|
|
Şükrü BULUT |
STK’lar ve demokrasimiz |
|
Neticeleri tam tavazzuh etmediğinden, anlaşılması zor bir konu olabilir. Yüzünü hâlâ öz değerlerine döndüremeyen ülkemizdeki tartışmalar için ölçüler kayıp. İskandinav demokrasisini hiç bilmeyen Türkiye’nin “sivil toplum örgütleri” meselesinde İsveç’e özenme imkânı olur mu hiç? Zira İskandinav ülkeleri de Türkiye’mizin “darbeli demokrasisini” anlayamazlar. Onlar darbeleri daha çok Lâtin Amerika ile irtibatlı olarak ders kitaplarından öğrenmişlerdir… Biz ise hâlâ “darbe” tünelini aşabilmiş değiliz.
Evvelâ şu hususun altını çizmemiz gerekiyor: Hakkında methiyeler yazılan “STK’lar, en az Norveç kadar hür ve Almanya kadar disiplinli ülkelerdeki fıtrî meslekî dayanışmaların oluşturduğu STK’lardır. Sivil toplum kelimesini kullanmadan önce, etrafımıza şöyle dikkatlice bakalım… Cemiyetimizin ne kadar sivillerce idare edilmekte olduğunu kafamızda bir düşünelim. Bin sene devam etme niyetiyle yapılan “post modern askerî darbenin” bütün hız ve şiddetiyle yaşandığı bir zamanda varın siz STK’lardan bahsedin… Hanedana mensup medya ve bürokrasinin yardımıyla gerçekleştirilen darbenin mevcut hükümetçe devam ettirildiği bir ülkede STK’ları konuşmak için vakit henüz erken değil mi? Yani hukukun üstünlüğünün sağlanmadığı, Meclis iradesinin çöpe atıldığı, birilerinin Kemalizm adına her şeye müdahaleye kendisinde kuvvet bulduğu bir Türkiye´de STK’lardan bahsetmek…
Mesele “alâka-i sınıfiye veya meslekiye”ye dayanan, neticede fıtrî bir ihtiyaç olan “sivil toplum”un ehemmiyetini tartışmak değildir. Temelleri çöken bir idare binasının bürolarındaki dizayndan bahsetmek ne kadar mantıkî olur ki…
STK’lar hürriyet ve açılıma vesile olurlar mı? Sivil toplum örgütlenmesine müsaade etmiş “komite istibdadı” en küçük hücreye kadar kontrolü elinde tutuyorsa, Türkiye haricindeki “yoldaş”larının sözkonusu STK’ların giderlerini karşılamalarına dolaylı olarak yardımcı oluyorsa, STK’ların üzerinde çalıştıkları projelerdeki bilgi ve verileri de yine küresel müttefiki olan “zındıka” enstitülerine yönlendiriyorsa, bu STK’ların kimleri temsil ettikleri merak edilmez mi hiç?
Türkiye´de malî kontrol yalnızca “garib alt ve orta sınıfa”mı yapılıyor acaba… Bağıra çağıra Avrupa-Amerika’dan getirilen “hayır-hasenat” paralarının kaynakları, harcandıkları yerler ve harcayanların maksad ve nitelikleri hakkında efkâr-ı âmmenin ne kadar bilgisi var? Bir çok STK’mızın kaynağı şeffaf olmayan “Batılı” paraları kullandıklarını hükümetimiz Meclis kürsüsünde itiraf ediyor. Bilhassa Türk milletinin geleneksel terbiyesine karşıt, “hürriyet” namı altında “sefaheti” teşvik eden, toplumumuzdaki sınıfsal çatışmayı tetikleyen yüzlerce STK’nın bizzat sözkonusu haricî enstitülerce kurdurulup yaşatıldığını bildiğimiz halde, STK meselesini ciddî bir şekilde tahlile tabi tutmak istemeyenlerin iyi niyetlerinden bahsetmek zordur… “Güneydoğu ve Doğu Anadolu” bölgelerimiz, bu ülkenin vatandaşı için “can emniyetine” henüz haiz değillerken, ta Amerika ve Avrupa’dan yüzlerce kişinin buralara gelip, orada kurdurulan STK’larla içli-dışlı olmasını da millet henüz anlayabilmiş değildir. Hürriyetine kavuşmamış, dolayısıyla demokrasiden henüz uzak bir bölgemizde yüzlerce STK medyaya beyanatta bulunuyorlar. Görülen o ki, bizde STK’lar hürriyet ve demokrasiden önce kuruluyor ve inkişaf ederek toplumca faydalı hale geliyor… Mantığı uçuracak bu yaklaşımın da izah edilmesi gerekiyor.
Doğrudur… İsveç vatandaşlarının çoğu en az dört-beş STK’ya mensup… Hareketleri, tüzükleri, gelir giderleri ve projeleri o kadar şeffaf ki, hiçbir İsveç vatandaşı bu çalışmalardan kuşku duymuyor. Ya bizde… Gidin, sorun… Üye listesini isteyin, gelir giderleri hakkında bilgilenmeye çalışın, projelerinin mahiyetlerini merak ettiğinizi söyleyin, onlara… Sonra da başınıza gelenleri bize yazarsınız… İşin en garip yönü ise AB’nin resmî kontrolü dışındaki küresel fonların AB yardımları olarak halka lanse edilmesidir.
Avrupa’nın tarihî krizlerinden birisini yaşadığı şu zamanlarda, bazı açık gözler, harcadıkları paraları AB fonlarından aldıklarını iddia ediyorlar. Hürriyetin inkişaf etmediği ve demokrasinin yerleşmediği diyarlarda STK’ları birinci sıraya yerleştirmek için vakit henüz erken. STK’lar olacak; fakat şeffaf, milletin murakabesinde ve umumun menfaatinde olacaklar. Neoliberal dediğimiz dünkü komünistlerin elinde bulunan bazı fonların AB üzerinden yaklaşık elli ülkede dağıtıldığını Avrupa medyası yazmıştı. Orada detaylı şekilde enstitü ve ülke isimleri de verilmişti. Bu fonların resmî AB fonlarıyla irtibatlı olmadıklarını, bu meseleyle ilgili olanlar bilir. AB Maliye Bakanlarının kontrolündeki fonların Brüksel’den ta Anadolu´nun ücra köşesine kadar şeffaf olduğunu anlatmaya gerek yok. Bu hususta bilgilenmek istiyenler, basit usullerle müracaat edebilirler. Dinsizlerin kontrolündeki fonlarla kurulan ve idare edilen STK’ların hürriyet ve demokrasiye faydası elbette ki düşünülmez. Hepimizin bildiği gibi inançsızlığın özü istibdat, kaos, anarşi ve terördür. Başta Türkiye olmak üzere dünyanın başına gelen belâlar da buradan geldiğine göre, sözkonusu fonlardan ve enstitülerden yardım alan kuruluşların maliyemizce takib edilmesinde mutlak maslahat vardır. AB kendi içinde hem bu fonlara, hem de kaynağı karanlık finans kurumlarına karşı mücadeleyi başlatmış durumda. Türkiye’miz inşallah bu hususta da geç kalmaz. Yanlış vasıta ile doğru hedefe varılmıyor. Hürriyet ve demokrasinin olmadığı yerde STK’ların millet menfaatine inisiyatif kullanmaları sözkonusu olamaz. Son zamanlarda mantar gibi yeşeren STK´lar mercek altına alındığında, meselenin hürriyet ve demokrasi meselesi değil, belki de geçim dünyası hadisesi olduğu ortaya çıkacak…
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Akıllı olmanın ölçüsü ne? |
|
Epictetus der ki: “Sahip olmadığına üzülmeyen, sâhip olduklarına da sevinen insan akıllı insandır.”
