Bediüzzaman, “eski dahiliye vekili, şimdi parti kâtib-i umûmisi” dediği dönemin Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta, “yirmi sene zarfında devlet makamlarına birtek istidâ (dilekçe) yazmayan” biri olarak “bir hakîkati beyân etmeye kendimi mecbur bildiğini” belirtir. İktidardaki Halk Fırkasının millet karşısında “gâyet ehemmiyetli bir vazifesi”ni bildirir: “Bin seneden beri, âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi (Müslümanların birlik ve bütünlüğünü) muhâfaza eden ve âlem-i beşeriyetin (insanlığın) küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir sûrette kurtulmasına büyük bir vesîle olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri, eğer şimdi, eski zaman gibi, kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-ı îmâna sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’âniye ve îmâniyeyi tervîce (rağbete getirmeye) çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve katî hüccetlerle ispat ederim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşîliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek…” (Tarihçe-i Hayat, 437)
Devamında “hâriçte iki dehşetli cereyâna karşı, bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabileceği”ni açıklayan Bediüzzaman, “hamiyetperver ve milliyetperverler” olarak, tek parti devrinde cereyan eden “medeniyet hesâbına mukaddesâtı çiğneyen usûller”e dikkat çeker. “Üç dört şahsın inkılâp nâmında yaptıkları icraatı esas tutulması”nın yanlışının düzeltilmesini ister.
Bir Müslümanın “başka milletler” olmayacağını nazara vererek, “İslâm milliyeti”ni esas alan Bediüzzaman, “eğer dînini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdâd-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez” diye ikaz eder.
Bir başka mektubunda ise, Nur talebelerinin yalnız imanla alâkadar olduklarını yazan Bediüzzaman, “Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşaallah, bir sebep çıkar o istibdadı kıracak” dediği noktada “Demokrat çıktı, bir derece kırdı” diye bir “haşiye” koyar. (Emirdağ Lâhikası, 140)
Bediüzzaman’ın milletin mânevî değerlerinden kopuk siyasete yaptığı tenbihteki en önemli nirengi noktalarından biri şüphesiz, “istibdad”a karşı temel hak ve hürriyetlerin teminidir. Kırk yıl önce mücadelesini verdiği, “milletin hâkimiyeti” ve “efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) zembereği dediği meşrutiyet ve demokrasinin, bir diğer anlamıyla “demokratik cumhuriyet”in “mânâsız isim ve resim”den kurtularak bütün muhtevasıyla yerleşmesidir.
Dört büyük halifenin birer reis-i cumhur oluşu gerçeğinden hareketle “mânâ-yı dindar bir cumhuriyeti” oluşudur. Bu tefsirle İslâm ve Kur’ân nâmına meşrutiyeti alkışlar…
Aslında Bediüzzaman’ın, “hükûmetin büyük bir rüknü” dediği iktidarın “ikinci adamı” olan Halk Partisi Genel Sekreterine ilettiği ikazlar, bütün partiler için geçerli. Bundandır ki, o zamana kadar ortaya çıkan “siyasî muârızlar”dan bahseden Bediüzzaman, “eğer bu muârızlarınız hakâik-i îmâniyeye nâmına çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi” diye onları uyarır…
Halk Partisi Genel Sekreteri’ne, “Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç dört adamlara verip, şimdiye kadar umûmi harb vesâir inkılâpların icbârıyla yapılan tahribâtları-husûsan an’ane-i dîniye hakkında-tâmire çalışsanız, hem size istikbâlde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusurâtlarınıza keffâret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver nâmına müstehak olursunuz” tespitinin mânâsı budur.
Gerçekten, “Demokrat çıktı” ve Türkiye’de çeyrek asır süregelen tek parti istibdat ve diktasını bir derece kırdı. Merhum Menderes’in, Millet Meclisi’nde, “Şimdiye kadar tek parti döneminde kabul ettiremediğiniz, millete mâl olmayan inkılâpların millete benimsetilmesini bizden beklemeyin” ifâdesinin bu anlama geliyor.
Bunun içindir ki Demokrat Parti’nin iktidara geldiği gün olan 14 Mayıs, Lâhikalarda bir “bayram” olarak ilân edilir. “14 Mayıs seçimleriyle çeyrek asrın diktatöryası zîr ü zeber edilip çatır çatır yıkılırken, millet, kendi mukedderâtına, hâkim olmaktan duyduğu hudutsuz bir sevinç içesinde bayram ediyor” denilir. (Emirdağ Lâhikası, 548)
“Ahrarlar”ın devamı olan, “demokratlık ve hürriyetçiliği” esas alan Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950’de iktidara gelişinden bir ay sonra Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle maddî hizmetlerin yanında mânevî hizmetleri başlatır. Demokrat Parti ve devamı partilerin iktidarı döneminde, 570’in üzerinde imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüsü ve ilâhiyat fakültesinin yanısıra yurt sathında binlerce Kur’ân kursunun hizmete açılır. Okullara din dersleri konulur. Diyanet’e 80 bini aşkın kadro tahsis edilir.
Bediüzzaman, “Ahrarlar” dediği “hürriyetperverler”in, yani “Demokratlar”ın muvaffakiyetlerine çok dua edip,“İnşaallah o ahrârlar istibdâd-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’îeye vesîle olacaklar” duasında bulunması ve “Anadolu’daki Müslümanları bir mânevî kuvvet ve duâcı yapmaya” daveti buna işârettir… (Emirdağ Lâhikası, 267)
14 Mayıs’ın mânâsı budur. Bugünkü iktidar ve siyasî partiler bundan ders almalıdır…
14.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|