Zamanın bahar faslını yaşıyoruz.
Hayatın rengiyle başladı bu fasıl.
Hayatın rengiyle, yani yeşille.
Önce aşağıda toprak, yukarıda ağaç yeşerdi. Taze bahar yaprakları bâd-ı sabâ ile hareketlenmeye başlayınca otlar boy attı, taşlar yosun tuttu, yapraklarla donanan dallar yeni sürgünler verdi ve sıra çiçeklenmeye geldi.
Hayat rengine bürünerek canlanan dağlar, ovalar, kırlar, bayırlar menekşelerle, sümbüllerle, papatyalarla, nergislerle, lâlelerle çiçeklenirken erguvan dalları pembeleşti, akasya ağaçları hâlelendi, mor salkımlar saçaklandı ve mevcudât bambaşka bir hâl aldı.
Herkes, kendi dünyasının tezahürü olan başka bir nazarla baktı bu manzaralara. Kimi görünce şöyle bir bakıp geçti, kimi derin derin seyre daldı. Kimi cüz’î bir haz aldı, kimi kendinden geçercesine hayran kaldı.
“Baharı, Cenâb-ı Hakkın nurânî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sayfası ve Sâni’-i Hakîmin antika san'atının en müzeyyen ve şâşaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakkın esmâsını sevmektir.”
Kimi ise Bediüzzaman’ın bu sözlerle de ifade ettiği gibi Allah’ın isimlerinin tecellîleri olan ve an be an değişen canlı bahar manzaralarını tefekkür nazarıyla, ibadet maksadıyla temâşâ etti ve ediyor.
Aylar bu renkli ve âhenkli ahvâl içinde geçti.
Bahar, nihayet güllerin açmasıyla kemâle erdi.
Bu günlerde gül güzelliği hâkim hayata.
Zîra 18 Mayıs, gül mevsiminin başlangıcı.
***
“Gül, bir sabah erken açılıp şöyle dökündü,
Bâd-ı sabâya bir sırrı fısıldayıp büküldü.
Şu bahtsız hâle bak ki on günde erişti,
Hem açtı, hem gonca verdi, hem döküldü.”
Bir gülün hayat safahâtı var Hayyam’ın bu mısralarında.
Şair, gülün bir sabah erkenden açılıp saçılarak bütün güzelliği ile arz-ı endam ettiğini, ardından ruhunun sırrı mesabesindeki rayihâsını sabah rüzgârına verirken ona bir şey anlattığını, on gün kadar dalında saltanat sürdüğünü, sonra da yerine bir gonca bırakarak solup döküldüğünü anlatır.
Bunu söylerken de bir gülün ömrünün on gün gibi kısa bir zaman olmaması gerektiğini ihsas ederek bunu gülün bahtsızlığı, feleğin vefasızlığı sayar ve güle meftun insanlar adına hayıflanır.
Bu hayıflanmanın sebebi, belki de gülün; hayatının baharında saltanatının şâşaasını yaşarken rayihasıyla cezbedip yanına getirdiği sabah rüzgârının kulağına eğilerek fısıldadığı hayat sırrını hissedememiş olmasındandır.
Zîra, gonca hâlindeyken umumiyetle güneşin doğduğu tarafa bakan, ilk açtığı zaman da nazarını seherin allığından ayırmayan gül, fecirle hemhâl oldukça tazeliğini korur. Gün, gülden renk alarak kemâle erdikçe gül irileşip yere doğru eğilerek güneşin battığı istikamete doğru döner.
Bir süre sonra da gurûba meylederek solmaya başlar.
Bu şekilde, her biri lisân-ı hâlinin bir başka ifadesi olan cismiyle, rengiyle, kokusuyla, güzelliğiyle idrak sahibi insanların dikkatini çekerek onlara kendisinin, günün güllerini gösteren bir sembol olduğunu îma eder.
Günün güllerini, yani fecri ve gurûbu.
Gerçekten de fecir, güneşin doğuşu sırasında aldığı şekil, büründüğü renk, nurlanan hâleleri ve muhayyilede teşekkül eden tedaileri ile âfâkı kaplayan büyük bir gülü andırdığından, her gün seherde açan o fıtrî gülle başlar.
Güneş doğmadan önce küçük bir goncaya benzeyen ufkun kızıllığı, tulu’ vakti yaklaştıkça açılır, pembeleşir, hicabî bir hâl alır, güneş doğup yükselmeye başladıktan sonra da yavaş yavaş solar.