Ne güzel bir tesbit değil mi? İnsanların neden mutsuz olduklarına bir bakın. Bu sözün ne kadar anlamlı ve yerinde olduğunu göreceksiniz. Çünkü insanın ihtiyaçları sonsuzdur. Birini elde etse diğeri çıkar, sonsuza kadar uzanıp gider. Bunların hepsini elde etmesi ise mümkün olmaz. İşte akıllı insan her arzusuna ulaşamayacağını, buna imkânları ve ömrünün yetmeyeceğini bilen, kendine ona göre çekidüzen veren insandır. Evet, bir kısım gerekli, vazgeçilmez, zarurî cinsten ihtiyaçlar bulunacak ve bunlar güç ve imkânlar ölçüsünde karşılanacaktır. Ama insanın gözü dünyanın lüks ve şatafatında ise hem bunlara bir sınır koymak, hem de hepsini elde etmek mümkün değildir. Öyleyse daha peşinen, “Niye başkasının var da benim yok?” anlayışını terk etmek gerekir. “Herkes yorganına göre ayağını uzatmalı. Kısmetim bu kadarmış” deyip hâlinden şikâyet etmemeli, memnuniyetsizlik göstermemeli.
Hani biz Kadere inanan insanlardık? Allah daha yaratılmadan önce kısmetimizi tayin etmemiş mi? Kur’ân’ında, yeryüzünde vuku bulan ve başımıza gelen her şeyin yaratılmadan evvel bir kitapta yazılmış olduğunu, ta ki kaybettiğimiz şeye üzülmeyelim, verildiğinde de şımarmayalım1 buyurmuyor mu?
Demek kadere inanan, kısmetine rıza gösteren kimsenin gözü yukarılarda olmaz. Çalışır, çabalar, Allah ne takdir etmişse ona rıza gösterir. Hem Epictetus’un dikkat çektiği gibi sahip olmadığına üzülmeyen (çünkü bunlar sonsuzdur), sahip olduklarına sevinen insan akıllı insandır. Nelere sahip olmamışız ki! Saymakla bitiremeyiz. Herbiri elmas değerinde nimetler bunlar. Bunların birçoğuna sahip olamayanlar da var. İnsan olarak yaratılmak büyük bir nimet. Sağlığımız, afiyetimiz, organlarımızın yerli yerinde olması, düzenli çalışması büyük birer nimet. Paha biçmek mümkün değil. Sağlığı yerinde olmayıp da hastanelerde kıvranan öyle insanlar vardır ki trilyonları olduğu halde mutlu değillerdir. Elimiz tutuyor, gözümüz görüyor, kulağımız işitiyor, aklımız çalışıyorsa, bundan daha büyük bir nimet olabilir mi?
Ya iman, İslâm nimeti? Onun verdiği bakış açışıyla her şeyi güzel görüyor, karanlıkları aydınlatabiliyoruz.
Gerçek bu iken sahip olduğu nimetlerin kadrini bilmeyip şikâyeti alışkanlık hâline getirmiş olan insan aynı zamanda kaderi tenkit ettiğinin farkında mıdır? Oysa, “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmeti inkâr eden rahmetten mahrum kalır.”
Sahip olduklarına sevinemeyen, onlarla mutlu olamayan insanı hiçbir zaman memnun etmek mümkün olmaz. Onlar neyi elde etseler memnun olmazlar. Şikâyeti, burun kıvırmayı, homurdanmayı meslek edinen böyle kimseler Confidences’in dediği gibi fırsat kapılarını çalsa, bu defa da zil sesinden yakınırlar. Şikâyet onların ruhlarına işlemiştir.
Demek insan kendi mutluluk veya mutsuzluğunu yine kendi hayata bakış açısıyla hazırlıyor.
Dipnotlar:
1. Hadid Sûresi: 22-23.
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Neden istişare? |
|
Peygamberimizin (asm) ve Asr-ı Saadet’in meşveret sistemini çağımıza fiilen de taşıyan Bediüzzaman “Bu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, zaman, cemaat zamanıdır”1, “Bundan sonra her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var”2, “Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimî tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir”3, “Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim”4 diyerek hizmet stratejimizi çizmiştir.
Yine o “Ben sizlere bütün kanaatimle itimad edip istirahat-i kalble kabre girmek ve Nurların selâmetini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir plânla, Nurun erkânlarını birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var. Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyâtınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa, kat’iyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi kat’iyen bildim ki, göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak, sizin gibilerin mâbeyninde hayat-ı Nuriyemize bir bomba olur. Hattâ size bunu da haber vereyim: Geçen fırtına ile bizi alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mâbeyninizde az bir yabanilik atmaya çabalıyorlar. Ben sizin hatırınız için herbirinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiçbirinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi, haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirtlerin şahs-ı mânevîsi namına istiyorum. Eğer o acîp yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin koğuşuna gidiniz.”5 der.
Neden istişare? Çünkü, şeriatin usûlüne göre yapılan meşveret; baskı ve tahakkümün belâsından kurtarır.6
Ferdler, dış tesirlere karşı daha az dayanıklıdırlar.7 Dolayısıyla;
- Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur.8
- “Fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır.”9
- “Ferdi şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.”10
Asırlar ve zaman, tarih vasıtasıyla birbiriyle meşveret ettiği gibi, taifeler, kıt'alar dahi meşveret etmeli. Özellikle, “Asya kıt'asının ve istikbâlinin keşşâfı ve anahtarı şûrâdır.”11
Dipnotlar:
1- Hizmet Rehberi, s. 159.; 2- a.g.e., s. 175.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 95.; 4- Şuâlar, s., 289.; 5- Şuâlar, s. 433.; 6- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 597 7- Sünûhât, 50.; 8- İşaratü’ül-İ’caz, s. 162.; 9- Sünûhat, s. 52.; 10- Tarihçe-i Hayat, s. 422 11- Hutbe-i Şâmiye, s. 65-66.
19.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ümmet ekseriyetinin ittifakı (2) |
|
Konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ancak, bir önceki yazının kısacık bir özetini yapmakta fayda var.
Bir sohbet esnasında “Ümmetimin ekseriyeti dalâlette ittifak etmez" meâlindeki Hadis–i Şerif'in mânâ şümûlüne, altmış seneye yakındır Türkiye'de yapılan genel seçimlerin de girip girmediği yolundaki düşüncelere temas etmiştik. Ayrıca, hadisin mânâsını siyasete doğrudan değil, birebir değil, belki dolaylı şekilde ve bundan bir kanaat, bir ders–i hikmet çıkarabilmek adına, seçim sonucu tablolarına bakmanın faydalı olabileceği kanaatine varmıştık.
Evet, elbette ki "millet ekseriyeti"nin bir meselede ittifakı önemlidir ve kayda değer bir meseledir.
Ne var ki, bu "ekseriyetin ittifakı" meselesini müzakere ederken, mutlaka usûlüne uygun hareket etmek, mânâ makamlarını değiştirmemek ve bilhassa "millet ekseriyeti"nin ne demek olduğunu çok iyi bilmek, kavramak şartıyla...
Ekseriyet, yüzde 50'nin fazlası demek
Bu ölçülere göre, Müslüman milletimizin seçimlerdeki tercih ve teveccühündeki "ekseriyet"ten âcizane anladığımız mânâ şudur: Evvelâ, seçimlerde, referandumlarda baskı, şiddet, dayatma, tek yönlü propaganda olmayacak; vatandaşın iradesi tamamen hür ve serbest olacak. İkincisi, mutlaka eşit şartlara haiz alternatifler bulunacak. Üçüncüsü ise, "ekseriyet" demenin yüzde 50'nin üzerindeki oran demek olduğunu kat'iyyen bilmek...
İşte, biz de bu noktalardan hareketle, bilhassa 1950'den sonraki seçim neticelerine şöyle bir nazar gezdirdik ve açıkça şunu gördük ki: Bu Müslüman ve dindar millet, sadece ve sadece Demokrat Parti ile Adalet Partisine yüzde 50'nin üzerinde oy vermiştir. Bunların dışındaki hiçbir parti yüzde 50 ve üzerinde bir oy oranını yakalayamamıştır.
Dolayısıyla, söz konusu rivâyetin mânâ şümûlünden bir cüz'ünü seçim tablolarına tatbik etmemiz halinde bile, ekseriyetin mezkûr iki parti dışındaki hiçbir partiye teveccüh etmediğini ve onlar üzerinde bir ittifak kurmadığını açıkça görebilmekteyiz.
