saat 15.45… Her iki protesto eyleminde İsrail’in yaptığı zulümler bir bir ortaya döküldü.

İsrail şimdi görkemli törenlerle kuruluş yıldönümü kutluyor! Filistinlilerin ve İsrail’li Arapların “Felâket Günü” olarak isimlendirdikleri kuruluş yıldönümüne katılanlara bakıldığında bu terör devletinin arkasındaki gücün ne olduğu ortaya çıkıyor. İsrail’in 100 milyon dolar ayırdığı kutlamalara, ABD Başkanı George W. Bush, ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger, İngiltere eski Başbakanı ve Dörtler Grubunun Orta Doğu temsilcisi Tony Blair…

1948 yılında Ortadoğu’nun göbeğinde kanserli ur gibi kurulan İsrail, hep kan ve gözyaşına sebep oldu. Kundaktaki bebeklerden yaşlılara, kadınlara varıncaya kadar katleden İsrail, bu süre zarfında “terör devleti” olduğunu pekiştirdi.

İsrail’in nasıl kurulduğuna baktığımızda temellerinin kan ile sulandığını görebiliriz. Filistin topraklarındaki karışıklık, 1917’de burada bir Yahudi devleti kurulması girişimiyle başlar. Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfour, 1917 yılında Filistin toprakları üzerinde Yahudi devleti kurulacağı yolunda bir deklarasyon yayınlar. Filistin toprakları, 1918 yılında İngilizler tarafından işgâl edilir. İngiliz işgâli, 24 Temmuz 1922 tarihinde Milletler Cemiyeti tarafından onaylanır ve Filistin toprakları resmen İngilizlerin vesayetine verilir.

İngiliz işgâlinden sonra Yahudilerin Filistin topraklarına göçü de hızlanır. İşgâl yönetimi, Yahudilerin “vaat edilmiş” olarak nitelendirdikleri bu topraklara yerleşebilmeleri için her türlü imkânı hazırlar. 1919’da Filistin’de Arapların sayısı, Yahudilerin 16 misliyken, 1947’de Yahudi sayısı ile Arap sayısı eşit duruma gelir. Bu yıldan sonra ayaklanmalar, çatışmalar, katliâmlar İsrail’in kurulduğu 1948 yılına kadar devam eder.

Ortadoğu sorununun en büyüğü, İsrail’in katliamlarıdır. İsrail’in giriştiği insanlık dışı saldırılar bir savaş olarak da kabul edilemez. Bu saldırılar hiçbir şekilde meşru kabul edilemez. İsrail bir devlet gibi değil, hiçbir kuralı olmayan bir terör örgütü gibi davranmaktadır.

Yazımızı, başta bahsettiğimiz ilândaki şu cümle ile bitirelim: “Yemyeşil topraklarıyla uzayıp giden zeytin ağaçları yerle bir edildi; verimli topraklarda bahçelerin yerine işgâlci mahalleler kuruldu…”

Evet… O işgalci mahalleler, binlerce Filistinli masum insanın kanı ile sulandı. Barışın simgesi olan zeytin dallarını kırıp yerine kan ve gözyaşı bıraktı. Dünya artık uyanıp, insanlık tümden ölmeden terör devletinin katliamlarına dur demeli…

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İfâde özgürlüğünün ihlâli



Başörtüsü yasağının kaldırılmasına yönelik iki maddelik anayasa değişikliğine dair dâvâda, raportörün raporunu hazırlayıp üyelere dağıtmak üzere olduğu, “iptal davası” hakkındaki Anayasa Mahkemesi “karar”ının pek yakında görüşüleceği anlaşılıyor.

Kulislerde, Mahkeme’nin, Danıştay’ın “türban kararı”ndan hareketle değişiklikleri “iptal” edebileceği belirtilmekte. Ve “iptal”in iktidar partisine açılan “kapatma davası”nı etkileyebileceği endişesi taşınmakta. Çünkü “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” iddiasıyla devam eden davanın en önemli “gerekçeleri”nden biri, başörtüsü…

Bunun içindir ki daha şimdiden AKP ile MHP arasında karşılıklı “suçlama salvosu” başlamakta; “tuzak”tan bahsedilmekte. Bazı iktidar milletvekillerinin Başbakan’a “MHP’nin tuzağına düşüldüğü ve oyuna gelindiği” serzenişlerine karşı, Bahçeli’nin “Erdoğan AKP’nin kapatılmasını istiyor” ifâdesi, bu açıdan oldukça ilginç.

Doğrusu siyasî iktidarın, yaşanan olumsuzlukları davaya yükleyip, geçmişin üzerine sünger çekecek, yolsuzlukların üzerini örtecek ve ekonomideki sıkıntının sorumluluğundan kurtaracak bir politika izlediği izlenimi var. Bu izlenime, “mağduriyet”le yeniden seçmenden oy toplayacak bir taktik güttüğü spekülasyonlarına, “savunma stratejisi” de destek veriyor.

