Hizmet ehlinin önünde pek çok engel var. Bazen ümitsizlik, bazen meyl-i tefevvuk, yani üstünlük duygusu, bazen acelecilik, bazen fikr-i infirâdî... Hizmeti gaye edinenlerin, bu manileri tek tek aşmalarıyla ancak yola devam etmeleri mümkün.
Bu manilerden, Bediüzzaman’ın “fikr-i infirâdî ve tasavvur-u şahsî” olarak tavsif ettiği, diğer bir ifade ile şahsını merkeze koyan, kendisinin dışındaki kabiliyetleri, istidatları görmeyen bir hâlet-i ruhiyedir ki, dine hizmeti gaye edinenler için oldukça tehlikeli bir durumdur.
Tâbir yerinde ise herkese tepeden bakan, herkesi küçük gören, burun kıvıran, yakın dâvâ arkadaşlarını sürekli tenkit eden, başkalarının fikir ve düşüncelerine değer vermeyen böylesi karakterlerin hizmet adına yapacakları pek bir şey yoktur. ‘Ene’sinin esiri olmuş bu yapıdaki insanlar, kendilerini dünyanın merkezine koyarak, çevresindeki insanlardan tecrid ederek bu halleriyle kendilerini bir nev'î münzevî hayata mahkûm etmiş oluyorlar.
Bu karakterdeki insanların, samimî kardeşlik esasına, ortak hizmet prensibine dayanan, birlik ve beraberliği düstur edinen bir cemaatte hizmette bulunması hiç de kolay değildir.
Ene’lerini tatminle meşgul, toplu bir hizmet tarzını içine sindirememiş, “ben” yerine “biz” demeyi alışkanlık haline getirememiş, cemaatin mânevî gücüne inanmamış böylesi mizaçların, bir bakıma yalnızlıktan kurtulmaları mümkün değil. Böylesi mizaçlar hizmet niyetiyle insanlara muhatap olurken de, çoğu zaman, Üstadın men ettiği “mürşidâne bir tavır” içine girdiklerinden, muhatapları nezdinde hep resmî ve soğuk karşılandıklarından tebliğde pek etkili de olamazlar. Bu fıtrat ve mizaçtaki insanların çare olarak yapacakları tek bir şey vardır, o da “ben merkezciliği” terk edip, dâvâ arkadaşlarının fikirlerine değer verip, şahs-ı mânevîyi esas alıp cemaatle beraber hareket etmektir. Her insanın mizacı, fıtratı farklı olabilir. Bazıları sosyal olduğu gibi, bazıları anti-sosyal, yani çekingen ve münzevîdir. İçe kapanık olmak, münzevî olmak elbette yadırganacak bir hal değildir. Hizmet adına çekingenlikten, münzevîlikten kurtulmanın çaresi de, hizmetin bir ucundan tutmaya çalışmak, dostlarla samimî bir diyalog içinde bulunmakla mümkündür. Zaten insan fıtraten medenî, sosyal bir karakterle yaratıldığından, bize tevdî edilen kabiliyetlerimizi, istidatlarımızı yanlış kullanmadığımız müddetçe toplumdan kopuk bir hale girmemiz mümkün değil.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, yeter ki ene’mizin cenderesinden çıkıp, yalnız kendi doğrularımıza değil, çevremizdeki insanların da söylediklerine kulak verelim. Beğenmesek dahi onların da fikir ve düşüncelerine değer vermesini bilelim. “Faziletfüruşluk” pozisyonlarına girmeden; “meyl-i tefevvuk” alışkanlıklarımızı terk etmesini bilelim. Bunu becerebildiğimiz takdirde gerisi kolaylaşır.
“Fikr-i infirâdî ve tasavvur-u şahsî” çıkmazından kurtulmak için Bediüzzaman, ayrıca “yüksek himmet, gayret ve hamiyet sahibi bir mücahit” olarak tavsif ettiği bir düstur ile, bir prensip ile çare bulunacağını beyan ediyor. Din-i mübîne hizmeti dâvâ edinenlerin bu gibi tavsiyelere kulak vermeleri en iyi çare olsa gerek. Efendimizin (asm) “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisi de bu meyanda bizim için en doğru bir rehber olmalı. İnsanlara faydalı olmayı gaye edinen ehl-i hizmetin, hayırlı bir konumda ve hayırlı bir camiada hizmette bulunmaları en doğru, en istikametli bir tarzdır. Bu meyanda Bediüzzaman’ın; “Zaman cemaat zamanıdır” tesbiti de ehl-i hizmet için hareket noktası olmalı. Şahsî kabiliyetlerimiz, özelliklerimiz, güzelliklerimiz ne olursa olsun bunlara güvenip cemaatin mânevî gücünü görmezlikten gelmemeliyiz. Ancak bu şekilde bazı kabiliyetlerimizin ve istidatlarımızın bir değeri olur ve etkili, doğru, kalıcı bir hizmette bulunabiliriz.
18.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|