Nihayet, gece gündüze inkılâb eder.
Günün sonuna doğru ufukta yine benzer manzaralar canlanır. Güneş gurûba meyledince ışığının ferini kaybederek pembeleşir, batmaya başladığı sırada kızıllığı artarak koyulaşır, battıktan sonra da dalından kopan gül yaprakları gibi kararmaya yüz tutar.
Fecir gibi gurûb vakti de günün tebeddül etme zamanıdır. Fecirle gece bitip gündüz başlarken, gurûbla gündüz biter, gece başlar. Zaman bu şekilde deverân ederek hayata zemin hazırlar.
Bu itibarla gün; gecesiyle, gündüzüyle iki gül arasında yaşanan renkli bir zamandır.
Günlerin tekerrüründen ibaret olan hayat da yekpâre bir gül mevsimidir.
***
“Meydan boşalıp doldu şafaklarla piyâlem,
Halketti bir âlem ki bahar, aynı gülistan.
Efsun değil, efsâne değil gördüğüm âlem:
Gündüz, gece, deryâ ve kenar, aynı gülistan.”
Faruk Nafiz de böyle anlatır hayatı ihata eden gülistânı.
Bu mısralarda da muhteva bahar. Ama şair bahar kelimesinin tedâi ettirdiği yeşilliklerden, tabiatı kaplayan rengârek çiçeklerden, cıvıldaşan kuşlardan, rahmet addedilen yağmurlardan veya benzer manzaralardan ziyade gülü ve gülistânı nazara verir.
Ona göre hayatı ihata eden gül hâli, bahar mevsiminin tekâmül merhalelerinin değil de neticesinin tezahürüdür. Şayet bahar gelmese veya tekâmül etmese güller açmayacak, gülistan güllerle donanmayacak ve hayat en mutena güzelliğini kaybedecektir.
Güllerle renklenen bir bahar manzarasını temâşâ ederken, mevsimin önceki merhalelerini de nazara alır ve hepsinin birbirini tamamladığını, birbirinden ayrı tutulamayacağını düşünerek baharla teşekkül eden âlemin ‘aynı gülistan’ olduğunu söyler.
Muhtemelen uzun bir bekleyişin ve hasret çekişin ardından bahara kavuşan şair, hissini o esnada temâşâ ettiği manzaranın cazibesine kaptırarak, gördüğü güzelliği yaşadığı mevsime hasretmekten kendini alamaz.
Nitekim gördüğü âlemin bir efsun hâli veya efsane olmadığını hatırlattıktan sonra gecesiyle, gündüzüyle, deryasıyla, kenarıyla bütün âlemin gülistana döndüğünü söyleyerek güzelliğin hududunun, bütün hayatı içine alacak kadar geniş olduğunu müşahede eder.
Gecenin de, gündüzün de şekil, renk, manzara itibariyle gülistanı andıran fecir allığı ve gurûb kızıllığı ile başlayıp bitmesi; gülistanın belli bir mekâna münhasır olmadığını, zamanı da içine aldığını gösterir.
Şairin, durgun bir su kenarında açan gülleri, suya akseden görüntüleri ile birlikte seyretmesinin neticesinde söylediği derya ve kenar kelimeleri ile kastettiği mânâ da parçada tecellî eden güzelliğin, aslında bütüne ait oluşunun ifadesidir.
Fakat bir derya, sabah ve akşam vakitlerinde meydana gelen ufuk kızıllığının suya aksetmesi neticesinde gülistanı andıracağından, şairin zihinlerde tersim etmek istediği asıl manzara deryayı da, kenarını da ihata eden fecir ya da gurub manzaralarıdır.
O manzaralar bazı muayyen vakitlerde teşekkül etse ve bir süre sonra kaybolsa da mevsimlere göre zamanının değişmesi ve dünyanın her yerinde aynı vakitlerde meydana gelmesi hasebiyle günü de, hayatı da içine alır.
Zaten gül veya gülistan sadece beş on gün ömrü olan cismiyle, şekliyle, rengiyle, kokusuyla ve zahirî görünüşüyle değil; temizliği, tazeliği, zarifliği, tenasübü, insicamı, itinayı ve benzer güzellikleri temsil eden cihetiyle nazara alındığı takdirde ancak hakikî mânâsıyla ifade edilmiş olur.
Yalnız gül değil, sıradan herhangi bir cisim bile zihinlerde böyle tecessüm ve temessül ettiği zaman ifade ettiği mânâlar, temsil ettiği değerler, onu bulunduğu yere ve zamana has olmaktan çıkarıp bütün hayata mâleder.