İşte, 1950'den bu yana ortaya çıkan önemli seçim tablolarından bir kısmı:
1950: DP yüzde 52,68
1954: DP yüzde 57,50
1965: AP yüzde 52,87
1977: CHP yüzde 41,39
1979: AP yüzde 54,33 (*)
1983: ANAP yüzde 45,14
1987: ANAP yüzde 36,31
1995: RP yüzde 21,38
1999: DSP yüzde 22,19
2002: AKP yüzde 34,43
2007: AKP yüzde 46,58
Bu tabloda da açıkça görüldüğü gibi, değişik tarihlerde "en çok oy alan parti" sayısı yedidir. Bunların arasında ismi gibi misyonu da farklılık arz eden partiler var. Ancak, bu listede misyonu aynı olup yüzde 50'nin üzerinde oy alabilen, yani "milletin ekseriyeti"nin teveccühüne mazhar olabilen sadece iki parti, DP ile AP var.
....................................................
(*) 50 senatör ile 5 milletvekili için 14 Ekim'de yapılan ara seçim sonucu.
Tarihin yorumu 19 Mayıs 1944
Kırım'da soykırımlı sürgün
Hem komünist, hem de emperyalist bir rejimle idare edilen Soyvet Rusya'nın o zamanki diktatör lideri J. Stalin, Kırım'da yaşayan bütün Müslüman Tatarların toplatılarak sürgün edilmelerini istedi. Gerekçe, II. Dünya Savaşı esnasında bunların Almanlar'la işbirliği yaptığı şeklindeydi.
Stalin'in sürgün emri 18/19 Mayıs (1944) gecesi Kırım'da Türklere sür'atle iletildi. Onlara sadece iki saatlik bir mühlet verildi. Hiçbir eşyasını almadan, evini barkını, malını mülkünü olduğu gibi bırakacak ve belirlenen istasyonlarda toplanacaklardı. Çaresiz kalan Müslümanlar, bu emre uymak durumunda kaldılar. Direnenlere zerrece bir müsamaha gösterilmedi. Ya zorla alınıp götürüldü, ya da direndikleri yerde vurularak öldürüldüler.
Gece vakti, korku ve perişaniyet içinde toplananların yekûnu 420 binden fazlaydı. Hepsini itiş tıkış bir vaziyette yük vagonlarına bindirdiler ve uzak diyarlara götürüp parça parça bıraktılar. Ekseriyetini Kabartay, Sibirya, Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan gibi yerlere dağıttılar.
Sürgün edilen mazlûmlara her türlü eziyeti, işkenceyi, hakareti revâ gördüler. Onları azılı komünistlerin insafına terk ettiler.
Nüfusun yarısına yakını, daha sürgün esnasında vefat etmişti. Geri kalanlar da, sadece ayakta ve hayatta kalabilme mücadelesini veriyordu.
Bu vahşiyâne muamele, 1956'ya kadar sürdü. Müslümanlar, bu tarihten sonra bir derece teneffüs imkânını bulabildi. Ardından, kademeli şekilde geri dönüş hareketi başladı. 1990'a kadar dönebilenlerin yekûnu 260 bin civarında oldu. Vatanına dönmek için hâlen de uğraş verenler var.
150 köylü Karadeniz'de boğduruldu
Bu arada, Stalin'in 18 Mayıs 1944 tarihli sürgün emrinin unutkanlıkla ulaştırılamadığı bir köyün (Arabat bölgesinde) olduğu tesbit ediliyor. Durum derhal Stalin'e bildiriliyor. Gelen emir çok net ve kesin: "24 saat içinde işlerini bitirin!"
Kızılordu birlikleri, köylüleri derhal toplayıp bir tekneye bindiriyor. Karadeniz'e açılan bu insan yüklü tekne, sâhilden birkaç mil uzaklaştıktan sonra da acımasızca batırılıyor. Ne yazık ki, sağ kurtulan olmuyor.
İşte, komünizan vahşetin sergilemiş olduğu bir soykırım örneği daha...
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Ben ne gençlik bayramları sevdim, aslında yoktular |
|
Hayatımda pek çok armağan almışımdır. Kimisi tam hayallerimdeki gibi, kimisi ise çam sakızı, çoban armağanı… Kimi çok ikrama geçmiştir, kimisi ise “düşündüğü yeter” diyebileceğim kıymette…
Ama hiçbir zaman kendimi “gençlik bayramı” hediyesi almış gibi hissetmedim. Dahası gençlik bayramı benim hayatımda, armağan ya da sadece bir gün olarak herhangi bir yer etmedi. Hayatımı gözümde 19 Mayıs Gençlik Bayramı olmadan canlandırdığımda bir eksiklik göremedim. 19 Mayıs Gençlik Bayramı olmasa hayatımda ne değişirdi diye sorduğumda, “Bir tatil günü, birkaç resmî tören, bir iki protokol konuşması o kadar” cevabından başka bir cevap alamıyorum.
Evet bu “çok önemli” bayramın bir Orman Haftasından, bir 29 Ekim’den çok daha önemli olmadı hiçbir zaman. Orman Haftasındaki gibi ezberlediğimiz protokol konuşmaları, 29 Ekim gibi yine ezberlediğimiz geçit resimleri…
Sanki herkese bir bayram armağan ediliyor—çocuklara 23 Nisan, gençlere 19 Mayıs, sivil yetişkinlere 29 Ekim, askerlere 30 Ağustos— gençler de bu dağıtımdan bir pay almış gibi hissediyorum.
Bize de bu payı sorgulamak değil onaylamak, itiraz etmek değil itaat etmek, kafaya takmak değil sevinip mutlu olmak düşüyor.
Çocuk musun, neden 23 Nisan’da mutlu olmuyorsun? Genç misin, neden 19 Mayıs’ta se-vinmiyorsun? Sivil misin, neden 29 Ekim’de suratın asık? Asker misin, neden 30 Ağustosta bayram yapmıyorsun?
Ama sorun şu ki, ben o bayramda kule yapmakla, bu bayramda asker gibi uygun adım yürümekle, diğerinde yollar tank geçişi dolayısıyla kapandığı için işe yetişmekle uğraşıyordum.
Sevinemiyor, mutlu olamıyor, bayram yapamıyordum.
Bir gün, adı bayram olduğu için bayram olmu-yor çünkü.
Bir gün bayram olacaksa, bayram olduğu için bayram olur çünkü…
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Olayların aslı ve özü |
|
Zaman zaman yaşadığımız olaylardan dolayı karamsarlığa düştüğümüz ve iyi şeylerin olacağına dair umudumuzu yitirdiğimiz anlar olur. Büyük hayallerimizden vazgeçtiğimiz ve ümidimizi yitirmiş bir ruh hali ile durumu kabullenmeye çalıştığımız bu durumlarda yapılabilecek en güzel şey asla ve öze, olayların arka planına dönmektir.
Olayların bizim algılarımıza ulaşan boyutunun ötesinde anlamları olmalı. Çünkü varlık maddî âlemde ve gözlenen boyutun ötesinde bir sırla işliyor ve hayatın görünen boyutuna sığmayacak bir derinlik kendini hissettiriyor. İmam-ı Mübin, her şeyin aslını, özünü kuşatan mânâlar âlemidir. Yani her şeyin aslı mânâlardır. Bu esma-i İlâhiye’yi ifade eden mânâlar da,—esma mutlak olduğu için—mutlaktırlar. Yani bir sınır, şekil, zaman ve mekân içinde ifade edilemezler. Ancak bunların ifade edileceği, dolayısı ile cemal ve kemalin gösterileceği idrakler ve ifade edilecek alan sınırı ve mânâlara nisbeten “küçük bir sayfa” gibidir. Varlıklar âlemi, İmam-ı Mübin’deki küllî mânâların ifade alanı olan sayfa konumundadır. Her bir hal, her bir duruş, her bir ses, her bir bakış, her bir kıpırdanış... kısacası kâinatta değişim, başkalaşım adına ortaya çıkan her şey, farklı bir mânâ ifade eder. Küllî mânâları cüz’î âleme sığdırmak için akıl almaz sıklıkta değişimler ve başkalaşımlar olur. Zerrelerde her an tazelenme, bu tazelenme içinde bir yerden başka bir yere, bir varlıktan diğerine sür'atle geçişler gözlenir.