Başta Başbakan olmak üzere iktidar partisi mensupları zâhiren “kapatılmaz” deseler de, çoğunun daha şimdiden “partinin kapatılacağı”na kendini âdeta inandırması, bu ihtimali daha da güçlendiriyor.

Ne var ki “kapatma” sürecinde Başbakan’ın “kararsız” kalması, partiden referanduma kadar götürecek temel anayasal düzenlemelerden cayıp son demde hiçbir anayasal değişikliğin yapılmayacağını açıklaması, iktidar partisinin ötesinde Türkiye’ye kaybettirtiyor.

Salt parti kapatmayı zorlaştıran ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimini tanzim edip yetkilerini budayan bir anayasal ve yasal düzenleme elbette gerginliğe sebep olurdu. Ancak iktidar partisinin demokratikleşme ve özgürlüklere dair uyum yasalarını çıkarmaktan kaçınmasının hiçbir izâhı yoktur.

Yargı reformundan siyasî partiler ve seçim kanunlarının düzeltilmesine, eğitimin demokratikleşmesinden ifâde özgürlüğünün AB standartlarına ulaştırılmasına kadar zaten Ankara’nın bir dizi vaadi var. Siyasî iktidar bunu fırsat bilerek bu düzenlemeleri hızla yapmak yerine, arkadan dolanan binbir muhataralı siyasî hesap ve taktiklere girmenin ülkeye ve demokrasiye hiçbir faydası olmayacak.

Zira Türkiye’nin çıkarılan 9 pakete rağmen hâlâ demokratikleşmede, temel hak ve hürriyetlerde bir yığın eksiği var. Türkiye’de dava açılma rekoru kıran 301. madde de yetersiz de olsa düzenlemeler yapıldı.

Gerçi başta İnsan Hakları Avrupa Örgütü olmak üzere, insan hakları savunucuları, “isteksizce çıkarılan yasayı tam bir hayal kırıklığı ve kaçırılmış bir fırsat” olarak hayıflandılar. Dava açılmasının Adalet Bakanlığının “izni”ne bağlanması ve ceza üst sınırının üç yıldan iki yıla indirilmesini noksan gördüler.

Ancak, inanç ve ifâde özgürlüğüne dair yasalarda yapılan onca değişikliğe rağmen, onlarca gazeteci ve yazar sırf fikirlerinden dolayı hâlâ yargılanıyor. Ve meşhur 312’nin yerine ikame edilen yeni ceza yasasındaki 216’nin da düşünce ve anlatım özgürlüğünü “suç” saydığı her gün ortaya çıkan örnekleriyle Türkiye’yi mahkûm ediyor...

Aslında AİHM’nin gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular dâvâsıyla ilgili karar, Türkiye’nin ifâde özgürlüğünü ihlâl ettiğini belgelemiş oluyor. Üç defa değiştirildiği halde, sözkonusu maddenin hâlâ kanaat özgürlüğünü özellikle uygulamada “suç” saydığını tescil ediyor.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, ana umdesini oluşturan ifâde hak ve özgürlüklerinin kullanılmasının görev ve sorumluluğunu devlete yükleyen 10. maddesine göre verilen kararda, “aykırı” da olsa herkesin görüşlerini açıklama hakkına sahip olduğu ve bu hakkın hiçbir devlet otoritesi ve müdahalesiyle engellenemeyeceğini teminat altına alıyor.

“Kişinin inancını, inandığı dinini tebliğ etme, yayma ve benimsetme hakkını”nın olduğunu belirleyen “karar”, Türkiye’de inanç ve ifâde özgürlüğünün hâlâ muallel olduğunu bir defa daha gösteriyor…

Siyasî iktidar, sâdece “kapatma davası”na kapanmamalı; bu süreçte en azından ifâde özgürlüğünde yargıcın yorumuna yer bırakmayacak şekilde, bütün dünya ceza yasalarında olduğu gibi, net, anlaşılabilir ve tatbikatta istismar edilmeyen düzenlemeler yapmalı…

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

En yüksek faiz, en pahalı benzin



Kalıcı tedbirler alınmadan, sıkıntıların sona ermeyeceğine bir defa daha şahit oluyoruz. Dünya enflasyon liderliğini bırakmış ve buna sevinmiştik, ancak yeni yeni liderlikler kazandık. Son gelişmelere göre, en yüksek faiz veren ülke ve vatandaşına en pahalı akaryakıt satan ülke liderliğini kazanmış bulunuyoruz.

Merkez Bankası, aldığı son kararla faizleri 0.50 puan arttırarak yüzde 15.75’e çıkarmış. MB’nin yaptığı bu artışla Türkiye, şimdiye kadar en fazla faiz veren ülke olan İzlanda’yı geride bırakmış ve lider olmuşuz. BM, yaptığı açıklama ile bu artışların devam edebileceği mesajını da vermiş.

