Eserlerinde baştan sona fâni ömür dakikalarını bâkileştirme dersi veren Üstad Bediüzzaman, herkesten evvel nefsine hitaben kaleme aldığı bu derslerin gereğini öncelikle kendi hayatında titizlikle yaşayan bir insan.
Ali Ulvi Kurucu Tarihçe-i Hayat için yazdığı muhteşem önsözde Üstadın, kendisine verilen yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhi olduğunu belirtir.
“Dünya madem fânidir, hem madem ömür kısadır, hem madem lüzumlu vazifeler çoktur” hakikatlerini bihakkın yaşayarak tamamladığı uzun ve bereketli ömrünün bir ânını bile boşa geçirmemiş olması, bu şuur ve idrakin neticesi.
Talebe ve komşularına “Ne zaman uyur, ne zaman kalkar, bilemezdik” dedirtecek şekilde ibadet, dua ve münâcâtla geçen gecelerin gündüzünü tamamen Risale-i Nur’un mütalâa ve tashihine ve nur hizmetlerine tahsis etmişti.
Onun hayatı baştan sona okumak, okutmak, okumayı teşvik esasları üzerine bina edilmişti.
İlk emri “Oku” olan mukaddes kitabımızın çağımızdaki en önde gelen yorumcusu olarak, bu İlâhî emre harfiyyen tâbi ve teslim olan bir hayat yaşadı. Ya sünuhat-ı kalbiye ile yazdırılan eserlerini okudu ve okuttu, ya da aynı mânâların kâinat kitabındaki tezahürlerini temâşâ etti.
Son nefesine kadar yüzlerce, binlerce kez, asla bıkmadan, aksine her defasında yeni mânâlar keşfetmenin manevî haz ve heyecanıyla okuduğu eserlerden başını kaldırdığında, nazarını kâinat kitabının o muhteşem sayfalarına çevirdi.
Bilhassa bahar mevsiminde yeryüzünde teşhir edilen mucizeli rahmet ve hikmet eserlerini; ağaç, bitki ve hayvanlar âlemindeki ilâhî san'at harikalarını; varlıklar üzerinde parlayan tevhid mühürlerini hiç bitmeyen bir iştiyakla inceledi.
Esaret zindanlarında, sürgünlerde, kırık penceresi bir parmak buz tutmuş hapishane hücrelerinde, verilen şiddetli zehirlerin tesiriyle acılar içinde kıvrandığı veya ağır hastalıklarla boğuştuğu zamanlarda bile bu mânâlarla iç içe oldu.
Ama bu okuma eksenli hayat, masa başında geçen pasif ve hareketsiz bir yaşayış tarzı değil.
Tam tersine, son derece dinamik, aktif, cevval, bir ânı dahi boş geçmeyen verimli bir hayat.
1922’de Ankara’dan ayrılıp 1925’teki sürgününe kadar Van’daki Erek Dağı Zernabad suyu başında beraber kaldığı talebelerinden Molla Hamid Ekinci’nin anlattığı şu hatıra çok anlamlı.
“Baharda odun kırmış, camiye odun çekiyordum. Üstad da bana odun taşımak için yardım ediyordu. Kucağına bir demet alıp taşımaya başladı. Ben Üstadın odun taşımasını istemedim. ‘Efendim, işte ben taşıyorum. Siz oturun’ dedim. Üstad cevaben aynen şunları söyledi:
“Gayretim kabul etmiyor; sen çalışasın, ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!”
Bizim inanılmaz ve akıl almaz bir “cömertlik,” daha doğrusu savruklukla boşa geçirdiğimiz ömür dakikalarının ne kadar paha biçilmez bir kıymete sahip olduğunu, geçen hiçbir dakikanın geri gelmeyeceğini, bundan sonra kaç dakikamızın kaldığına ilişkin bilgimiz olmamakla birlikte kalan dakikalarımızın sür’atle azaldığını bir an önce fark ederek, bu mânâlar çerçevesinde kendimize çekidüzen vermemiz icab ediyor.
Mesnevî-i Nuriye’de aktarılan şu hadis de konunun bir diğer boyutunu dikkatlere sunuyor:
“İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler (geri dönerler); ya gafletle muzlim (karanlık) olarak gelirler veya hasenât-ı muzîe (ışık saçan sevaplar ve iyilikler) ile avdet ederler.” (s. 183)
Ömür dakikalarımıza dair kayıtların hesap gününde bomboş veya karanlık görüntüler olarak değil; ışıklı, aydınlık ve ferahlatıcı manzaralar olarak önümüze konulmasını arzu ediyorsak, hayatımızı ona göre yaşamamız gerekmiyor mu?
18.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|