Karmaşa gibi görülen bu hızlı değişimler, mânâların küçük sayfada ifade edilebilmesi için silinip tekrar yazılması ve kalem ucunun sayfanın her yerine dar bir zaman aralığında ulaşabilmesi telâşının tezahürü olan aceleci tavırdan kaynaklanıyor olmalıdır. Bu hal, esmanın—sür'atle akan bir nehirdeki damlacıklar üzerinde sabit, daimî ve kalıcı güneşin aksi misali—zerratın zaman nehrinde akmasıyla sürekli tazelenmesine benzer. Akıcı nehirde yansıyan güneş sabit olduğu için, onu yansıtan damlacıklar da sabitmiş gibi algılanır. Oysa, yansıtan damlacıklar sürekli yenilenmekte ve her yeni yansımada farklı mânâlar hasıl olmaktadır. Varlık âleminde de benzer bir şekilde, sabit olan esmayı yansıtan varlıklarda bir süreklilik, kalıcılık, sabitlik gözlense bile, geri planındaki zerreler âleminde her an bir tazelenme vardır.
İbda boyutundaki bu anlık yenilenmeler ile inşa boyutundaki ruh ve hayatı şekillendiren yenilenmeler, bu kavramların ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, “makro boyutta”ki değişimleri de gösterir. Yağmur yağar, kelebekler uçar, güneş doğar, sosyal yaşantının koşuşturmacaları devam eder, çatışmalar, savaşlar olur, asırlar başkalaşır, kâinatın oluşumu ile ilgili değişim tezleri ortaya konur, Bütün bunlar şuur sahiplerinin ruhlarında makes bulup şiirlere, romanlara, resimlere, türlü türlü san'atlara dönüşür. Algılarla, şuur sahiplerinin ruhlarında mânâlara dönüşür. O ruhlara ulaşmayanlar, “nazar-ı dekaik aşina” olan her türlü inceliği kuşatan küllî bakıştan uzak kalamazlar, onlar da mânâya dönüşürler. Gölgelemekle, değişimle, arızilikle ve acziyetle içiçe olan mülk geçicidir, değişir, her an tazelenir, itibarî ve farazî bir haldedir. Elle tutulur, gözle görülür bir temel yapı taşı arayan fizikçilerin mikro âlemde karşılaştıkları karışık, şekilsiz, soyut, ele avuca gelmez, kuşatılamaz bir dünya ile karşılaşmaları da bu hali doğruluyor olmalıdır. Mülkün faraziliği, sabit, kalıcı ve daimi olmadığı, bu âlemde daha net görülür. Bu ele avuca sığmayan zerreler bir an-ı seyyalede çok çok küçük zaman dilimlerinde. Bir an görüntüyü yansıtıp hemen kaybolurlar. Bu anlık değişimler, başkalaşımlar zerreler boyutunda varlığı makro boyuttaki gibi kuşatmamıza engel olur, adeta orası hayal âlemi gibidir. Makro boyutun kuşatabildiğimiz idrak edebildiğimiz görünümleri ise bu bize hayali, kuşatılması imkânsız gözüken temel üzerine bina edilmiştir. Mülkün, varlığın, eşyanın özünde sabitlik, devamlılık, kararlılık ve beka görülmemektedir. Aslolan, kalıcı ve baki olan nihaî mahsulat ise mânâlardır. Bu yüzden zerrelerde ve bütün mahlûkatta olabildiğince çok sayıda mânâya mazhar olma telâşını hissettiren bir meyil olarak değişimler, başkalaşımlar gözlenir. Merkezî bir konumu olan insanın telâşı ise, daha fazla mânâya muhatabiyet olmalıdır.
Günlük yaşantıyı değerlendirirken, acımasız katliâmların, menfaat çatışmalarının, işkencelerin kısacası insandaki sınır tanımaz gadabî ve şehevî kuvvelerin uçlarda tezahürlerinin ortasında en uç zıtlıkları yaşarken zaman zaman varlığın kesretinden ve boğuculuğundan çıkıp bu mânâlar düşünülmezse büyük bir karamsarlık ve ruh çöküntüsü yaşanabilir. İnsanlık adına en uç şeylerin yaşandığı, iyilik ve kötülük namına en çarpıcı görüntülerin sahnesi olan şu âlem her şekli ile esma hasıl etmektedir. Nazarlar fıtrî halleri olan işleyişin gerisindeki esmaya yönelmezse varlığın ismi boyutu ile gölgelenir ve o nazarların gerisindeki ruhlar kararır. Oysa varlığın aslı ve özü esmadır. Esma ise hep aydınlıktır ve hep güzeldir. Tek yapılması gereken güzel düşünmek ve güzel görmek olmalıdır. Dünyanın çok iç karartıcı gibi gelen şu anki manzarası karşısında bile, olaylar arka planı ile algılanabildiğinde ya da görünenden arka plana çıkarımlar yapılabildiğinde hayat çok daha güzel olacak ve her şeyin gerçek anlamına daha yakın bir bakış ortaya çıkacaktır.
Acz ve fakrını daha belirgin hisseden ve mal-mülkün yalan olduğunu kalbinin derinliklerine nakşetmiş gönüller dünya malı için toprak için gönül kırmanın anlamsızlığını çok daha net hissedeceklerdir. Belki de bayramın insan ruhuna en büyük katkısı ve en belirgin hikmeti budur. Kırılan gönül kâbelerinin Âlemlerin Rabbi katında ne kadar büyük yeri ve önemi olduğunu bir idrak edebilsek bir gönülü dünyanın tamamına değişmezdik. Bu ruh haline ulaşmış bir insanın başka bir canlıyı öldürebilmesi mümkün olmadığı gibi bir gönülü kırmaktan bile şiddetle uzaklaşacaktır.
Hizmetimiz de ilk planda gönüller onarmaya ve Rabb’in muhabbeti ile susamış gönüllere ab-ı hayat olan nurları ulaştırmaya yöneliktir. Bu anlamda ilişkiler nuranî olmalı, yani İlâhî muhabbetin davranışlara yansıması şeklinde algılanmalıdır. Muhabbet fedaileri muhabbetlerini en dar daireden başlayarak feda etmeli ve bütün âleme yansıtmalıdır. Yeryüzünde arzu edilen barış ortamını temin edecek tek hakikat nuraniyetin kalplerde makes bulması ve nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile ısınmış kalplerin muhabbetinin sıcaklığının her ferde sirayet etmesidir. Yeryüzünün Cennete dönüştüğü zamanlar da ancak bu şekilde açığa çıkacaktır. Yeryüzü gerçekten yaşanmaya değer olacak ve barış hakim olacaktır. Bu da tevhid mânâsının sosyal hayata yansımasının ta kendisidir.
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Hayatın en büyük mazhariyeti |
|
Dünya hayatının en büyük güzelliği, kâinatın özü olan insanoğlunun Rabb-i Rahîmini tanıması ve O’na ibadet etmesidir şüphesiz. Zira şu uçsuz bucaksız kâinattan insanı ve onun ubudiyetini çıkarırsanız hiçbir şey bir mânâ ifade edemeyecektir. Âlemlerin Rabbi, kendini şuur sahibi olan insanlara tanıttırmak istiyor. Bu sebepledir ki, kâinat büyüklüğüne nisbeten küçük bir kitle olan dünyamız çok büyük ehemmiyet kazanmıştır.