Bazıları faiz artışından dolayı sadece Merkez Bankası’nı suçluyor. Hükümet cenahı da, “MB bağımsız bir kurumdur, biz ona karışmayız” diyor. Bu tesbit bir yere kadar doğrudur. Tabiî ki faiz arttırma kararını bir ‘netice’ olarak değerlendirmek ve asıl problemin başka yerlerde olduğunu görmek gerekir. Birinci sorumluyu bilmeden, bulmadan MB’yi itham etmek, derde deva olmaz.

Bazı gazeteler faiz artışı ve diğer konularda hükûmetin kabahatini örtmek için dikkatleri Merkez Bankası’na çekmeye çalışıyorlar. Unutmamak lâzım ki, ekonominin hâl ve gidişi ‘iyi’ olsa, MB de durup dururken faiz artışına gidemez. Bunları ifade ederken, maksadımız MB’yi ‘temiz’e çıkarmak değil. Asıl kabahatin başka ‘yetkililer’de olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

Diğer bir konu da akaryakıt fiyatlarındaki dünya liderliğimiz. Herkes biliyor ki, ‘benzin istasyonları’ fiilen ‘vergi dairesi’ gibi çalışıyor. Çok değil 6 yıl önce (2002’de) 1 litre benzin 1 dolar seviyesindeydi. Bugün ise 1 litre benzin, 2.81 dolar seviyesinde. (Vatan, 16 Mayıs 2008) Sadece, “Petrol fiyatları bütün dünyada arttı” demekle bunu izah edemeyiz. Nasreddin Hoca misâli, “Biz, petrol fiyatlarının düştüğü yılları da biliyoruz!” O zaman da Türkiye’deki akaryakıt fiyatlarında ciddî bir indirime gidilmemişti...

Türkiye’nin benzin fiyatındaki liderliğini Hollanda (2.36 dolar ile) takip ediyor. Peki, Hollandalıların millî gelirleri ile Türkiye’deki millî geliri kıyaslayalım ve karar verelim: Bu kadar pahalı akaryakıt kullanmayı hak ediyor muyuz?

Hadisenin temelinde, ‘maliyet’ değil, akaryakıtı ‘gelir kapısı’ olarak görmek yatıyor. Yani akaryakıta yapılan zam sadece ‘maliyet artışı’ ile de izah edilemez. Çünkü akaryakıt fiyatının büyük bölümü doğrudan devlete ‘vergi’ olarak gidiyor. Burada temel bir adaletsizlik var, çünkü bu ‘vergi’ herkesi mağdur ediyor. Akaryakıta yapılan zamlar sadece ‘ulaşım’la sınırlı kalmıyor. İğneden ipliğe her şeyin fiyatının artmasına sebep oluyor.

Başka bir yanlış da şu noktada yapılıyor: Yıllardan beri ‘dizel’ ucuzdu, millet de dizel araçları almaya teşvik edildi. Ne zaman ki dizel araç kullananların sayısı benzinli araç kullananların sasıyına yetişti ya da geçti, o zaman da ard arda dizele/mazota zam yapılmaya başladı. Artık benzin ile mazot arasında fark kalmadı denilebilir. Bu gidişle mazot, benzin fiyatın geçecek ve millet bu defa da benzinli araca yönelecek. Milleti bir o yana, bir bu yana koşturmaya ne gerek var.

En yüksek faiz ve en pahalı akaryakıtla uzun süre yol alamayız... Bu kısır döngüyü kırmak gerekir.

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Severim baharı, hem de beyazı



Severim baharı, severim beyazı... Renklerin paşası. Hele şu mevsim; akasyalar bembeyaz. Kokuları sinmiş; bağlara bahçelere, yollara… Güzellik beyazda başlar, beyazda biter. Kar gibi, çiçek gibi. Kundak gibi, gelinlik gibi, kefen gibi. Bulut gibi, köpük gibi… Yok başka renk, yok beyaz gibi.  

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler” diyen şair Ö. Asaf haklı gibi. Her renk, beyazda tek renk olur.

