Zaman zaman yaşadığımız olaylardan dolayı karamsarlığa düştüğümüz ve iyi şeylerin olacağına dair umudumuzu yitirdiğimiz anlar olur. Büyük hayallerimizden vazgeçtiğimiz ve ümidimizi yitirmiş bir ruh hali ile durumu kabullenmeye çalıştığımız bu durumlarda yapılabilecek en güzel şey asla ve öze, olayların arka planına dönmektir.
Olayların bizim algılarımıza ulaşan boyutunun ötesinde anlamları olmalı. Çünkü varlık maddî âlemde ve gözlenen boyutun ötesinde bir sırla işliyor ve hayatın görünen boyutuna sığmayacak bir derinlik kendini hissettiriyor. İmam-ı Mübin, her şeyin aslını, özünü kuşatan mânâlar âlemidir. Yani her şeyin aslı mânâlardır. Bu esma-i İlâhiye’yi ifade eden mânâlar da,—esma mutlak olduğu için—mutlaktırlar. Yani bir sınır, şekil, zaman ve mekân içinde ifade edilemezler. Ancak bunların ifade edileceği, dolayısı ile cemal ve kemalin gösterileceği idrakler ve ifade edilecek alan sınırı ve mânâlara nisbeten “küçük bir sayfa” gibidir. Varlıklar âlemi, İmam-ı Mübin’deki küllî mânâların ifade alanı olan sayfa konumundadır. Her bir hal, her bir duruş, her bir ses, her bir bakış, her bir kıpırdanış... kısacası kâinatta değişim, başkalaşım adına ortaya çıkan her şey, farklı bir mânâ ifade eder. Küllî mânâları cüz’î âleme sığdırmak için akıl almaz sıklıkta değişimler ve başkalaşımlar olur. Zerrelerde her an tazelenme, bu tazelenme içinde bir yerden başka bir yere, bir varlıktan diğerine sür'atle geçişler gözlenir.
Karmaşa gibi görülen bu hızlı değişimler, mânâların küçük sayfada ifade edilebilmesi için silinip tekrar yazılması ve kalem ucunun sayfanın her yerine dar bir zaman aralığında ulaşabilmesi telâşının tezahürü olan aceleci tavırdan kaynaklanıyor olmalıdır. Bu hal, esmanın—sür'atle akan bir nehirdeki damlacıklar üzerinde sabit, daimî ve kalıcı güneşin aksi misali—zerratın zaman nehrinde akmasıyla sürekli tazelenmesine benzer. Akıcı nehirde yansıyan güneş sabit olduğu için, onu yansıtan damlacıklar da sabitmiş gibi algılanır. Oysa, yansıtan damlacıklar sürekli yenilenmekte ve her yeni yansımada farklı mânâlar hasıl olmaktadır. Varlık âleminde de benzer bir şekilde, sabit olan esmayı yansıtan varlıklarda bir süreklilik, kalıcılık, sabitlik gözlense bile, geri planındaki zerreler âleminde her an bir tazelenme vardır.
İbda boyutundaki bu anlık yenilenmeler ile inşa boyutundaki ruh ve hayatı şekillendiren yenilenmeler, bu kavramların ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, “makro boyutta”ki değişimleri de gösterir. Yağmur yağar, kelebekler uçar, güneş doğar, sosyal yaşantının koşuşturmacaları devam eder, çatışmalar, savaşlar olur, asırlar başkalaşır, kâinatın oluşumu ile ilgili değişim tezleri ortaya konur, Bütün bunlar şuur sahiplerinin ruhlarında makes bulup şiirlere, romanlara, resimlere, türlü türlü san'atlara dönüşür. Algılarla, şuur sahiplerinin ruhlarında mânâlara dönüşür. O ruhlara ulaşmayanlar, “nazar-ı dekaik aşina” olan her türlü inceliği kuşatan küllî bakıştan uzak kalamazlar, onlar da mânâya dönüşürler. Gölgelemekle, değişimle, arızilikle ve acziyetle içiçe olan mülk geçicidir, değişir, her an tazelenir, itibarî ve farazî bir haldedir. Elle tutulur, gözle görülür bir temel yapı taşı arayan fizikçilerin mikro âlemde karşılaştıkları karışık, şekilsiz, soyut, ele avuca gelmez, kuşatılamaz bir dünya ile karşılaşmaları da bu hali doğruluyor olmalıdır. Mülkün faraziliği, sabit, kalıcı ve daimi olmadığı, bu âlemde daha net görülür. Bu ele avuca sığmayan zerreler bir an-ı seyyalede çok çok küçük zaman dilimlerinde. Bir an görüntüyü yansıtıp hemen kaybolurlar. Bu anlık değişimler, başkalaşımlar zerreler boyutunda varlığı makro boyuttaki gibi kuşatmamıza engel olur, adeta orası hayal âlemi gibidir. Makro boyutun kuşatabildiğimiz idrak edebildiğimiz görünümleri ise bu bize hayali, kuşatılması imkânsız gözüken temel üzerine bina edilmiştir. Mülkün, varlığın, eşyanın özünde sabitlik, devamlılık, kararlılık ve beka görülmemektedir. Aslolan, kalıcı ve baki olan nihaî mahsulat ise mânâlardır. Bu yüzden zerrelerde ve bütün mahlûkatta olabildiğince çok sayıda mânâya mazhar olma telâşını hissettiren bir meyil olarak değişimler, başkalaşımlar gözlenir. Merkezî bir konumu olan insanın telâşı ise, daha fazla mânâya muhatabiyet olmalıdır.