Kâinatın Sultan-ı Zîşanı, şuur sahibi biz insanlara Peygamberler ve onlar vasıtasıyla kitaplar göndermek sûretiyle yaratılan bütün varlıklara değer kazandırmıştır. Çünkü her şey insan hayatını yaşanılır bir hâle getirmek için programlandırılmış, görünür, görünmez bütün varlıklar görevli olarak biz insanlar için bu âleme gönderilmişlerdir. Bu sebeple insan olarak dünyaya gelmenin şükrünü tam olarak edâ edebilmek bizler için mümkün değildir. İnsan olarak mahlûkatın en şereflisi olarak bu dünyaya gönderilip, bütün ihtiyaçları karşılanan bizler, yaratılışa mânâ kazandırma görevi ile vazifelendirilmişizdir. Bu önemli görev, Allah’ı tanımak ve O’na lâyık bir kul olarak yaşamaktır şüphesiz. Bu ölümlü dünyada bu büyük mazhariyete nâil olmak kadar önemli bir nimet olamaz elbette. Bu büyük nimetin karşılığı verildiği takdirde insan hayatı ancak o zaman gerçek mecrasını bulur.
İnsan olmak, Müslüman olmak, Hz. Muhammed (asm) gibi emsâlsiz bir peygamberin ümmeti olmak kadar bu dünyada bir zenginlik olamaz şüphesiz. O halde bizler çok zenginiz. Bu zenginliğimizin değerini bilmemiz ve ona göre dünya hayatımızı sürdürmemiz gerekir. Aksi takdirde zenginliğin değerini bilmeyen mirasyediler gibi, elimizdeki bütün maddî-mânevî zenginliklerimizi kaybedecek ve yaratılanların en şereflisi iken, varlıkların en değersizi durumuna düşeceğiz.
İslâm dinine mensup olma nimeti ile nimetlendirildiğimize göre bu güzelliği muhafaza etmenin ve bize bu nimetleri kaybettirmek isteyen düşmanların şerlerinden kurtulmanın yollarını bulmamız gerekir. Peygamberimiz (asm), Rabbimizin, kendisinden sonra her asırda, İslâm dinini asrın anlayışına göre anlatan bir müceddit göndereceğini ve bu görevlinin, İslâmı yaşadığı asırda bid’alardan kurtaracağını ifade buyurmuşlardır. İşte ortaya çıkan yanlışlıklardan kurtulmak için, asrımızda da İslâmı en güzel bir şekilde anlatan bir kaynağa ihtiyacımız bulunmaktadır.
Yaklaşık seksen yıldır yaşanan tecrübelerden anlamışızdır ki, asrımızın insanına en güzel bir şekilde İslâmın hakikatlerini anlatan zat Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. Zira kendisi ahirete intikal etmesine rağmen onun telif etmiş olduğu Kur’ân-ı Azimüşşanın tefsiri olan Risâle-i Nur eserleri İslâm hakikatlerini insanlara asrımız anlayışına göre en güzel bir şekilde anlatmaya devam etmektedir. Bu eserlerden istifade eden insanlar bütün asırların en şiddetlisi olan, zamanımızın fitnelerinden kendilerini kurtarabilmektedirler.
Ahirzaman fitnesinin en şiddetli bir şekilde devam ettiği asrımızda, Kur’ân hazinesinden süzülen Risâle-i Nurlardan istifade etmek büyük nimet olmakla beraber, asıl büyük nimet, hem bu eserlerden faydalanmak, hem de bu eserlere talebe olarak hayatını geçirmeye çalışmaktır. İşte bu büyük nimete mazhar olan insanların, Kur’ân’ın bütün hakikatlerini en güzel bir şekilde hayatlarına geçirmesi gerekir. Onlar artık ehl-i imanı sahil-i selâmete çıkaran gemideki hademeler hükmündedirler.
İslâm gemisinin hiçbir kazaya uğramadan hedefine ulaşması için hademelerinin görevlerini büyük bir ahenk içinde yürütmeleri gerekmektedir. Onların hiçbir şekilde birbirleriyle kavga etmeye hakları bulunmamaktadır. Birlik ve beraberlik içinde görevlerini muhabbetle yürütmeleri gerekir. Bu kurallara uymayan gemi tayfaları mutlaka görevlerinden alınacak ve oraya lâyık olanlar görevlendirileceklerdir.
Elbette İslâm gemisi hademeliğinden uzaklaştırılmak büyük bir düşüştür. Hiçbir inanan bu duruma düşmek istemez. Bu nâhoş duruma düşmemek ve zikredilen şerefli göreve devam edebilmek için, öncelikle nefis ve şeytanın tuzaklarına karşı uyanık olmak gerektir. Aklı başında olan hiçbir ehl-i iman, iman ve Kur’ân şakirtliğinden uzaklaştırılanlardan olmak istemez herhalde. Bu sebeple ihlâslı olmak, muhabbeti yerinde kullanmak ve uhuvvet düsturlarını hayata geçirmek gerekmektedir...
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Zaferlerde ulemanın rolü |
|
Fizikî zaferler aynı zamanda metafizikî zaferlere bağlıdır. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Eğer hamlenin metafizikî ayağı yoksa zafer de yoktur. Hazreti Peygamberin rüyasında olduğu gibi zaferlerin yüzüne güldüğü kutlu şahsiyet olan Hazreti Ömer’e zaferlerinin sırrı sorulduğunda şöyle demiştir: “Savaşlara iki puan önde başlarız ve dolayısıyla da önde bitiririz. Birincisi, kazanacağımıza inanmakla ve Allah’a güvenmekle psikolojik olarak bir puan önde başlarız. Karşı taraf da bizim kazanacağımıza inanır ve dolayısıyla puanımız ikiye fırlar...” Tabiî bu güven tedbirleri aldıktan yani sünnetullahın gereklerini yaptıktan sonradır.
Fiilî tedbirler alınmadan yapılacak hamleler akamete uğrayacak ve boşa gidecektir. Bununla birlikte, sadece sünnetullahın veya adetullahın kurallarını yerine getirmek de yeterli değildir. Bir de kerametullahı dikkate ve hesaba katmak ve onun gereklerini yerine getirmek iktiza eder. İşte bu da hocaların veya manevî şahsiyetlerin işidir. Bu anlamda, İstanbul şayet Fatih olmasaydı fethedilemezdi. Yine İstanbul manevî fatih olan Akşemseddin olmasaydı yine fethedilemezdi. Bazı haşevi yani dolgucu hocalar İstanbul’u Mehdi fethedecektir diye Fatih’in önünü kesmek isterler ve irade ve niyetine takoz koyarlar. Halbuki o Hazreti Peygamberin müjdesine nail olmak ve iyi bir komutan olarak tarihe geçmek istemektedir. Pürüzlü mesele Akşemseddin’in önüne getirilir o da meseleyi hallu fasl eder. Der ki: “İstanbul’u birinci defasında Sultan Mehmet fethedir. İkinci defasında da Hazreti Mehdi fethe müyesser olur...” Bunun üzerine diğer ulema sükût eder ve itirazlarını çekerler.
Fethin önündeki manevî zorlukları Akşemseddin, fizikî zorlukları da Fatih Sultan Mehmet açmıştır.
Akşemseddin üzerinden İstanbul’un fethinde Şam’ın önemli bir rolü vardır. Akşeyh Şam’dan gelmiş ve Anadolu’ya hicret etmiştir. İstanbul’un fethine kadar Fatih’le birliktedir. Fetihten sonra ise misyonunu deruhte eden bir insan olarak Göynük’te inzivaya çekilmiş adeta zaferin neşvesini içine gömmüştür. Yavuz’un Mısır seferinden dönüşünde şaşaadan ve milletin iltifatından kaçınmak için Üsküdar’dan Topkapı Sarayına geceleyin kimseye görünmeden geçmesine ve otağına dönmesine benzer. Ancak bu tekellüfsüz ruh ve sineler fetihleri ve zaferleri barındırabilirler.