Şayet bu cisim gülse, onun tedai ettirdiği mânâ zaten mâsivâ ile birlikte mâverâyı da ihata eder.
***
“Bir gül tazeliği içinde her an
Fildişi köpükten ve parıltıdan
Mahmur, uğultulu yaz sabahları,
O üst üste rüya, cenup rüzgârı.
Ürkek dalgaların omuzlarında
Tül tül dağılanlar, sırrı havada
Bu cümbüş, bu bahar…”
Tanpınar da böyle dillendirir gülün ve baharın hayatla bağlarını.
Şair, yaşadığı bazı hususî hâllerin tezahürü olan bu ifadeleri kullanırken, hitabına herhangi bir hudut koymayıp bütün insanlara seslense de, bahar ve gül kelimelerinin arasındaki bu ince insicamı hakikî mânâsıyla ancak, hayatın her ânını bir gül tazeliği içinde yaşayan insanlar fark edebilir.
Bilhassa tefekkür hassasını harekete geçiren tecessüs sahibi müdakkik insanlar; mahmur, uğultulu yaz sabahlarında hep aynı rüyayı görüyormuşcasına, günün her vaktinde gül renkli bahar manzaraları seyretmenin sırrını keşfederler.
Sıcaklığını tenden ziyade ruha hissettiren ve sadece gönlü okşayan cenup rüzgârları, ürkek dalgalarının omuzlarında taşıdıkları bahar cümbüşünü gittikleri yerlere şeffaf bir tül gibi sererek gönülleri hareketlendirir.
Ne var ki şairlerin maharetiyle münhasıran hislere hitap ederek gönülleri okşayan bu hayat renkli, çiçek desenli bahar rüzgârları ve iki gül arasında yaşanan yekpare günler, hevesleri havaileştirirken idrakleri işlemez hâle getirirse insicam bozulur.
O zaman gün, mevsim ve hayat zahirî bir hazla başlasa da hüzünle biter.
Fakat baharın o yüzünü ancak âlimler görüp gösterebilirler.
***
“Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemi’lerin kalpleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür.”
Bediüzzaman Said Nursî ise bu şekilde ifade eder baharın mezkûr yüzünü.
Aslında bu mevsimde nefes alıp veren her hayat sahibi; baharın gülü, bülbülü ve sair zahirî cazibesi kadar, biyolojik ve kozmik hususiyetlerin neticesi olan rehavetini, füturunu ve diğer zaaf hâllerini de yaşar.
Lâkin, insan hissen zahire müheyya olduğu, zahirî hâller de hisse, hevese hitap ettiği için hayatına tesir eden rehavet ve füturu nazara almanın, baharda hissedeceği hazzı azaltacağını düşünerek pek hatırlamak istemez.
Bu yüzden bir nefeste solacak, ‘bir öpmekte boğulacak’ olan bazı cüz’î, fâni, geçici, basit lezzetler uğruna; onları da ihata edip ebedîleştiren sonsuz huzur, sürur, mutluluk ve güzellik kaynaklarını kaybetmesine sebep olacak dehşetli bir tegâfül hâlinin içine atlamaktan bir an bile çekinmez.
Halbuki, gündeki fecir ve gurub, hayattaki gençlik ve güzellik gibi zamandaki baharı ve lezzeti de ebedîleştirmenin yegâne çaresi, o zamanı bir tenezzüh ve tefekkür zemini hâline getirmektir.
Bir insan, renkli bahar sayfalarında her an değişerek tecellî ve temessül eden Esmâ-i İlahîyenin tezahürlerini temâşâ edebilse, hem zahiren hissettiği hazların çok daha fazlasını yaşayacak, hem de ebedî saadete zemin hazırlayacaktır.
Hatta bunu yalnız bahar mevsimine has bir haz zamanı olmaktan çıkaracak, yaşadığı her anda ruhunu ihtizaza getiren ve o anda hissettiği hazzı ebedîleştirecek olan hayat sırrını yakalayacak ve yaşayacaktır.
Zaten fecir ve gurub gibi iki gül arasında yaşanan gün de, hayatın kışını, yazını, hazanını kendine benzeten bahar da maddî, mânevî bütün güzellikleri temsil eden diğer değerler de bu hakikati hatırlatan güzel birer vesiledir.
Bunun en bariz misâli de güldür.
Çünkü gül, ‘bir âna sığmış ebed rüyâsı’dır.
18.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|