Günlük yaşantıyı değerlendirirken, acımasız katliâmların, menfaat çatışmalarının, işkencelerin kısacası insandaki sınır tanımaz gadabî ve şehevî kuvvelerin uçlarda tezahürlerinin ortasında en uç zıtlıkları yaşarken zaman zaman varlığın kesretinden ve boğuculuğundan çıkıp bu mânâlar düşünülmezse büyük bir karamsarlık ve ruh çöküntüsü yaşanabilir. İnsanlık adına en uç şeylerin yaşandığı, iyilik ve kötülük namına en çarpıcı görüntülerin sahnesi olan şu âlem her şekli ile esma hasıl etmektedir. Nazarlar fıtrî halleri olan işleyişin gerisindeki esmaya yönelmezse varlığın ismi boyutu ile gölgelenir ve o nazarların gerisindeki ruhlar kararır. Oysa varlığın aslı ve özü esmadır. Esma ise hep aydınlıktır ve hep güzeldir. Tek yapılması gereken güzel düşünmek ve güzel görmek olmalıdır. Dünyanın çok iç karartıcı gibi gelen şu anki manzarası karşısında bile, olaylar arka planı ile algılanabildiğinde ya da görünenden arka plana çıkarımlar yapılabildiğinde hayat çok daha güzel olacak ve her şeyin gerçek anlamına daha yakın bir bakış ortaya çıkacaktır.
Acz ve fakrını daha belirgin hisseden ve mal-mülkün yalan olduğunu kalbinin derinliklerine nakşetmiş gönüller dünya malı için toprak için gönül kırmanın anlamsızlığını çok daha net hissedeceklerdir. Belki de bayramın insan ruhuna en büyük katkısı ve en belirgin hikmeti budur. Kırılan gönül kâbelerinin Âlemlerin Rabbi katında ne kadar büyük yeri ve önemi olduğunu bir idrak edebilsek bir gönülü dünyanın tamamına değişmezdik. Bu ruh haline ulaşmış bir insanın başka bir canlıyı öldürebilmesi mümkün olmadığı gibi bir gönülü kırmaktan bile şiddetle uzaklaşacaktır.
Hizmetimiz de ilk planda gönüller onarmaya ve Rabb’in muhabbeti ile susamış gönüllere ab-ı hayat olan nurları ulaştırmaya yöneliktir. Bu anlamda ilişkiler nuranî olmalı, yani İlâhî muhabbetin davranışlara yansıması şeklinde algılanmalıdır. Muhabbet fedaileri muhabbetlerini en dar daireden başlayarak feda etmeli ve bütün âleme yansıtmalıdır. Yeryüzünde arzu edilen barış ortamını temin edecek tek hakikat nuraniyetin kalplerde makes bulması ve nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile ısınmış kalplerin muhabbetinin sıcaklığının her ferde sirayet etmesidir. Yeryüzünün Cennete dönüştüğü zamanlar da ancak bu şekilde açığa çıkacaktır. Yeryüzü gerçekten yaşanmaya değer olacak ve barış hakim olacaktır. Bu da tevhid mânâsının sosyal hayata yansımasının ta kendisidir.
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|