***
İstanbul surlarına yönelik Fatih’in muhkem kuşatması ve saldırı emri istenilen neticeyi vermeyince ümitler gider gelir. İstanbul hisarına yönelik muhasara ve kuşatmanın kaldırılması bile gündeme gelir. Artık karar Akşemseddin’in iki dudağı arasındadır. Fatih bile sarsılmıştır. Bunun üzerine Akşeyh Fatih’e çekişen ve azarlayan bir üslupta mektup yazar ve direnmeden ne savunmanın, ne de zaferin olabileceğini ihtar eder. O da pupa yelken pesimizme ve bedbinliği kapılmak üzereyken Akşeyh’in telkinleriyle uyanır ve kendine gelir. Mesele bıçak sırtındadır ve kuşatma hemen kaldırılacak ve tarih yerinde saymaya devam edecektir. Ama Akşemseddin müjde üzerine müjde verir ve kuşatmanın kaldırılmasına engel olur. Bununla da kalmaz manevî zaferin istihsali için çadırda tazarru ve niyaza durur. Onun bereketli duâsı sayesinde fetih müyesser olur. İstanbul’un birinci fethinde Şam’ın rolüne mukabil ikinci fetihte de İstanbul, Şam fethinin mukaddimesi olur. 1909’dan beri süren manevî kuşatma kalkar. Büyük İskender’in arkasında Aristo’nun olduğu söylenir. Muhakkak ki Fatih’in arkasında gölge fatih de Akşemseddin Hazretleridir.
***
Bir başka tarihte bir başka Akşemseddin de Sultanu’l ulema İzzettin Bin Abdusselam’dır. Gerçekten de bihakkın Sultanu’l ulema’dır. Yani ulema sultanı veya manevî âlemin ve iklimin padişahı. O ise İslâmın makus bir anında himmetini toplayarak Müslümanların imdadına yetişir. Adeta Moğollar karşısında dönemin Çanakkale’sini kurtaran adamdır.
Mısır, Moğolların karşısında Âkif’in deyimiyle İslamın son kalesi, son askeri ve son iklimi ve son ordusudur. Talihe bakınca Müslümanların mukadderatı 13, 14 yaşında bir sabinin elindedir. Himmet ehli de biçaredir. Alınması gereken tedbirlerin cesameti yanında Müslümanların hali per perişandır. Şûrâ-yı devlet meseleyi enine boşuna tartışır ve orada İzzettin bin Abdusselam manevî liderliğini gösterir. Devleti irşad eder ve Muzaffer Kutz’a bey’at ederek galat ve lagata (kargaşa) son verir ve Müslümanların makus talihini yener. Sultanat noktasında Muzaffer Kutz ihtiraslı değil aksine perhizkâr ve bigâne ve isteksizdir. Aynen bir Nureddin Zengi’dir. Devlet erkânından almış olduğu ödünç vazife ile kollarını sıvar ve savunma tedbirleri alır ve sonunda Moğolların Bağdat’ı yakıp yıkmasından iki sene sonra Aynu’l Calut’ta onları bozguna uğratır. Moğolların şevketi kırılır ve talihleri döner. Artık yaver giden talihleri ters dönmüştür. Aynu’l Calut sonun başlangıcı olur ve bu zaferin gerisinde dönemin Akşemseddin’i nurlu Şeyh İzzettin bin Abdusselâm vardır. İstanbul’un manevî fatihi Akşemseddin de bu toprakların manevî tapusudur ve mezarından, müjdelediği ikinci fethi de intizar etmektedir.
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gençleri rahat bırakın! |
|
Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmediğine göre, ‘gençlerin bayramı’ olarak kutlanan 19 Mayıs’ın; ‘spor’la anılmasında da tesadüf olmasa gerek. Gençlik konusu her daim gündemde olan bir konu. Pek çok problemle boğuşan gençliğin sadece ‘spor’la gündeme gelmesi yeterli olmasa gerek.
‘Genç’ler ile ‘genç olmayanlar’ arasında bir ‘kuşak çatışması’ yaşandığı da vakıa. Bu noktada ‘kimin hatalı olduğu’ şeklindeki tartışma da çok su götürür. Zaman zaman “Beni bu gençler ihtiyarlattı” diyenleri de duyuyoruz. Gençlerden yana şikâyet edenlerin, hepimizin halletmesi gereken bir konu var. O da; ‘genç olmayanlar’ın üzerine düşen vazifeyi yapıp yapmadığı ya da gençlere ‘anlayacağı dil’den hitap edip edilemediğidir.
Neticeye bakılırsa; bir şeyleri eksik yaptığımız ortada. Ne anne-bana, ne de ‘yetkililer’ olarak bu konuda kendimizi de temize çıkaramayız.
Gençlerin maruz kaldığı pek çok ‘tehlike’ yayında, ‘yanlış bilgilendirme’lerden de şikâyet ediliyor. En tabiî hak olan ‘doğru bilgi edinme hakkı’ bile gençlere çok görülüyor. Bu konu, sadece ‘bilgi edinme kanunu’ çıkarmakla sağlanamaz. Asıl, ‘tarih’ konusundaki bilgiler gençlerden saklanıyor, gizleniyor. Gençlerin eğitimi konusundaki yanlışlar da saymakla bitmez. Gerek kıyafet konusunda ve gerekse ders malzemeleri konusunda yapılan yanlışlar sürüp gidiyor. Eğitim sistemi öğrencinin bilgisini, ahlâkını ve ‘maneviyat’ını değerlendirmekten çok, kılığını, kıyafetini, kravatını, ayakkabısını, ceketini dikkate alıyor. Konuşan, soru soran, merak eden öğrenci değil; susan, sormayan, verilen ödevleri intermetten kopyalayıp defterine yazan öğrenci makbul sayılıyor. Bunun doğru yol olmadığını anlamak için yüzyıllar mı geçmeli?
Türkiye’de 19 milyon genç var. Ülke nüfusunun yüzde 30’a yakını 15-29 yaşları arasında. Yeri geldiğinde nüfusumuzun genç olmasıyla övünüyoruz, fakat bu gençler ne kadar eğitimli, kalifeye eleman? Aynı ölçüde bu netice ile de övünebilir miyiz?
Bu cümleden olarak, Bilgi Üniversitesi öğretim görevlileri Gülesin Nemutlu ve Yörük Kurtaran’ın tesbitleri dikkat çekici. Taraf’tan Neşe Düzel’in sorularını cevaplandıran Nemutlu ve Kurtaran, gençlerin eğitilmediği, aksine ‘ehlileştirildiğini’ ifade ediyorlar. (Taraf, 12 Mayıs 2008)
Türkiye’deki gençlik konusunda araştırma yapan uzmanlar, gençliğin düşüncesini şöyle özetlemişler: “Eğitim, kişiyi özgürleştirmek, kafasını açmak için değil, gençleri ehlileştirmek, yola sokmak için yapılıyor. Lütfen bizi daha az eğitin!”
Uzmanlar, bilhassa gençlere yakın tarihin öğretilmediği konusunda da hemfikir. Devletin gençleri ‘sorun’ olarak gördüğü de ifade edilen açıklamalarda, anayasanın ‘değişmez’ 58’inci maddesi ile gençlerin kısıtlandığı belirtilmiş. Alınan tek tedbirin gençleri spora teşvik etmek olduğunun altını çizen Gülesin Nemutlu sormuş: “Tamam, zinde olalım da çok eski değil mi bu yöntem?”
23 Nisan ile 19 Mayıs’ın karşılaştırması yapılırken de şöyle denilmiş: “23 Nisan’da çocuklar yöneticilerin yerine geçer ve bir şeyler söyler. Nasılsa tehlikeli lâflar etmezler diye büyükler onları ağız dolusu gülümsemeyle dinlerler. 19 Mayıs Gençlik Bayramında böyle olmaz. Çünkü gençler konuşmaz. O gün gençler yürür, birbirinin üstüne tırmanır, bir takım kâğıtlar çevirirler, ama konuşmazlar. Bu yıl da konuşmayacaklar.”
“Eğitiyoruz” diyerek gençleri “öğüten” ve konuşturmayanlara itiraz ediyoruz: Lütfen, gençleri rahat bırakın!
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliyeye desteği (1) |
|
Her 19 Mayıs’ta, özellikle resmî kanallarda bir dizi “nutuk” çekilir; Anadolu’daki Kuva-i Milliye için övgüler dizilir. Bir şeyhülislâmın “Anadolu hareketi”ne karşı oluşu binbir iftira ve tezviratla İslâmın ve Müslümanların aleyhine istimal edilir.