Küçük bir kulübe düşünürüm; beyaz bembeyaz bir evcik. İçinde her şey ama her şeyin bembeyaz olduğu masallardaki gibi. Tek kusuru var bu evin yalnız. İğne başı kadar da olsa en küçük bir kiri hemen göstermesi. İnsan ne kadar dikkat ederse etsin bu evi korumak çok zordur değil mi? Oysa bu sadece hayalî bir ev. Bir de ruhumuzun evi olan, kalbimizi düşünelim. O sütbeyaz bölgemizi, tertemiz yanımızı. İnanç ve iman evimiz kalbimizi. Acaba nasıl bir titizlik göstermeliyiz onun için diye düşünmeden edemeyiz. Şirkten arındırıp şükre, boş sözden uzaklaşıp zikre dönmesi için temizlik gerek. Kalbimize de bir bahar temizliği, bir beyazlık gerek. Kötü davranışlardan iyi hallere geçmek, görünürde halk ile ama içte ve özde Hakk’la beraber olmak gerek. Her nefeste uyanık ve gafletsiz olmak, belki de en önemlisi. Fikrin ve düşüncenin dağılmaması için daima ayağımızın önüne bakmak, kalbimizdeki Allah duygusunu diri, dipdiri tutmayı öğreten metotları uygulamak gerek. O zaman işte bakışlar gerçek bir bakış, görüşler gerçek bir görüş olacaktır. Gerçekçi akımın başı sayılan G. Flaubert bu akımın bir başka temsilcisi genç yazar Mauppassant’a şu öğütleri vermektedir: “Her şey görmekten ibarettir. Görmek ama doğru görmek. Üstadların gözüyle değil, kendi gözlerinle ve doğru görebilmek için daha beklemen lâzım. Bir san'atçının orijinalliği, ‘büyük şeyler’de değil önce ‘küçük şeyler’de görülür. Şaheserler basit konular üzerindeki önemsiz ayrıntılardan meydana gelmiştir.”

Bunlar önemli notlar. Ufuk açıcı sözler. “33. Söz” ya da “Pencereler” adlı risâlesinde Bediüzzaman, bir tepeciğin eteğinden geçerken rastladığı “sarı bir çiçek”ten bahseder. Bu sarı çiçek nazarına ilişir ve şöyle bir ders çıkarır: Bu bahçe kimin ise, içindekiler de O’nundur. Bu bahçe bir mektuptur onun nazarında. O sarı çiçek ise o bahçe mektubunu yazanın imzasıdır. Mektubu gören ve okuyan, imzayı da görmek ve okumak zorundadır. İşte küçük gibi zannedilen bir ayrıntıda çok büyük hakikatleri yakalayabilen usta ve üstad bir insan. Bize bakmayı, görmeyi öğreten bir zât. Bize bugün için anlamlı bir hayat fikrini ve bu hayatın nasıl yaşanması gerektiğinin yollarını açan ve önümüze koyan bir zat. Daha böyle nice binler örnekler var, binlerce sayfalık eserlerinde.

Anladıklarımız, okuduğumuz kitabı kapadıktan sonra aklımızda kalanlardır, derler. Yaşadığımız bu hayat kitabı da bir gün kapandığında, acaba ondan hatırladığımız neler olacak? Doğru mu, güzel mi, iyi mi, hoş mu, yoksa boş şeyler mi?  

Geçen gün komaya girmiş bir insandan bahsettiler. Son sözlerinde mırıldandığı cümleleri söylediler. Daha önce sıhhatli iken ne konuşuyorsa, ne anlatıyorsa, hep onları zikredip durmuş. Hoş şeyler değil tabiî, boş şeyler. “Aman Allah’ım” dedim işimiz zor. Ölümü arada sırada da olsa, hiç düşünmediğimiz, hiç hatırlamadığımız için ve neredeyse hayatımızdan tamamen çıkarıp, dışladığımız için işimiz zorun da zoru. Gerçekten uykudayız ama öyle az buz bir uykuda değil, çok ağır bir gaflet uykusu bu. Başka bir âlemden biri çıkıp gelse, bizim alıştığımız şu dünyada gördüğü mucizeler, İlâhî san'atlar ve nice işler karşısında belki de donup kalacaktı. Ne oldu bize böyle?.. Ne baharın, ne beyazın, ne kokuların, ne bu hayatın yollarının ölüme çıktığının bile farkında değiliz. Neredeyse bu güzel hayat, bir kör dövüşüne, bir kısır döngüye dönüşmeye başladı. O kadar çok insan ölüyor, o kadar çok dostlar vefat ediyor ki, ardından duâlar etmek, ağlamak bizlere kalıyor. Bundan bile biz vefat ettiğimizde ne olacak acaba, ne değişecek ki dünyada? Yine güneşler doğacak, batacak, yine kuşlar uçacak, yine yağmurlar yağacak, yine baharlar gelecek ama çoktan tenimiz kara toprağa karışmış, ruhumuz yaşadıklarının hesabını vermek üzere berzah âleminde sorularla karşı karşıya ince bir hesabın içerisinde olacak. Kaçıyoruz hiç düşünmek istemiyoruz. Oysa kaçmak ya da göz kapamak çare değil ki. Allah (cc) her an her şeyi değiştirmeye muktedirdir. Ah buna bir inansak, nefsimize bunu bir anlatabilsek, tılsımın anahtarı birden çözülecek, önümüzdeki duvar bahçeye açılan bir kapıya dönüşecek, ah bir inanabilsek... Rahmetine, o engin şefkatine Rabbimizin bir güvenebilsek.

