Başörtüsü yasağının kaldırılmasına yönelik iki maddelik anayasa değişikliğine dair dâvâda, raportörün raporunu hazırlayıp üyelere dağıtmak üzere olduğu, “iptal davası” hakkındaki Anayasa Mahkemesi “karar”ının pek yakında görüşüleceği anlaşılıyor.
Kulislerde, Mahkeme’nin, Danıştay’ın “türban kararı”ndan hareketle değişiklikleri “iptal” edebileceği belirtilmekte. Ve “iptal”in iktidar partisine açılan “kapatma davası”nı etkileyebileceği endişesi taşınmakta. Çünkü “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” iddiasıyla devam eden davanın en önemli “gerekçeleri”nden biri, başörtüsü…
Bunun içindir ki daha şimdiden AKP ile MHP arasında karşılıklı “suçlama salvosu” başlamakta; “tuzak”tan bahsedilmekte. Bazı iktidar milletvekillerinin Başbakan’a “MHP’nin tuzağına düşüldüğü ve oyuna gelindiği” serzenişlerine karşı, Bahçeli’nin “Erdoğan AKP’nin kapatılmasını istiyor” ifâdesi, bu açıdan oldukça ilginç.
Doğrusu siyasî iktidarın, yaşanan olumsuzlukları davaya yükleyip, geçmişin üzerine sünger çekecek, yolsuzlukların üzerini örtecek ve ekonomideki sıkıntının sorumluluğundan kurtaracak bir politika izlediği izlenimi var. Bu izlenime, “mağduriyet”le yeniden seçmenden oy toplayacak bir taktik güttüğü spekülasyonlarına, “savunma stratejisi” de destek veriyor.
Başta Başbakan olmak üzere iktidar partisi mensupları zâhiren “kapatılmaz” deseler de, çoğunun daha şimdiden “partinin kapatılacağı”na kendini âdeta inandırması, bu ihtimali daha da güçlendiriyor.
Ne var ki “kapatma” sürecinde Başbakan’ın “kararsız” kalması, partiden referanduma kadar götürecek temel anayasal düzenlemelerden cayıp son demde hiçbir anayasal değişikliğin yapılmayacağını açıklaması, iktidar partisinin ötesinde Türkiye’ye kaybettirtiyor.
Salt parti kapatmayı zorlaştıran ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimini tanzim edip yetkilerini budayan bir anayasal ve yasal düzenleme elbette gerginliğe sebep olurdu. Ancak iktidar partisinin demokratikleşme ve özgürlüklere dair uyum yasalarını çıkarmaktan kaçınmasının hiçbir izâhı yoktur.
Yargı reformundan siyasî partiler ve seçim kanunlarının düzeltilmesine, eğitimin demokratikleşmesinden ifâde özgürlüğünün AB standartlarına ulaştırılmasına kadar zaten Ankara’nın bir dizi vaadi var. Siyasî iktidar bunu fırsat bilerek bu düzenlemeleri hızla yapmak yerine, arkadan dolanan binbir muhataralı siyasî hesap ve taktiklere girmenin ülkeye ve demokrasiye hiçbir faydası olmayacak.
Zira Türkiye’nin çıkarılan 9 pakete rağmen hâlâ demokratikleşmede, temel hak ve hürriyetlerde bir yığın eksiği var. Türkiye’de dava açılma rekoru kıran 301. madde de yetersiz de olsa düzenlemeler yapıldı.
Gerçi başta İnsan Hakları Avrupa Örgütü olmak üzere, insan hakları savunucuları, “isteksizce çıkarılan yasayı tam bir hayal kırıklığı ve kaçırılmış bir fırsat” olarak hayıflandılar. Dava açılmasının Adalet Bakanlığının “izni”ne bağlanması ve ceza üst sınırının üç yıldan iki yıla indirilmesini noksan gördüler.
Ancak, inanç ve ifâde özgürlüğüne dair yasalarda yapılan onca değişikliğe rağmen, onlarca gazeteci ve yazar sırf fikirlerinden dolayı hâlâ yargılanıyor. Ve meşhur 312’nin yerine ikame edilen yeni ceza yasasındaki 216’nin da düşünce ve anlatım özgürlüğünü “suç” saydığı her gün ortaya çıkan örnekleriyle Türkiye’yi mahkûm ediyor...
Aslında AİHM’nin gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular dâvâsıyla ilgili karar, Türkiye’nin ifâde özgürlüğünü ihlâl ettiğini belgelemiş oluyor. Üç defa değiştirildiği halde, sözkonusu maddenin hâlâ kanaat özgürlüğünü özellikle uygulamada “suç” saydığını tescil ediyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, ana umdesini oluşturan ifâde hak ve özgürlüklerinin kullanılmasının görev ve sorumluluğunu devlete yükleyen 10. maddesine göre verilen kararda, “aykırı” da olsa herkesin görüşlerini açıklama hakkına sahip olduğu ve bu hakkın hiçbir devlet otoritesi ve müdahalesiyle engellenemeyeceğini teminat altına alıyor.
“Kişinin inancını, inandığı dinini tebliğ etme, yayma ve benimsetme hakkını”nın olduğunu belirleyen “karar”, Türkiye’de inanç ve ifâde özgürlüğünün hâlâ muallel olduğunu bir defa daha gösteriyor…
Siyasî iktidar, sâdece “kapatma davası”na kapanmamalı; bu süreçte en azından ifâde özgürlüğünde yargıcın yorumuna yer bırakmayacak şekilde, bütün dünya ceza yasalarında olduğu gibi, net, anlaşılabilir ve tatbikatta istismar edilmeyen düzenlemeler yapmalı…
17.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|