Ne var ki her defasında cihâdın, İslâmın istiklâl ve haysiyeti, ülkenin şeref ve izzeti ve hükümranlık hakkı için Müslümanlara farz kılındığını ilân eden, İstanbul’un ve Anadolu’nun işgaline karşı çıkıp Kuva-yı Milliyeye fedakârâne destek veren âlimler ve mücâhidler “unutulur”!
Oysa başta Bediüzzaman Said Nursî olmak üzere, o günkü Osmanlı âlimleri, “cihad fetvası” ve “beyannâmesi” neşretmekle kalmaz; Hilâfet adına cihâdın şartlarını ve ilânını belirlemekle yükümlü devrin Diyanet Dairesi olan ‘Meşihât-ı İslâmiye’de Anadolu ve bütün Osmanlı ülkesinde nasıl tesirli hale gelebileceği yolunda fikirler geliştirirler. Anadolu’daki İstiklâl mücadelesinin bütün İslâm dünyasına iletilmesi ve dünya Müslümanlarının desteğinin alınması üzerinde çalışmalar yaparlar.
Dolayısıyla Bediüzzaman’ın hayatı ve eserleriyle ortaya koyduğu Kuva-yı Milliye desteği, başta Meclis zabıtları olmak üzere bir çok devlet belgesinde tevsik edilmiştir. Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye hareketine desteğini yok saymak, dahası “aksini” iddia bühtanında bulunmak, olsa olsa “önyargı”nın ötesinde menhus maksatlar hesâbına sinsî bir saptırmadır…
“HİDEMÂT-I BERGÜZÎDE-İ VATANPERVERÂNESİ”
Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşının başlaması üzerine talebeleriyle “Doğu Milis Teşkilâtı”nı kurar. Van-Bitlis cephesinde Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle birlikte Ermeni komitacılara karşı savaşır.
Esâret dönüşü Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın kendisini Nezârete dâvet edip takdir ettiği, Pasinler’de Harp Cephesinde te’lif ettiği İşârât’ül İ’câz tefsirini bastırmayı teklif edip kâğıdını aldığı Bediüzzaman’a, hem de vatana ve istiklâliyete dair hizmetlerini inkâra varan isnadı yapmaya yeltenenler, belli ki sırf bir karalama kampanyasının maşası olmaktalar…
Peki bunlar, Şeyh’ül İslâm Musa Kâzım Efendi’nin Bediüzzaman’a “mahreç” pâyesi verilmesi için hazırlayıp Padişah’a sunduğu tezkerede, “Bitlis’te Ruslarla vukua gelen muharebata (savaşa) iştirak edip esir düşmüş; aşairin (aşiretlerin) harbe sevki hususundaki mesâi-i hâmiyetmendânesine (hâmiyetlicesine mesâisine) ve müşâhid olan hidemât-ı bergüzide-i vatanperverânesine (seçkin vatanperverâne hizmetine) binaen bir rütbe-i ilmiye ile taltifi (ödüllendirilmesi), Harbiye Nezâret-i Celîlesinden (Millî Savunma Bakanlığı - Genel Kurmay Başkanlığı’ndan) iş’ar olunmuş (bildirilmiş) ve âhiren (daha sonra) Dâr’ül Hikmeti’l İslâmiye azâlığına tayin olunarak tanzim edilen irâde-i seniyye layihası leffen (sözle) arz ve takdim edilmiştir” denilen belgeye ne diyecekler?
Padişah’ın, Bediüzzaman’a Osmanlının en yüksek pâyesi olan “mahreç pâyesi” verilmesine dair 18 Zilkade 1336/26 Ağustos 1334 tarihli “Dâr’ül-Hikmeti’l-İslâmiye azâsından Bediüzzaman Said Efendiye mahreç pâyesi tevcih olunmuştur. Bu irâde-i seniyyenin icrasına Meşihat memurdur” diye yazılan “irâde-i seniyye”si, bütün isnadları ıskartaya çıkaran onlarca “belge”den bir tanesidir.
Bediüzzaman’ın Kafkas cephesinde Ruslara ve Ermenilere karşı Milis Kumandanı olarak fedakârâne hizmetlerini görmezden gelmek, ardından Kuva-yı Milliye desteğini ketmedip “Kuvva-yı Milliye karşıtı” göstermek, gerçekleri göz göre göre tersyüz etmektir.
BEDİÜZZAMAN MİLLET MECLİSİ’NDE…
Bütün bu hizmetlerinden dolayıdır ki, zaferden sonra defalarca Ankara’ya davet edilir. Millet Meclisi’nde milletvekillerinin teklifiyle kendisine “hoşâmedi” (hoş geldin merâsimi) yapılır; kürsüye gelerek Anadolu gazilerine ve zafere duâ eder.
İngilizlerin İstanbul’u, diğer ecnebilerin Anadolu’yu işgâlinin, asıl milletin mânevî ve ahlâkî hayatına vurduğu darbeye dikkat çeken Bediüzzaman, “Bana en ziyâde şedid (şiddetli) görünen mânen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secâya-yı seciyeyi (kötü ahlâkı) içimizde inkışâf ettirdi” diyerek İngilizlerin İstanbul’da ve diğer ecnebilerin Anadolu’da Müslüman gençler ve ahali arasında işgâlle birlikte içki, kumar gibi ahlâksızlığı yaymalarına yanar. Bozulan ahlâkın nesilleri mahvedeceği endişesini dile getirir.
Keza Meclis’te yayınladığı on maddelik beyânnâmede, “Bu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” uyarısını yapar. İslâm düşmanlarının asıl maksadının mukaddesat ve ahlâkı tahrip etmek olduğunu, bunun için en evvel inancın tahkimine, ahlâkın ihyasına çalışılmasının gereğini belirtir. Mebusların namazdaki gevşekliklerini ikaz eder.
Meclis zabıtlarında da açıkça okunan Kuva-yı Milliyeye desteği hakkında Eskişehir müdafaanâmesinde “evhâmlı bazı iddialara karşı” şu cevabı verir:
“...Ankara’ya dostane gittiğimde, Büyük Millet Meclisi’nin sami’in (dinleyici) locasında görünmemle beraber, İngilizlere karşı Hutuvat ı Sitte nâmındaki eserimle müdafaatımı takdir ile yâd eden meb’usların şiddetli alkışlar ile karşılamaları bunların bu yanlış mânâlarını kökünden keser...”
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
İşte ortalama Türkiye! |
|
AB’nin Türkiye’nin iç işlerine karıştığı tartışmaları siyaset arenasında bütün hızıyla devam ediyor. Her gün ekranlarda gördüklerimizin ne düşündüğünü biliyoruz. Peki vatandaş ne düşünüyor?
Şimdilerde “ortalama Türk” diye bir kavram moda oldu. Başbakan Erdoğan bu kavramı kullandıktan sonra “ortalama laik Türk” cevabı gecikmedi. Ortalama, ifrat-tefrit arasında tartışıldı. Fetvalar havada uçuştu. Vasat tutturulamadı.
Tartışmaları bir kenara bırakıp Türkiye’nin ortalamasını bilimsel çalışma ile ortaya koyan, piyasaya yeni çıkan bir kitaptan bahsetmek istiyorum.
Siyaset Ekonomik ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Yayınları arasında çıkan “Aşk ile Nefret Arasında Türkiye’de Toplumun Batı Algısı” adlı kitap “sıradan vatandaşın” samimî düşüncelerini yansıtıyor. Doç. Dr. Kudret Bülbül, Doç. Dr. Bekir Berat Özipek ve Dr. İbrahim Kalın’ın imzalarını taşıyan çalışma, 10 farklı ilde 90 kişiyle derinlemesine mülâkat yöntemiyle yapılan görüşmeleri kapsıyor.
Kitabın tanıtım toplantısında B. Berat Özipek’e “Neden sıradan vatandaş” diye sorunca, “önde görünenler, kanaat önderleri kendi aralarında sorunları konuşuyor ama iş ciddî bir çalışmaya geldiği zaman ‘çiçek-böcek edebiyatı’, ‘herkes birbirini sevsin’ kalıp cümleleri öne çıkıyor. Sokaktaki insan daha gerçekçi zira sırtında küfesi yok” cevabını verdi.