Şu geçen son on sene içerisinde belki de ilk defa gerçek mânâda uyandığımız bir gün, bir sabah, zelzele sabahı olmuştur diyebilirim. Kısa süreli de olsa hepimiz sonsuz bir güç sahibinin var olduğunu idrak etmiştik. O isterse bir dakikada belki bir anda her şeyi yerle bir edebilirdi. Bunu çok açık anlamıştık. Ama bu da çok uzun sürmedi. İmtihanın gereği, birkaç hafta sonra yine “Hayat devam ediyor” lâfıyla ki bu lâkırdıyı hiç sevmem, hayat devam ediyor değil, hayat devam ettiriliyor. Hayat her an veriliyor. Ne demek hayat devam ediyor? Kendi başına bir şey mi ki, bu sözü dilimize yakıştırıp söyleyebiliyoruz. Biraz insaf, biraz olsun düşünmek gerekmez mi? 

Geçenlerde bir arkadaşa sordum, “Kaç yaşında ölmek istersin?” diye. Düşündü düşündü, bir türlü cevap veremedi. Kolay bir cevap olmadığını biliyorum. Şükür ki, ne zaman öleceğimizi biz bilmiyoruz. Onu bize bırakmayan bir Bilen var çok şükür. Ömrün vaktini tayin eden var. Hayatı veren, hayatı alan var. Ölümü unuttuğumuzdan bahsediyorduk. Gerçekten nefis ve şeytan insana ölümü unutturuyor. “Sırası mı onu düşünmenin, bak daha gençsin. Vakti gelince onu da düşünürsün” diyor. Ama o vakit bir türlü gelmiyor. Ölümü hatırlamak istesek de, nefis, bir türlü hatırımıza getirmiyor. Düşünürüm, nasıl, nerede ve ne zaman öleceğimizi çok düşünüyorum. Bu konu beni ziyadesiyle meşgul ediyor. Bir yanıyla ürkütücü, hayatın zevk ve lezzetlerine son verici bir düşünce oluyor bu. A. Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle “Ölüm, şifasıdır her üzüntünün”. Nereye giderseniz gidin, nereye kaçarsanız kaçın ölüm yanıbaşınızda. Hayatta iken bizden hiç ayrılmıyor ki hayat biterken gelsin ölüm. Hayatın sonu değil, hayatın özüdür ölüm. “Gelenler giderler hep akın akın / Ölenlere değil ölüme bakın / Uzakta sanırız ne kadar yakın / Gözün az üstünde kaşıdır ölüm.” Öyle diyor Mikail Yaprak kardeşim. Aaah bir anlayabilsek. Bu kadar yakın, bu kadar bize yakın olduğunu bir hissedebilsek.

Şimdi bugüne kadar böylesini duymadığım ilginç bir hatıra aktaracağım size, okuyunca hak vereceksiniz. Aydın Kalyoncu kardeşim geçenlerde büyük bir tehlike atlattı. 36 bin voltluk şehir cereyanı bedeninden geçti. Allah yardım etti de bir mucize eseri olarak sağ salim kurtulabildi. Eğer Allah yardım etmeseydi kurtulması imkânsızdı. Olay anını ve yaşadıklarını öylesine güzel anlattı ki, dayanamayıp şu soruyu sordum kendisine: “Ölümü bu kadar yakından hissettiğin halde, Kelime-i Şehadeti getirmeyi düşünebildin mi?” Hafiften bir gülümseme kapladı yüzünü. Ne dese beğenirsiniz. “Evet, düşündüm abi” dedi “Ama Kelime-i Şehadeti getirirsem, ölürüm diye korktum.” Sizi bilmem, bir yaşıma daha girdim diyebilirim rahatlıkla. İlginç değil mi? Şeytanın sağdan yaklaşması tâbiri var ya, işte tam da güzel bir örnek bu. “Getirip de öleydin bari” dedim. Ama o mânâlı mânâlı yüzüme bakıyor; “Gel öyleyse, ölmesi ve söylemesi kolaysa sen söyle, sen öl!..”

Ölüme hazırlıklı olamıyoruz. Hâlbuki inanan insanın bir görevi de ölüme karşı hazırlıklı olmak değil mi? Öylesine fanteziler var ki birçoğumuzun zihninde. Uzanacağız, yatacağız, Kelime-i Şehadet getireceğiz, ondan sonra öleceğiz diye düşünüyoruz hep kendimizi. İşte örneği ortada. Bu işin o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor. Şeytan son nefeste bile karşımızda. Eh bir ömür boyu peşimizi bırakmadıktan sonra orada, o son anda bırakacak değil ya. Bu hatıra benim için çok önemli. İnancımı, ölümle ilgili düşüncelerimi tekrar gözden geçirmeye ve ona uygun bir hayat yaşamaya, yeni baştan bir şevk ile hayatın bu tehlikeli yanlarını da görmeye sevk etti beni. En azından bu hatırayı dinlediğim an ve sonraki günlerde.  