Çalışmanın en can alıcı sonucu Batıda gösterilmeye çalışıldığının aksine Türkiye’de Batının kültürüne, dinine büyük bir hoşgörü ve saygı hakim. Ancak aynı hoşgörü Batının politikalarına gelince “film kopuyor.” Sebep olarak da ABD’nin gerek Türkiye’ye gerekse İslâm dünyasına yönelik politikalarına gösterilen tepki gösteriliyor. Bunun yanında AB’ye yönelik ABD ile kıyaslanmayacak düzeyde bir pozitif yaklaşım sergileniyor.
Kitabın detaylarını burada anlatmanın imkânı yok. Fakat güncel “AB-iç işlerimiz” meselesinde “ortalama Türk”ün ne düşündüğü net bir şekilde ortaya çıkıyor.
İşte bunlardan bir kaç örnek: Bursalı bankacı Fuat Bey, “İnsan hakları sorunu var ve bu bir ülken iç meselesi olmamalı.” Mobilyacı İsmail Bey, “Eğer bir ülkede insanlık dışı uygulamalar varsa, bu bir ülkenin iç sorunu olmaktan çıkar ve herkesi ilgilendirir.” Malatyalı mühendis, “bu konuda (insan hakları) eleştiriler haklı. Avrupa’nın Türkiye konusundaki en ve tek doğru yaklaşımı.” Üniversite mezunu 30 yaşındaki katılımcı, “Eleştiriler genelde haklı. Türkiye’de devlet vatandaşlarının insan hakları konusunda pek iyi bir yerde değil.”
Peki, “Türkiye, AB’ye girmeli mi ya da neden girmeli” sorusu nasıl cevaplanmış? Cevaplarda ortalamanın feraseti ile devletçi elitist arasındaki fark açıkça görünüyor. Meselâ, “Türkiye AB’ye girmemelidir” diyen araştırma görevlisi, “Üzerinde Atatürk’ün resminin olmadığı bir para kullanmak istemiyorum. Ulus devletimizin savunulması lâzımdır” derken, Konyalı 34 yaşındaki Mehmet Bey, “TC’nin kuruluşuyla esas olan bazı kurumların değişmesi açısından girilmesi tarafındayım. Ordunun, Anayasa Mahkemesi’nin, YÖK’ün siyaset üzerindeki ağırlığı beni bu yönde bakmaya itiyor”, Diyarbakır’dan 28 yaşındaki işsiz Ahmet Bey, “AB’yi seviyorum. Çünkü orada insan hakları, özgürlük ve iş imkânları vardır”, İstanbul’dan ortaokul mezunu inşaat bekçisi Selahattin Bey ise “Batı (AB) deyince sanki orada daha geniş hava var… Yani insanın biraz ferah hissettiği bir yer” diye cevaplıyor.
“Ortalama Türk” tartışmalarını bu kitapla yapmak daha sağlıklı olacak. İlgililere duyurulur…
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Toplantı haftası |
|
2008 bahar dönemi Temsilciler Toplantımız, bu hafta sonu yine İstanbul’daki merkez binamızda yapılacak.
Bu vesileyle, 3 Kasım 2007’deki en son toplantıdan bu yana gazetemizle alâkalı olarak yaşanan gelişmeleri kısaca hatırlatmak istiyoruz.
* 39. yılımıza girdiğimiz 21 Şubat’ta gazeteyle birlikte “Ses getiren manşetler” eki verdik. Hakkı müdafaa ve haksızlıklarla mücadelede tavizsiz istikrar çizgimizin belgesi niteliğindeki manşetlerimizden derlenen ve yayınlarımızın hedefi vurduğunun örneklerini toplu şekilde gözler önüne seren çalışma takdirle karşılandı.
* Üstadın vefatının 48. yıldönümü vesilesiyle “Meşrutiyetin 100. yılında Batılı aydınların gözüyle Bediüzzaman ve demokrasi” ilâvesi verdik. İlâvedeki yazılar Robert Miranda, Prof. Dr Thomas Michel, Prof. Dr. Oliver Leaman, Dr. Elmira Akhmetova ve Fred Reed tarafından Yeni Asya için özel olarak kaleme alındı.
* 23 Mart sayımızda Üstadın yaşayan talebe ve hizmetkârlarından Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Mehmet Fırıncı ile yaptığımız yeni mülâkatları yayınladık.
* Yine 23 Mart’ta, Amerikalı Prof. Dr. Ian Markham’ın gazetemiz için kaleme aldığı “Hıristiyanlar Said Nursî’den ne öğrenebilir?” başlıklı orijinal makaleyi neşrettik.
* 23 Mart’taki önemli bir hamlemiz, sayfa tasarımlarımızı modern ve profesyonel bir anlayışla yenilememiz oldu. Uzman bir danışmanlığın rehberliğinde gerçekleştirdiğimiz bu yenilik, gazeteye daha farklı ve ciddî bir görüntü kazandırdı.
* Taze ve canlı fotoğraf kullanımı konusunda da ciddî bir aşama kaydettik. Ancak bu hamlenin, baskı teknolojimizde esaslı bir yenilenme ile tamamlanmasına ihtiyaç var.
* Hukuk sayfasıyla Çalışma Hayatımız köşelerini başlattık.
* Çocuklara yönelik “çizgi” eksiğimizi kısmen de olsa gidermek için “Bizim Aile” ve “Gün gün tarih” köşelerini açtık.
* Yazar kadromuzu Selim Gündüzalp, Kadir Akbaş, Ahmet Arıcan, Ahmet Dursun, Atike Özer, Suat Ünsal gibi yeni isimlerle takviye ettik. Bununla ilgili çalışmalarımız sürüyor.
* Dış dünyaya açılan pencerelerimiz niteliğindeki köşelerimiz artıyor: Avustralya mektubu: Saadet Topuz/Ruhan Asya; Avusturya mektubu: Mikail Yaprak; Amerika mektubu: Zeki Hafızoğlu; Hollanda mektubu: H. Kübra Akdemir; Mısır mektubu: Fatma Nur Zengin.
* 23 Mart’taki özel ilâvemizde yazılarını yayınladığımız isimlerden Robert Miranda, gazete için haftalık yazılar yazmaya başladı. Yayınlanan ilk yazısında dünyanın karşı karşıya olduğu çevre felâketini işleyen Miranda, ikinci yazısında Latin Amerika’daki İslâma yönelişi anlatıyor ve iki yazısında da Risale-i Nur’a atıf yapıyor.
* Aynı yazarlardan Elmira Akhmetova da zaman zaman gazeteye yazı gönderecek. Bu çerçevede kaleme aldığı ve önümüzdeki günlerde çıkacak olan ilk yazısında Akhmetova Rusya’da bazı çevrelerin tahrik ve tertipleri sonucu Risale-i Nur’a ve diğer İslâmî eserlere yasak getirme girişimlerinin serencamını anlatarak bu gidişin varacağı yeri sorguluyor.
* Bu dönem gazeteyle birlikte verdiğimiz özel eklerin üçüncüsü Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle hazırlayıp 20 Nisan’da takdim ettiğimiz “Risale-i Nur’da Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.)” ilâvesi oldu.
* Hukuk mücadelemiz açısından önemli bir gelişme olarak, “Deprem ilâhî ikazdır” dediği için 276 gün hapis yatan gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular hakkındaki mahkûmiyet kararı AİHM tarafından haksız bulundu ve bu sebeple Türkiye tazminata mahkûm edildi.
* Buna karşılık Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır hakkında, yargıyı etkileme ve yayın yasağını ihlâl gibi suçlamalarla açılmış bazı dâvâlar sürerken, Karikatüristimiz İbrahim Özdabak’a da bir karikatüründe Yargıtay Başsavcısına hakaret ettiği iddiasıyla dâvâ açıldı.
Toplantının hayra vesile olmasını diliyoruz.
19.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|