Allah’ım bu tehlikelerden, girdaplardan, düşüşlerden ve yangınlardan Sana sığınıyorum. Beni kendine çeken ama hiçbir yere götürmeyen yollara sapmadım değil. Senden uzak yollardayım. Al beni sevgili Allah’ım, al beni. Bu yetim saatler, bu yetim Sensiz günlerden al, kurtar beni. Sona ersin Sensiz geçen saniyeler, dakikalar. Ruhumda sözlerini duyma, yaşama vakti gelsin artık ne olur. Nurunla yak. Kalbimin karanlık köşelerinde bembeyaz sayfalar aç. Kalbimin sırlarından bir tek Sen haberdarsın, bir tek Sana malûm. Ben beni bile bilmezken cümle âlemi bilensin Sen. Ayarı bozuldu saatlerimin. Dünyama bir ayar gerekli. Bana, bize, hepimize bir vahiy sesi gerekli, Kur’ân gerekli. Bazen bir âyet olabilir bu. Bazen Senin razı olduğun iki rekât namaz. Ama bilemem o tılsımın anahtarı ne zaman açılacak? Gece mi, gündüz mü, şimdi hemen mi, az sonra mı bilemem? Açmanı beklemek, açılmasını beklemek ya Fettah. Açan, açacak olan Sensin. Ey bu yerlerin hâkimi. Bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum. Sana sundum elim, Sana sundum dilim, Sana açık kalbim. Ya Fettah. Ya Allah. Ya Hû.

Geçen gün bir takvim yaprağında okumuştum. Bir gün Hz. Aişe (ra) merak etti ve Efendimize (asm) sordu:

“Ümmetinden hesap sorulmadan Cennete girecek olan var mı?”

Efendimiz (asm):

“Evet, günahlarını hatırlayıp ağlayanlar hesapsız Cennete girecekler.” 

İşte yaralarımın dermanı müjdeli bir söz daha. Ben nasıl sevmem Resulullah’ı. Essalâtü Vesselâmu Aleyke Ya Resûlallah. Yarım değil, çeyrek değil, tam derman bu. Rabbim, habibin hürmetine affeyle. 

“Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semâvâtı da icad edecek; hem güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hâtırât-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez. Semâvâtı halk edemeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi ıslâh eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, ‘Haydi, gir’ der.” (Bediüzzaman, 26. Lem’a - 11. Rica) 

Ya Rabbi, böyle bir güzelliğe, böyle bir cemale sahip olduğun ve bizi bu güzelliklerden haberdar ettiğin için Sana sonsuza kadar hamd olsun. 

Hz. Ali (ra): “Ecel gelince arzu ve heveslerinin ne kadar boş olduğunu anlarsın,” diyor. Allah’ım İlâhî ve güzel arzulara yönlendir hepimizi, bu dünya çöllerinde mahvettirme bizi. Âmin.

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bir yıl sonra



Çankaya’ya çıkmasına ramak kalmış gibi göründüğü bir noktada oraya ulaşması son anda engellenen Gül’ün, on yıl önce 28 Şubat süreci başladığında özel bir sohbetinde “Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına çarpınca anladık” dediğini duymuştuk. (...)

Evet, Gül ve arkadaşları 28 Şubat tecrübesinden sonra “din adına siyaset”in yanlışlığını daha iyi gördüler. Bu sebeple, yeni politikalarını daha doğru ve gerçekçi bir zemine bina etmeye çalıştılar. Ama bu çizgiyi tam olarak tutturamadılar.

“Değiştik, eski yanlışlarımızı terk ettik” diyerek yola devam ettiler, ama doğrudan iktidara talip olmaktan vazgeçmediler. Böyle olunca da karşıtlarının “takiyye” kuşkusundan kurtulamadılar. Değiştiklerini ispatlamak için yaptıkları kimi işler ise, yer yer “savrulma” boyutuna ulaştı.

Sonuçta “İsa’ya da, Musa’ya da yaranamama” deyişiyle anlatılan duruma sürüklendiler.

Eğer yeni kimlikleriyle hiç değilse bir-iki dönem muhalefette kalmayı veya orta sağ bir kitle partisinde yer alıp şimdilik vitrine çıkmamayı tercih etselerdi ve bu süreçte hem kendilerini geliştirmeye, hem de kamuoyunu hazırlamaya çalışsalardı, ülkenin geleceğinde olumlu anlamda çok daha kalıcı ve sağlıklı bir yer edinirlerdi.

Öyle yapmadılar ve kurulmalarının hemen akabinde iktidara gelmelerinden dört buçuk yıl sonra karşı karşıya kaldıkları tablo meydanda.

Evet, Gül’ün, diğer AKP’lilerin, siyasetle meşgul olan herkesin Said Nursî’den alacakları çok önemli mesajlar var. Gül ve arkadaşları bu mesajların bir kısmını, ancak 28 Şubat duvarına çarptıktan sonra anlayıp gereğine uygun davrandılar ve karşılığını kısa sürede elde ettikleri başarılarla aldılar; ama alıp uymaları gereken başka mesajlar da mevcut ve o parlak başarılarının ardından şimdi içine sürüklendikleri büyük sıkıntı, onlara uymamalarının bir neticesi.

Peki, seçilmesi son anda, akla hayale gelmedik taktiklerle engellenen Gül seçilseydi ne olurdu? Kanaatimiz o ki, oraya çıktığına çıkacağına pişman edilir; amansız bir ablukaya alınarak iş yapamaz hale getirilir ve dahası sıkıntı bütün Türkiye’de iyice katmerlenerek artardı...

***

Yukarıdaki pasajlar, bir sene önce, 27 Nisan sürecinin sıcak ortamında 11.5.2007 günü bu köşede yayınlanan yazımızda yer almıştı.

Sonrasında bilinen gelişmeler oldu. 22 Temmuz’da seçime gidildi. AKP 3 Kasım’da yüzde 34 olan oy oranını yüzde 47’ye yükseltti. Yeni Meclis ilk iş olarak, 27 Nisan muhtırası ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararı ile cumhurbaşkanı seçilmesi engellenmiş olan Gül’ü Çankaya’ya çıkardı. Gül, yaklaşık dokuz aydır Köşkte.

Bu, AKP’nin 3 Kasım 2002’de iktidar olmasından sonra hep beklediği ve özlemini çektiği bir tabloydu. Çünkü yapmak istediği birçok şey, Çankaya engeline takıldığı için akim kalıyordu. Ama artık bu engel ortadan kalkmış, hükümet-Çankaya uyumu nihayet sağlanmıştı.

Dolayısıyla, evvelce yapılamayan ve yapılmak istendiği halde Köşk engeli sebebiyle sonuçlandırılamayan temel reformları birbiri peşi sıra gündeme getirip neticelendirmek ve beş yıldır ertelenen sözleri tahakkuk ettirmek artık mümkün hale gelmişti. Ama ne yazık ki öyle olmadı.

Cumhurbaşkanı seçiminden sonra ilk iş olarak gündeme getirilir gibi yapılan yeni anayasa girişimi rafa kaldırıldı. Başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma projesinin tetiklediği zincirleme gelişmeler de herkesin mâlûmu.

Gelinen noktada AKP 22 Temmuz zaferinin neresinde? Gül, cumhurbaşkanı koltuğunda oturmaktan mutlu mu? İşin buraya gelmesi engellenemez miydi? Yine nerede yanlış yapıldı?

Geçen yıl Gül’e çıkarılan 367 engeli 22 Temmuz seçimiyle aşılmıştı. Peki, şimdi Gül’ü de kapsayan kapatma dâvâsı nasıl bertaraf edilecek?

Yeni bir seçimle mi? Erdoğan’a göre çare bu değil? Peki ne? İyice sisteme teslim olmak mı?

17.05.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Batı-İsrail dostluğunun Protestan temeli



"İSRAİL kurulmadan önce İsrail’e inanıyordum, şimdi de inanıyorum. Kendisini parlak bir gelecek bekliyor. Çünkü bizim medeniyetimizin büyük ideallerini temsil etmektedir.” ABD Başkanı Harry Truman (1844-1972) İsrail’in kuruluşunun 60. yıl kutlamalarına katılan George W.Bush, İsrail’e yaptıkları ekonomik ve askerî yardımlara devam edeceklerini açıkladı. Açıklamasında farklı birşey yok. Selefleri de aynı sözü tekrarlayıp durmuşlardı. T. Jefferson, B. Franklin, Abraham Lincoln, H. Truman, J. F. Kennedy’den tut, ta Reagan’a kadar hep aynı sözleri söylediler. Obama dahi aynı sözlerle siyaset sahnesinde yerini almakta. Amerikalıların nazarında İsrail’e her yönüyle destek olmak, vazgeçilmesi imkânsız olan tarihî bir ahittir. Özellikle de Protestanlar için...

Mezhepleri gereği dinî Siyonizm taraftarı olan Protestanlar, Herzl’in başlatmış olduğu politik siyonizme can-ı gönülden destek vermişlerdir. Hatta bu konuda Yahudilerden daha fazla çaba göstermişlerdir. Göstermiş oldukları bu çabalarla adeta ‘Protestan Yahudi Misyonerleri’ sıfatını hak etmişlerdir diyebiliriz. Politik siyonizm için canla başla çalışan Hıristiyan siyonistlerin başında İngiliz Rahip William Henry Hechler (1844-1931) gelir. Kendisini ‘Allah’ın kılıcı ve İncil’ine hizmet eden’ olarak vasıflandıran Hechler, mutaassıp bir Püritanist idi*. Ayrıca “London Society for the Promotion Among the Jews/Londra Hıristiyanlığı Yahudiler Arasında Yayma Cemiyeti” üyesiydi. Sahip olduğu akidenin telkinleri yüzünden Thedore Herzl’i, Yahudileri Filistin’e geri götürmesi için Tanrı tarafından gönderilmiş bir peygamber olarak görüyordu. Bu konuda “The Restoration of The Jews to Palestine According to the Prophest/ Peygamberlere göre Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi’’ adlı bir de kitap telif etmiştir. Bundan başka Siyonistlerin yayın organı olan ‘Die Welt’de ‘Ark of the Covenant’** başlıklı makaleler yazmıştır. Rahip olduğu için insanların duygularına nasıl hitap edileceğini çok iyi bilen Hechler, bir makalesinde bakın neler diyor:

“Uyanın Ey İsrailoğulları! Önceki peygamberlere vermiş olduğunuz söz gereğince, Tanrı’nın kendisi sizden atalarınızın yurduna dönmenizi istiyor. Ve sizin Tanrı’nız olmak istiyor. Bir Hıristiyan olarak ben de siyonizme inanıyorum. İncil’e ve Peygamberlere göre Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması gerekmektedir... “ (The Politics of Christian Zionism s: 31)

Hechler, her vesileyle siyonizm propagandası yapmaya büyük gayret sarf ediyordu. 1882’de Rusya’ya seyahatinde yapmış olduğu sohbetlerde, dindar olmayan birçok Yahudi’yi ‘dinî siyonizm’e kazandırırken, politik siyonizme mesafeli duran Yahudi din adamlarına da politik siyonizm fikrini aşılamıştır. Ayrıca, Rus Çarı 2. Alexander’e düzenlenen suikast neticesinde kötü duruma düşen Rusya Yahudilerini Filistin’e göç ettirmek için Lord Shaftesbury ile beraber bir komite oluşturarak para toplamıştır. (The Politics of Christian Zionism s: 16)

Hechler’in göstermiş olduğu bu gayretlere hatıralarında yer veren Thedore Herzl, “Şayet Filistin’e gidersek İngilizlerin dindar Hıristiyanları bize yardımcı olacaklar. Çünkü onlar, Yahudiler vatanlarına dönerlerse Mesih’in (Hz. İsa) geleceğine inanıyorlar.”

“İngiltere’nin Viyana Sefareti Rahibi William Hechler beni ziyaret etti. Projemi büyük bir heyecanla karşıladı. O, hareketimin (siyonizm) ‘peygamber meselesi’ olduğuna inanıyor. Bana harbiyeli subaylar için hazırlanmış olan büyükçe bir Filistin haritası gösterdi. Dört sayfadan oluşan harita açıldığında tüm odayı kapladı. Gururla bana, “senin için temeli hazırlamış bulunuyoruz” dedi. Plana göre yeni tapınağımız ülkenin tam ortasında olacaktı. Bu arada eski mabedin yerini de gösterdi” (Diaries s: 71-72)

Hechler, siyonist harekete bir taraftan dinî, diğer taraftan malî destek sağlarken, diplomatik destek bulma gayretlerini de yürütüyordu.

Alman İmparatoru’nun amcası olan Baden Dükü Frederick ile çok yakın dostluğu vardı. Bu yüzden sıksık bir araya gelirlerdi. Beraber yapmış oldukları sohbetlerin ana temasını İncil, tapınak, arkeoloji ve İncil tarihi oluşturuyordu. Aslında bu sohbetlerin gayesi Dük Herzl’e görüştürmeye ikna etmek, böylece Herzl’in politik bir lider olarak kabul edilmesini sağlamaktı. Çok geçmeden bu sohbetler semeresini verdi. Ve Dük Frederick, Herzl’le görüştü. Görüşmeden memnun kalan Dük, Herzl’in kendine sunduğu siyonist fikirleri Kayzer’e ileteceğine dair söz verdi. Böylece politik siyonizm uğrunda ilk diplomatik girişim yapılmış oluyordu. Ve bu da bir Hıristiyan rahip tarafından gerçekleştirilmişti. (The Politics of Christian Zionism s: 11)

Rahip Hechler’in politik siyonizmin kabul görmesi için yapmış olduğu girişimlere “The Politics of Christian Zionism” adlı kitabında geniş yer veren Paul C. Merkley, “Hechler olmasaydı belki de ne ‘Dünya Siyonist Teşkilâtı’ ne Balfour Deklerasyonu, ne İngiliz Mandası ne de Yahudi Devleti olurdu” der. (The Politics of Christian Zionism s: 8)

*Pürutanizm: Yahudilerin Filistin’e dönmelerini sağlamayı dini bir vacip olarak gören mutaassıp Protestan hareketi.

**Eski Ahid’e göre, Hz. Musa’ya Allah tarafından verilen On Emir’in yazılı olduğu taş tabletlerin içinde bulunduğu mukaddes sandık.

17.05.2008

E-Posta:


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT