Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Robert MİRANDA

Artan sayıda Lâtin Amerikalı İslâmı seçiyor



Son on yılda Lâtin Amerikalılar sadece Birleşik Devletlerde en hızlı büyüyen azınlık topluluğu olmakla kalmamış, aynı zamanda bu en hızlı gelişen etnik grup Müslümanlığa geçmiş ve ulusun en hızlı büyüyen dinî grubu da olmuştur.

Lâtinler, Birleşik Devletler’de yaşayan İspanyolca konuşan etnik gruba verilen isimdir. Meksikalılar, Porto Rikolular, Kübalılardan oluşan bu grup Birleşik Devletler’e Orta ve Güney Lâtin Amerika’dan ve aynı zamanda Karayiplerden göçmüşlerdir.

İslâmiyet’te Lâtinleri bu kadar cezbeden şey, birbirine sıkı bağlar içeren dinî bir çevre ve Allah ile daha derin ve sağlam ilişki kurmaya yarayan bir inanç olmasıydı. Böylece Lâtinler için kilisenin yerini camiler ve İncil’in yerini de Kur’ân-ı Kerim almıştır.

Artan sayıda Lâtin Müslüman dönüşümü, İslâmiyet’in, Amerika’nın genel manzarasında derin ve köklü bir yeri olduğunun bir göstergesidir. Amerika Birleşik Devletlerindeki 7 milyonu aşkın Müslüman, yaklaşık 1 milyarlık Müslüman dünyadaki önemli bir gruptur.

Her ne kadar tam rakamları bilmek zor olsa da, tahminlere göre Amerika’daki Lâtin Müslüman oranı 75 bin ile 200 bin arasındadır. En kalabalık topluluklar ise New York, Güney California ve Chicago’da yoğunlaşmıştır ve buralarda büyük miktarlarda Lâtin ve Müslüman vatandaş yaşamaktadır. Bütün İspanyol camileri de bu eyaletlerde bulunmaktadır.

İslâmiyeti seçenlerin çoğunluğu, bu tercihlerinin sebebini, azizlere, yahut kilisenin sıkı hiyerarşisine gerek kalmadan, İslâmiyet’in kendilerine Allah ile daha doğrudan bir bağlantı sağlaması olarak açıklıyor. Bir kısmı da aynı zamanda bu dinin sunduğu cemaat mantığının, Amerika’da kaybettikleri geniş aile kavramını yeniden kazanmalarına yardımcı olduğunu ve aynı zamanda İslâm’da taze göçmenliklerinin verdiği olumsuzluklardan bir sığınma zemini bulduklarını söylemiştir.

Uzmanların beyanatlarına göre, Lâtin Müslümanlar Katolik kilisesini terk eden Amerikalı Lâtin trendinin sadece bir parçası.

California’nın Fresno bölgesinde faaliyet gösteren Lâtin Amerikan Müslüman Birliği’nin bildirdiğine göre Washington bölgesindeki Lâtin Müslümanlar tıpkı batı eyaletlerinde olduğu gibi çoğunlukla Meksika ve Orta Amerika’dan gelme. Miami de dahil olmak üzere diğer doğu eyaletlerinde ise İslâmiyeti seçenlerin belirgin bir çoğunluğunu Porto Riko ve Küba’dan gelenler oluşturuyor.

Lâtinlerin bu kadar hızlı bir şekilde İslâmiyete dehalet etmeleri Bediüzzaman Said Nursî tarafından çok önceleri yapılan bir öngörüyü de yansıtma fırsatı veriyor. Nursî Şeyh Bahid’e hitabında özetle şu öngörüde bulunmuştu: Avrupa ve Amerika İslâm’a hamiledir. Bir gün bir Müslüman ülkeyi doğuracaklar. Tıpkı Osmanlıların Avrupa’ya hamile olup onu dünyaya getirmesi gibi…

Nursî daha sonra bu öngörülerini şu sözleriyle de sürdürmüştür: “Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder. [Hutbe-i Şamiye, s. 38]

Bu sözler bugünkü tabloyu açıkça ortaya seriyor. Gerçekte İslâmiyeti seçmek bazıları için nefse ağır gelebilecek bazı hayat tarzı değişikliklerini de kabul etmek anlamına gelir. Oruç tutmak, beş vakit namaz kılmak, alkolü ve domuzu terk etmek—ki Lâtinlerin yemek kültürlerinin temel maddelerindendir—biraz mücadele gerektiren şeylerdir. Meselâ kadınlar için bir de tesettür şartı vardır. Ancak ilginçtir ki araştırma raporlarına göre İslâmiyeti seçen kadınların oranı erkeklere göre bir hayli fazladır. İnşallah bu trend devam edecektir ve devam etmektedir. Böylece bütün bir ümmetin İslâm bayrağı altında bir arada olduğu günleri de dört gözle beklemekteyiz.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Aramızda yıllar var cancağızım



Dinle cancağızım!

Sanma sana ve yaşına uzak bir yerlerdeyim. Her ne kadar “Anladım” derken bile anlamadığımı haykırsam da, inan yakınlaştırmaya çalışıyorum zamanı, tarihi ve aradaki yılları.

Yani hissetmeye çalışıyorum; seni ve yaşını.

Şimdilerde ne diyorlar ona, hatırladım “empati” yapıyorum. Ve bu şekilde ne kadar anlaşılırsan, inan en az o kadar anlıyorum.

“Senin zamanında...” diye başlayan sözlere çok kızmıştım, senin yaşındayken. Bak ben de yapıyorum aynı hatayı. Arada “Senin yaşında biz böyle miydik? Ya da böyle yaptık” diyerek seni, benzetmeye çalışıyorum hiç tanımadığın birine. Benim görmeyi çok istediğim hayalimdeki kişiye.

İnsan tahta sıralara bakıp, tebeşir kokularını soluyup, soluksuz uykuları, sabahsız geceleri özlerken. Hayatı tıpkı o tebeşir gibi beyaz, pembe ya da mavi görüyor.

Hiç siyah görmüyor değil mi?

Görse de kendine yakıştırmıyor.

“Bana uymaz, bu renk tarzım değil” diyerek, görmeden geçip gidiyor. Ama o renk hayatımızın içine karışıyor ve bir gün mutlaka kendini beyazın ya da pembenin içine karışarak gösteriyor. Bir daha ayırmak imkânsızlaşıyor; en sevdiğimiz renklerin içinden, hiç sevmediğimiz bu rengi.

Ama unutuyoruz cancağızım; sıralardan kurtulmadan hayat peçesini aralamıyor. Elbet çok daha erken hayatla yüz göz olanlar var. Ancak bu genele girmez bilirsin.

Tıpkı masallardaki padişahın kızı gibi hayat.

Hani kralın kızı geçince şehir meydanından, bütün halk başını yere eğmek zorunda kalırdı.

Hasbelkader aramızdan biri çıkıp, başını kaldırıyor ve kralın kızı peçesini hafif aralayıp, ona tebessüm ediyor. Ve o genç bir ömür bu tebessümün aşığı olup, unutamıyor.

Belki kralın kızı çok çirkindi. Belki bir ayağı sakattı. Hatta daha ileri belki çok huysuz, çok cimri, çok konuşan biriydi. Ve kim bilir daha ne kadar belkileri vardı. Ama peçenin ardından o tebessüm gören gence saatlerce anlatsan bunu, asla kabul etmez, sevdasından vazgeçmezdi.

Bizler de böyleyiz aslında.

Hayatı her haliyle yaşayan biri, bize ne kadar nasihat ederse etsin yaşadıklarımız kadar tesirli olmuyor söyledikleri. Mutlaka görmek, yaşamak ve tatmak istiyoruz heyecan ve merakla her şeyi.

Her neyse cancağızım.

Sana nasihat etmekten vazgeçip diyorum ki;

“Yaşanılmış bir hayatı yeniden yaşamak pek akıl kârı olmasa gerek. Tecrübeye dönmüş yaşanmışlıkları—ben de yapayım—diye yeniden yaşamaya kalkma. Başkalarının yanlışlarını, bir daha tekrarlamamak için ders al.

Akıllı insan başkalarının tecrübesini hayatına katar, aynı hatayı tekrar yapmaz. Tecrübeleri kendine has olur.

Çok sıkılınca rüzgârı hatırla cancağızım.

Bir anda gelir ve geçer. O giderken tozu dumana katar, sen kendi derdine düşersin o an. Rüzgâr dinince de, geride kalan yıkıntılar acıtır canını. Sen gençlik rüzgârıyla savrulurken hayatın içinde, kendini kolla ve lütfen takılma o rüzgârın peşine.

Rüzgâr dinip, güneş açtığında, gördüklerin canını acıtabilir.

Sen şimdi esen rüzgârlarını poyraza çevirmeye bak.

Sen…

Neyse sen en iyisi, yine sen olarak kalmaya çalış. Kirlenmeden, saf ve temiz olarak. Hayattan ve bu dünya gençlerinden ümidini kesenlere inat.

Tek başına ve elinde kimseye emanet edemediğin ve O’nun muhabbetinden başka hiçbir şeyi sığdıramadığın yüreğinle yap bu mücadeleni.

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İslâm ve âile



Asya-Nur Kültür Merkezinde altı aydır her Pazar devam eden seminerler dizisini iki konferansla taçlandırdık. Nisan ayının son Pazarı Halil Uslu’nun sunduğu konferansı, İslâm Yaşar’ın verdiği konferans takip etti.

18 Mayıs Pazar akşamı kültür merkezimizin geniş konferans salonu, oldukça kalabalık bir dinleyici kitlesi tarafından doldurulmuştu. Kapalı devre televizyon sistemiyle üst kattaki bayanlar camiası da konferansı izleme imkânı buldu. Yeni binanın biraz serin olan salonu, konferans konusunun sıcaklığı ile pek hissedilmedi.

İslâm Yaşar konusuna hâkimdi. Âyet, hadis ve Risâlelerden yaptığı alıntılarla konferansını zenginleştirmişti. Âile, zıtlıkların imtizaç ettiği en küçük bir topluluktu. Farklı cinsler, farklı yaşlar ve farklı bilgi ve tecrübeler aynı mekânda yaşıyordu. Âdetâ, bir sazın veya bir tamburun telleri gibiydi. Farklı sesler çıkaran teller, usta ellerin mızrap darbeleriyle nasıl âhenkli bir beste ortaya çıkarıyorsa, âile fertlerinin ortak ve uyumlu hareketleriyle de mânevî bir cennet saadeti o âilede yaşanabilirdi. Bu noktada İslâm’ın getirdiği inanç faktörü çok önemli bir yer tutuyordu. Hayatı sadece bu dünyadan ibâret gören ve ölüm ötesine inanmayan âileler, dinin telkin ettiği imandan nasipsiz oldukları için, hakikî sevgi, saygı, sadâkat ve itimattan mahrumiyet neticesi, âile ortamını mânevî bir cehenneme döndürmeleri söz konusuydu.

Sevgili Peygamberimiz (asm) âile yuvasının sıcaklığını temin edecek ölçüler vermişti. “Tatlı bir tebessüm, tatlı bir söz, iyilik etmek, kötülük etmemek âile saadetinin temel taşıdır” diyordu. Âilede, bilhassa annelere büyük iş düşüyordu. Çocuklar üzerinde annelerin bıraktığı izler ömür boyu unutulmuyordu. Yahya Kemal’i unutulmaz şâirlerin arasına katan sır, annesinin onu, Bursa’yı andıran Üsküp’teki târihî mekânları gezdirirken yaptığı mânevî telkinlerdi. Necip Fazıl’ı şâir yapan, yine hastanede ziyaret ettiği annesinin, yanında yatan veremli kızın yazdığı şiirlerden etkilenerek oğluna “Senin şâir olmanı ne kadar isterdim” sözleriydi. Bediüzzaman gibi büyük bir zatın yetişmesine yine annesi en başta vesile olmuştu. Çünkü o, Said’e hamile kaldığı zaman abdestsiz yere basmamış, doğduğu zaman da abdestsiz emzirmemişti. Babası da, boğazımızdan haram lokma girmesin diye, uzak tarlalardan getirdiği hayvanların ağzını bağlamıştı. Elbette, öyle bir anne ve babadan böyle bir evlât yetişmesi normaldi.

Babanın da âilede çok önemli bir yeri vardı. Eşi ve çocuklarına yeterli ilgiyi göstermeliydi. Yorgun argın eve gelen ve kendisini televizyonun karşısına atan veya gazetesine dalarak etrafına ilgisiz kalan bir baba çocuklarına örnek olamazdı. Bilhassa çocuklarıyla ilgilenmeli, inancı ve dînî yaşantısıyla rehber olmalıydı. Her bir Nur Talebesi, evini küçük bir Nur dershanesi yapmalıydı. Eğer yalnız oturuyorsa, dört beş alâkadar komşusuyla bir araya gelip, bulundukları mekânı bir medrese-i nuriyeye çevirmeliydiler.

Tarih boyunca, hâricî devletler, saldırılarıyla Müslüman devletleri yıkmışlarsa da, âileyi yıkamadıkları için onlar yeni devletler kurmaya muvaffak olmuşlardı. Tarihte, sırf Müslüman Türklerin kurduğu on altı devlet vardı. O devletlerin kurulmasında en sağlam temel âileydi. Âile yıkılırsa, yapacak bir şey kalmıyordu.

20. asır, hâricî ve dahilî şer mihraklarının çeşitli vesilelerle âile kurumunu tahrip etmesiyle geçti. Kendi âile düzenlerini bozdukları gibi, İslâm milletlerinin de kısmen ifsadına muvaffak oldular. Boşanma dâvâlarındaki artış ve Müslümanca yaşamaktaki dejenerasyon bunun en büyük delilidir. Cemaatler, kimliklerini oluşturan karakterleri bozulup dünyevîleştirilerek nasıl ifsat edilmek isteniyorsa; âile mahremiyetini ortadan kaldıran ve tahrip eden bozguncu hareketler hâlâ devam ediyor. Çâre ise, yeniden kendimize dönmek, âile kurumunu güçlendirmek ve İslâm’ın âile üzerindeki müsbet tesirinden istifade etmektir. Bilerek âile düzenini bozmaya uğraşan televizyon kanallarına ve boyalı basına itibar etmemektir.

Din ve âile bağını iyi kuran âilelerin evleri, kabirleri ve âhiretleri cennet olduğu gibi, Firdevs cennetinden Allah’ın İlâhî cemâlini de görmeye mazhar olurlar.

İslâm Yaşar’ın bir saati aşan bu konferansı, erkekler gibi bayanları da mest etmiş, “Keşke biraz daha uzun olsaydı” temennisine sebep olmuştu.

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İmanı güçlü hâle getirmek için



Bizi bir damla sudan yaratıp eşref-i mahlûkat hâline getiren Yaratıcı, dünya denilen bu misafirhanede, şu konak yerinde imtihana tâbi tutuyor.

Buraya göndermekten maksadı ise Kendisini tanımamız, bütün gönlümüzle inanıp emirleri istikametinde hareket etmemiz.

Demek insan bu dünyaya Yaratıcısının varlık ve birliğini, O'nun büyüklüğünü, isim ve sıfatlarını kavrayıp O'na olan imanı ile O'ndan not almak için gönderilmiştir.

Allah’ı tanımak, O'na iman etmek iki türlü olur. Biri, “Evet, bu kâinatın bir yaratıcısı var” deyip O'nun isim ve sıfatlarını Kendi tanıttığı şekilde öğrenmeden, bilgisizce kazanılan, anadan babadan edinilen bir iman. Biri de inandığı hakikatlerin aslı, esası, özü ve ruhunu bilerek bilinçli bir şekilde kazanılan iman.

Birincisi ufak bir şüphe rüzgârı karşısında sönebilen bir mum gibi iken, ikincisi dağlar gibi şüphelere karşı dahi dayanabilecek derecede güçlü bir imandır. Bu güçlü imana tahkîkî iman diyoruz.

Yirmi İkinci Söz’de (Sözler) bir şehre gelen çok miktardaki bir mal örneğiyle anlatılır bu iman çeşitleri. Büyük bir zâtın birbirinden farklı bir çok malı gelir şehre. Bu malların iki yolla onun malı olduğu bilinir. Bir çırpıda ve bilgisizce, “Bu kadar bol mal, ancak falan kimsenin olabilir. Başkası bu kadar mala sahip olamaz” tarzındaki bir anlayış. Fakat böyle bir kimsenin nezaretinde hırsızlıklar olabilir. İkinci yol ise her eşya, her denk üstünde yazıyı okuyup herbir top üstünde mührü gören, ancak onun olduğuna dair kesin kanaate ulaştıktan sonra “Bu mallar falanındır” diyen kimsenin takip ettiği yol.

Tevhidin iki çeşit olduğu hakkında verilen bu örneğe göre, birinci Tevhid, yani Allah’ın varlık ve birliğine inanma bilgisizce yapılan bir Tevhiddir ki, “Cenâb-ı Hak, birdir. Ortağı, benzeri yoktur. Bu kâinat O'nundur” şeklinde bir kanaate dayanır. İkinci Tevhid, Tevhid-i Hakikidir. Bu Tevhid, her şey üstünde Allah’ın varlık ve birliğinin, gücünün mührünü, san'atının damgasını, ilminin imzasını görebilmek; ortağı, dengi, benzeri olmadığını hiçbir şüphe ve tereddüde kapılmadan kabullenmektir.

Böyle bir örnekle konuya giren Bediüzzaman, aynı yerde Tevhid-i Hakikiyle ilgili On İki Lem’a tarzında tabiattan örnekler sunar. Bizzat görüp müşahede ettiğimiz, yaşadığımız çevremizden verilen bu örnekler ülfet perdelerini yırtıp îmanda öylesine terakkî ettirir ki, inançsız bir insan bile artık inkâr edemez hâle gelir. Aklı sönmeyen, kalbi ölmeyen herkes bütün bu işlerin tek bir yaratıcı tarafından yürütüldüğünü, Allah’ın hiçbir yardımcısı ve ortağı olmadığını anlamakta tereddüt etmez.

Özetle bu sözün özelliği kâinatı bir kitap gibi okutması ve bu okumalardan Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıfatlarına pencereler açması.

Nasıl mı açıyor? Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki yazımızda duralım.

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Allah Resûlü (asm) istişare ederse...



Peygamberimiz (asm) istişareyi emreden âyet-i kerimeye muhatap olduğu zaman, “Biliniz ki, Allah ve Resûlü müşavereden herhalde müstağnîdirler. (Yâni, meşveret etmeye muhtaç değiller.) Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse, rüşdden (olgunlaşma, akıldan) mahrum olmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz. İstişare eden bir kavim, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur. İstişare eden pişman olmaz”, “İşlerde istihâre edenler, yani Allah’dan hayır dileyerek rızâsına muvafık hareket edenler zarar etmezler. İstişâre edenler de işin sonunda pişman olmazlar. İdâre-i maîşetinde isrâf etmeyip i’tidâl yolunu iltizâm edenler de fakr u zarurete düşmezler”1 buyurmuştur.

Peygamberimiz (asm) istişarenin içtimâî hayata getireceği huzur ve saadeti ifade için, “İdarecileriniz hayırlılarınızdan, zenginleriniz de cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişare ile yürürse, yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır” buyurur.

Peygamberimizin (asm), hakkında âyet, hüküm bulunmayan meselelerde ashabıyla meşveret etmesi, insanların, uzmanların görüşlerine ne derece önem verildiğini ve verilmesi gerektiğini fiilen gösterir.

Peygamberimizin (asm) şahsında Müslümanlara emredilen “Yapacağın işi önce meşveret et” (Âl-i İmrân Sûresinin 159) âyeti ışığında işlerini istişare ile yürüten Müslümanlar, uzmanlarına danıştılar ve pişman olacakları şeyleri yapmaktan korundular. İstişareyi terk ettiklerinde ise, sıkıntılara düştüler, ağır bedeller ödediler.

Biliyoruz ki, Peygamberimiz (asm), görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışan bir önder değildi. Vahyi aynen tebliğ eder, ona uyar ve uyulmasını emrederdi. Ancak vahye dayanmayan hususlarda kendi şahsî görüşünü sahabelerle eşit tutardı. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebu Hûreyre (ra); “Ben, Resulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim”2 der. Bedir, Uhud, Hendek Savaşları öncesinde, ordunun konuşlandırılmasında, savaş taktiklerinin tesbitinde ve savaş esirlerinin akıbeti hususundaki en kritik konularda ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, kendi düşüncesine aykırı olduğu halde ona göre hareket etmiştir.3

Peygamberimiz (asm), Uhud Savaşı sırasında, düşman saflarındaki bir kısım bedevîleri savaşmaktan caydırmak için Medine hurmalarından pay vermeyi teklif etmeyi gündeme getirmişti. Ancak sahabeler bu fikrin vahye dayanmadığını öğrenince, bunun zillet ihtivâ eden bir teklif olacağı gerekçesiyle itiraz etmişler, Peygamberimiz de (asm) vazgeçmişti.

Keza, Uhud Harbinde de kendi düşüncesinin aksi olan ve istişare neticesinde şûradan çıkan ekseriyetin fikrine iştirak etmesi de, meşveretin önemini gösteren bir delildir. Onun irtihalinden sonra da Ashab-ı Kirâm, gerek sâir konularda, gerekse ahkâm âyetlerinin nasıl anlaşılacağı ve tatbik edileceği meselelerinde meşveret yapardı. Hz. Peygamber (asm), daima değişik fikirlere, farklı görüşlere açıktı. Sahabilerine de bu zemini hazırlamıştı. Peygamberliğini asla bir imtiyaz olarak ileri sürmez, genç, fakat isabetli görüş sahiplerini dinlerdi.

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-hafâ, 2/185 .; 2- Tirmizî, Cihad, 35.; 3-İbni Kesir, II, 128-129.

21.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhâlefetün li'l-havâdis sıfatı



Tire’den Ünal Ziylan: “Muhalefetün li'l-havâdis sıfatını açıklayarak, bu sıfatın hangi isme dayandığını izah eder misiniz?”

Muhalefetün li'l-havâdis sıfatı Allah’ın zâtî sıfatlarındandır. Allah’ın zâtî sıfatları, Allah’ın zatının hiçbir şeye benzemediğini, eşi, dengi, benzeri, zıddı, ortağı bulunmadığını bize anlatan sıfatlardır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sıfatları kendi Yüce Zatıyla aynîleşen, Yüce Zatının her şeyden müstağnî oluşunu, her şeyin her şeyinde O’na muhtaç olduğunu izah eden, Yüce Zatına mahsus, Yüce Zatının dışındaki her şeyde zıtları bulunan sıfatlardır.

Said Nursî Hazretlerine göre, Cenâb-ı Hak, ne kadar kemal sıfatlar varsa hepsine sahiptir. Kâinatta ne kadar hüsün, cemal ve kemal varsa, Cenâb-ı Allah hepsinden sonsuz derece yüksek bir tabakada hüsün, cemal ve kemal sıfatlarına sahiptir.1 Cenâb-ı Hakk’ın sahip bulunduğu bütün sıfatlar:

a) Kâmiledir2, yani Allah’ın sıfatları sınırsız mükemmeldir. Eksikliği ve noksanlığı düşünülemez, bütün noksanlıklardan münezzehtir, mertebelerden müstağnîdir, acz hiçbir şekilde müdahale edemez.

b) Zâtîdir, yani kendi Mukaddes Zatının lâzımıdır; değişmezler.3

c) Ezelîdir, Cenâb-ı Hakk’ın zatına sonradan eklenmiş değildir.4

d) Muhittir. Bütün kâinatı kuşatmıştır.5

e) Mutlak ve nihayetsizdir. Sonsuz ve sınırsızdırlar. 6

Ayıklama, arındırma, tenzih etme ve kemal sıfatları da diyebileceğimiz zâtî sıfatlar, Cenâb-ı Hakk’ı mahlûkata benzemeklikten, eksikliklerden, her türlü zaaflardan berî kılan, tenzih eden, Saîd Nûrsî Hazretlerinin “sıfat-ı ayniye” olarak takdim ettiği ve doğrudan “Allah” lâfza-i celâli ile irtibatlandırdığı sıfatlardır. Cenâb-ı Hak hiçbir mahlûkâta benzemediği gibi; Zâtını tasavvur etmek, tahayyül etmek, zaman ve mekânla sınırlamak ve bölümlere ayırmak mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın cisim ve şekil özelliklerinden uzak olduğunu, varlığının sınırı, başlangıcı ve sonu bulunmadığını, bölüm ve parçalardan müteşekkil olmadığını; namütenâhî (sonsuz) olduğunu; varlığının kendisinden olduğunu bu sıfatlar münasebetiyle anlamış bulunuyoruz. Bu temel nitelikler Allah’ın Muhalefet-ün Li-l Havâdis sıfatı ile açıklanmaktadır.

Allah’tan başka her şey sonradan olmuştur. Ezelî olan, başlangıcı olmayan sadece Allah’ın zatıdır. Muhalefet-ün Li-l Havadis sıfatına göre Cenâb-ı Hak, sonradan olan hiçbir hâdis ve mümkün varlığa benzemez. O, bütün varlıklara benzemekten münezzehtir. Bediüzzaman’a göre Allah’ın kudsî mahiyeti, diğer varlıkların mahiyetleri cinsinden değildir. Kâinatın bütün hakikati, Allah’ın mahiyetinin güzel isimlerinden bulunan Hak isminin pırıltılarıdır. O’nun mahiyeti bütün mahiyetlere muhaliftir, maddeden mücerreddir. O’nun varlığının dengi ve benzeri yoktur.7

Cenâb-ı Hakk’ın varlığı kendindendir. Her şeyin varlığı O’na dayanır, O’na bağlıdır; O’nun varlığı hiçbir şeye dayanmaz. O hiçbir şeye bağlı değildir. Saîd Nursî Hazretlerine göre Cenâb-ı Hak bütün varlıkları yokluktan çıkarıp, her birisini bu ucu bucağı olmayan fezada, “Gökleri gördüğünüz gibi hiçbir direk olmaksızın yükseltti”8 âyetinin sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu Kayyûmiyet sırrının tecellîsine mazhar ediyor. Eğer bu istinat noktası bulunmazsa, hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Her şey hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp yokluğa düşer. Bütün mevcudat, vücutları, kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâle dayanıyorlar; kıyamları O’nunladır.9

Bu durumda Muhalefet-ün Li-l Havadis sıfatını bir isme tahsis etmeden, onu birçok ismin ortak özelliklerini üzerinde taşıyan kapsamlı bir sıfat olarak nazara almak durumundayız. Bu sıfatta Bâkî, Kadîm, Azîm, Samed, Ehad, Kayyum ve daha birçok isim ortak payda olarak tezahür ediyor. Başka bir ifadeyle; Allah, sonradan olan varlıklara beka cihetiyle benzemediği gibi, ezeliyet cihetiyle de benzemez, azamet cihetiyle de benzemez, kibriya cihetiyle de benzemez, samediyet cihetiyle de benzemez, ehadiyet cihetiyle de benzemez, kayyumiyet cihetiyle de benzemez. Ve bütün isim ve sıfatları cihetiyle de ayrı ayrı benzemez.

DUÂ

Ey Alim-i Hakim! Ey bilmediklerimi bilen! Ey görmediklerimi gören! Ey duymadıklarımı duyan! Ey kemal sıfatlar sahibi! Ey güzel isimler maliki! Ey kâinatın hâkimi! Ey her şeyi bilen! Ey, gayb ve şehadet bütün âlemlerde ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle, rahmetiyle tasarruf eden Allah’ım! Seni hakkıyla tanıyamadım. Senin kadr-u kıymetini bilemedim. Senin izzet-i celâlini takdir edemedim! Senin azamet-i kibriyanı anlayamadım! Senin cemal-i kemalini düşünemedim! Beni bağışla Allah’ım! Beni affet! Beni, Seni tanımama bahtsızlığına uğratma! Bana Seni hakkıyla tanımayı lütfeyle! Âmin.

Dipnotlar:

1- Muhâkemât, s. 120; 2- Muhâkemât, s. 112; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 208; Şuâlar, s. 145; 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 66; 5- Şuâlar, s. 142; 6- Şuâlar, s. 142; 7- Mektûbât, s. 242; 8- Ra’d Sûresi, s. 13/2; 9- Lem’alar, s. 339

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yasalar ve yasaklar



Gündemde çerçevesi genişletilmiş "sigara yasağı" ve bu yasağa vatandaşın ne ölçüde riayet edeceği meselesi var.

Çıkartılan yasa ve yasaktan ziyade, "vatandaşın riayeti" noktasına özellikle dikkat çekiyoruz; çünkü cezaların, kànunî müeyyidelerin ne ölçüde uygulanacağı hususunda ciddî tereddütlerimiz var.

Dolayısıyla, yürürlüğe giren yasanın caydırıcılığından çok, vatandaşın kendi düşünce ve iradesi ile takınacağı tavrı önemsiyor ve sonucunu da merak ediyoruz.

Şüphesiz, kànunların da bir caydırıcılık payı vardır. Fakat bu caydırıcılık, sigara dumanı karşısında şimdiye kadar maalesef yeterli etki gücüne sahip olamadı.

Bunda, yasayı uygulayan ve yasakları takip etmesi gereklerin de aynı dertten muztarip olmalarının, yahut aynı hatayı işlemelerinin payı da var.

Nitekim, daha evvel var olan sınırlı sigara yasağı uygulamasında da aynı zaaf noktaları görüldü. Birçok kapalı mekânda sigara içilmesi yasak olduğu, üstelik bu yasağın karşılığı olan ceza miktarları iri rakamlarla afişe edildiği halde, tatbikatın çok farklı olduğunu hemen hepimiz biliyoruz.

Tiryakiler, yasak alanlarda fosur fosur sigara içiyor ve buna karşılık herhangi bir cezaî müeyyide uygulanmıyordu.

Bu, hiç de hoş bir durum değil. Uygulama imkânı olmayan bir kànunu çıkarmaktansa, belki de çıkarmamak daha iyi. Zira, tatbik edilemeyen, yürürlüğe konulamayan bir kànun, adeta çiğnenmek için çıkartılıyor demektir.

Umarız ki, tütün tüketimi ile ilgili olarak kapsamı genişletilerek çıkartılan yeni kànun da eskisi gibi zayıf kalmasın, kadük olmasın.

Bu vesileyle bizi en çok sevindiren, memnun eden gelişmenin, başta da değindiğimiz gibi bazı vatandaşlarımızın ülke genelinde yaygınlık kazanan havaya uyarak ve iradesini kullanarak sigarayı birakmış olmasıdır.

Bununla beraber, çıkartılan yasanın gerekleri yerine getirilir ve yasaklara uymayanlara hak ettikleri ceza kesilir ise, bundan da elbette ayrıca memnuniyet duyacağımızı ifade etmek isteriz.

Yeter ki, zarar üstüne zarar olan bu menfî adetin önüne geçilmeye ve yol açtığı azim tahribatı bir şekilde hafifletilmeye çalışılsın.

Tarihin yorumu: 21 Mayıs 1799

Napolyon efsanesi Akka'da söndü

Fransızların efsanevî lideri Napolyon Bonapart, Akka'daki şanlı Osmanlı savunması karşısında daha fazla tutunamayarak geri çekildi.

Ordusu da bozguna uğrayan ve bu moral çöküntüsü içinde Mısır'a dönen Napolyon, Ağustos'un sonlarına doğru burayı terk ederek ülkesine döner.

* * *

Avrupa'nın en büyük sömürgeci ülkelerinden olan İngiltere ile Fransa, işgal için gittikleri hemen her yerde aynı zamanda çekişiyorlardı.

İşte, o çekişmelerden biri de Mısır'da yaşandı. Fransa, Napolyon'un bazı başarılarla efsaneleşmesi sayesinde, Mısır'da kısmî bir üstünlük sağladı ve 12 bin kişilik ordusuyla 1 Temmuz 1798 İskenderiye limanından girerek bu ülke topraklarını işgale başladı.

Fransız ordusu, modern silâhlarla donatılmıştı. Karşısında ise, ilkel usûllerle savaşan Osmanlı kuvvetleri vardı. Fransızlar, kısa sürede üstünlük sağladı ve Mısır'ın tamamını ele geçirdi.

Buradaki hakimiyetini garantiye almak isteyen Napolyon, Osmanlı'dan çok İngiliz tehdidi altındaydı. Bu sebeple, denizden gelecek tehlikeye karşı gerekli tedbirleri tamamladıktan sonra, karadan gelebilecek tehlikeleri de bertaraf etmeye yöneldi.

Onun korkusu, Suriye–Filistin cephesinden gelebilecek saldırılardı. Erken davrandı ve 6500 kişilik ordusuyla Suriye'ye doğru ilerledi. Yol üstünde o tarihte küçük bir Osmanlı kasabası olan Akka kale şehri vardı. Kaleyi, 18 Mart 1799'dan itibaren kuşatma altına aldı.

70 yaşın üzerinde olan Cezzar Ahmet Paşa, kaleyi vargücüyle savunmaya çalışıyor, ancak mütemadiyen kayıp veriyordu. Çünkü, onun askerleri de iptidaî silâhlarla harp ediyordu.

Neyse ki, bir süre sonra İngilizler'in modernizasyonuyla teçhiz edilmiş Nizam–ı Cedid askerleri Akka'ya vasıl oldu ve 8 bin 500 kişilik bu modern ordu ile Napolyon'un ordusu karşı karşıya geldi.

Zor günler geçiren Fransız ordusu, nihayet 21 Mayıs günü pes etti ve geri çekilmek zorunda kaldı.

Napolyon, yıllar sonraki bir itirafında şunu söyleyecekti: "Eğer Akka'da durdurulmasaydım, Ortadoğu'nun tamamını ele geçirir, böylelikle dünyanın haritasını değiştirirdim."

* * *

1517'den 1918'e kadar Osmanlı'nın hakimiyeti altında yaşayan Akka, bu tarihten sonra ne yazık ki İngilizlerin işgaline uğradı. 1948'den sonra ise, yine İngiltere'nin sayesinde İsrail'in eline geçti.

Savunma surlarını Cezzar Ahmet Paşanın inşa etmiş olduğu 50 bin nüfuslu bu tarihî şehirde, halen Müslümanlar, Yahudiler, Dürziler ve Hıristiyanlar yaşamakta.

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yargıya baskı mı?



Son günlerde bazı Anayasa Mahkemesi üyelerinden sâdır olan tuhaf sinyaller, o cenahtaki bunalmışlığın bir işareti mi, yoksa işin içinde daha başka işler mi var?

“İzlenme ve dinlenme” tartışmalarının ardından, Turhan Çömez ve Egemen Bağış gibi isimlerle buluşmaları da gündem oluşturan Paksüt, bu durumu AKP’ye açılan kapatma dâvâsından çekilmesi için yapılan baskı olarak yorumluyor.

Adı açıklanmayan bir başka mahkeme üyesinin “Diken üstündeyiz” dediği rivayet ediliyor.

Ve özellikle Paksüt’ün temsil ettiği varsayılan çizgiden farklı bir konumda görülen “muhafazakâr” üye Sacit Adalı’nın da benzer şikâyetleri ortaya sürülerek denge oluşturulmak mı isteniyor?

“Hepimizin büyük bir baskı altında olduğu doğrudur” diyen Adalı’nın, “Hakkımızda çıkan her türlü haber bizi rahatsız ediyor ve daha çok diken üstünde olmamızı beraberinde getiriyor” sözleri nazara verilerek fotoğraf tamamlanıyor.

Verilmeye çalışılan imaj, iktidar partisinin el altından yürüttüğü kampanya ile mahkeme üyelerini baskı altına alarak yıldırmaya çalıştığı.

İyi de, öyle birşey olsa, başörtüsünde de, parti kapatmalarında da mahkemenin genel tutumundan farklı bir çizgi takip edegelmiş olan Adalı gibi bir isim niçin bu kampanyadan etkilensin?

Ortada açıkça hissedilen bir tuhaflık var.

Oluşturulmaya çalışılan izlenim, Ecevit hükümetinin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve 367 formülünün mucidi eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu gibi “hukukçu”lardan aktarılan görüş ve değerlendirmelerle netleşiyor.

Diyorlar ki: “Cumhuriyet tarihinde yargı hiç bu kadar ağır bir baskıya muhatap olmamıştı.”

Peki, bu “ağır baskı” iddiasının dayanağı ne?

İktidar partisi dâvânın açıldığı ilk günlerdeki sert tepki söylemlerinden kısa sürede vazgeçti.

AB’nin dâvâ karşısındaki tavrı baskı olarak görülüyorsa, bunun çaresi yok. Demokrasi ve özgürlüğü herşeyin önünde gören bir organizasyon olarak AB, üyelik müzakerelerini sürdürdüğü bir aday ülkede yaşanan böylesine kritik bir gelişmeye ilgisiz ve duyarsız kalabilir mi?

AB’den kapatma dâvâsıyla ilgili olarak gelen eleştiri ve uyarıları “ağır baskı” olarak niteleyen anlayış, haddizatında “suçüstü” yakalanmış olmanın getirdiği psikolojiyi açığa vurmuş oluyor.

Gerçekte, yargı üzerindeki ağır baskıdan söz edilecekse, çok fazla uzağa gitmeye gerek yok.

On bir yıl önce bugünlerde Genelkurmay’ın irtica brifinglerine çağrılıp, anlatılanları dinledikten sonra dakikalarca ayakta alkışlayan yüksek yargı üyelerinin oluşturduğu unutulmaz manzaralar, asıl baskının ne olduğu sualinin cevabını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermiyor mu?

Ve yargı üzerindeki 28 Şubat baskısının bugün dahi kalktığını iddia edebilmek mümkün mü?

Peki, 2008 Türkiye’sinde, bir yüksek yargı organında kilit görevde bulunan bir kişinin, 47 yıl önce adalet ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçmiş olan Yassıada mahkemesinden çıkmış idam kararlarına alkış tutmasına ne demeli?

Eğer yargıya ağır baskıdan söz edilecekse, 27 Mayıs’tan, haksız yere yargıladığı maznunları itip kakma gerekçesini “Sizi buraya tıkan kuvvet öyle istiyor” diye açıklayan Yassıada’dan ve 28 Şubat’tan daha iyi örnek bulmak mümkün mü?

Bazı yüksek yargı mensupları, kendileri de o baskılara kaynaklık eden zihniyeti paylaştıkları için, bunları baskı olarak görmeyebilir ve baskıların gönüllü uygulayıcıları olmaktan herhangi bir şekilde rahatsızlık duymuyor da olabilirler.

Ancak bu durum, sonucu, yani adaletin ideolojiye kurban edildiği gerçeğini değiştiremez.

Buna rağmen şu günlerde ortaya atılan “Yargı ağır baskı altında” iddialarının gerisinde, yargı dışındaki bazı statüko güçlerini el altından devreye sokmak için hazırlanan bir ilâve mizanseni gündeme taşıma hesapları yatıyor olabilir mi?

Ne yazık ki, girdiğimiz süreçte herşey gibi bu da mümkün. Umarız, bu hesaplar da boşa çıkar.

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gençleri oyalamayalım



Gençlerin ülke meselelerinde hak ve söz sahibi olması için zaman zaman kanunî düzenlemeler yapılıyor. Önce seçme yaşı aşağıya çekildi, sonra da seçilme yaşı erkene alındı. Bütün bunlar, daha fazla gence Türkiye’yi idare etmede söz hakkı vermeyi hedefliyordu.

Elbette daha fazla gencin Türkiye’yi idare etmede söz hakkı bulması önemlidir. Ancak hepsinden önemlisi bu gençlerin Türkiye ve dünya gerçeklerinden haberdar edilmesidir. Gençlere erken seçme ve seçilme hakkı tanımakta acele ediyoruz, ama aynı ölçüde gerçekleri öğrenmeleri için gayret sarfetmiyoruz.

“19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” kutlamalarının medyaya yansıması bu çelişkiyi göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Tarih kitaplarında 19 Mayıs’a atfedilen mânâ ile, ortaya çıkan manzara birbiriyle örtüşüyor mu? Nitekim, Emre Aköz de bu tavra itiraz etmiş ve şöyle demiş: “Millî Mücadele süreci; kongreleriyle, meclisiyle, savaşa hazırlık safhasıyla, uluslararası ilişkileriyle, isyanlarıyla, savaşıyla, barışıyla ve nihayet ilân edilen cumhuriyetle başlı başına bir olaydır. Onu ‘gençlik ve spor’ kavramına indirgediğinizde, meselâ elindeki biricik battaniyeyi üşüyen çocuğunun üstüne değil, ıslanmasınlar diye mermilerin üstüne örten kadını es geçmiş olursunuz.” (Sabah, 20 Mayıs 2008)

Aköz ‘basit bir soru’ daha sormuş: “Bandırma vapurunda Mustafa Kemal’den başka rütbeli ve rütbesiz kaç asker vardı? Bilemediniz değil mi? Çünkü onlardan nadiren bahsedilir.” (agg.)

Gerek bayram kutlamalarında ve gerekse konuşmalarda bu konulara hiç temas edilmemesi normal midir? Gençlerin bu bayramı niçin kutladıklarını bilmeleri gerekmez mi? Türkiye’de dışardan gelen bir ‘turist’ 19 Mayıs kutlamalarını izlese ya da bir gün sonraki gazeteleri okusa, bu bayramın konusunu tahmin edebilir mi? Gençler bu şekilde mi Türkiye ve dünya gerçeklerini öğrenecek?

Basitçe şöyle düşünelim: Gazetelere yansıyan (Bkz.: Sabah, 20 Mayıs 2008) kutlama törenlerindeki kıyafetleriyle bu öğrenciler; gerek üniversiteye ve gerekse okudukları diğer liselere kabul edilirler mi? En başta mevcut haliyle ‘kıyafet yönetmelikleri’ne takılır ve okudukları okullara kabul edilmezler. “İyi ama o başka, bu başka” demekle kimseyi ikna edemezsiniz. Okullara kabul edilemeyecek derecedeki ‘açık-saçık’ kıyafetlerle gençlere törenler yaptırmak Türkiye ve dünya gerçeklerine de uymaz.

Asıl problem, bütün bir millete, en başta da gençlere ‘Türkiye gerçekleri’ni öğretememekten kaynaklanıyor. Bu milletin nasıl bir ‘kurtuluş mücadelesi’ verdiğini en başta kendimize dört başı mamur bir şekilde anlatabiliyor muyuz? Okullarda okutulan ders kitapları bunu temin ediyor mu? Bu sorulara gönül rahatlığıyla ‘evet’ demek çok zor. Aksine, gençleri oyunlarla oyalamanın peşindeyiz...

Millî Mücadeleyi hangi şartlarda ve nasıl kazandığımızı öğrenmek gençlerin de hakkı. Bu hakkı onlara çok görmeyelim ve gençleri oyalamayalım...

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Ohh bee!



TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın kapatma dâvâsıyla ilgili “Herkesin ‘oh’ diyebileceği, bir imkân” sözleri herkesin dilinde.

Bir an düşündüm. Son günlerdeki gelişmelerde birkaç kez oh be denilebilirmiş.

“Oh be”de ilk sırayı sigara yasağının uygulamaya geçmesi alıyor. Türkiye’nin en sağlıklı yasağına nihayet kavuştuk. Çalışma arkadaşımız Şaban Bey gibi tiryakiler için zor bir geçiş dönemi olacak, ama onlar da zamanla alışacak.

“Çarşı her şeye karşı” sloganının siyasî versiyonu Deniz Baykal’ın, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a söz verdiği halde liderlerin yer aldığı destek afişine fotoğrafını göndermemesi de bir şeyi değiştirmeyecek.

Fakat son dakika kulislerine göre, tiryakiler CHP umutlarını söndürmemişler! Tiryakiler, CHP’nin sigara yasağını da Anayasa Mahkemesi’ne götürmesini dört gözle bekliyorlarmış!

Buradan onlara bir tüyo vereyim. Öyle efkârlanıp, “ne olacak bu yasağın hâli” deyip fosur fosur sigara içerek boşuna beklentiye girmesinler.

Sigara yasağının laikliğe aykırı bir yönünü bulup tez elden Baykal’a ulaştırsınlar. Sabih Kanadoğlu’nu da ziyaret edip duâsını alsınlar. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Benden söylemesi…

İkinci “oh be”yi CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın açıklaması için kullanacakken daha ağzımdan “ohh” çıkar çıkmaz o anda kimin söylediğini tesbit edemediğim “haa” uyarısı gelince gerisini getiremedim.

Belki de niyetim anlaşılamamıştı.

Malûm, Önder Sav, hacca gitmek isteyen 80 yaşındaki partiliye, “Boşver, Araplara para kaptırma! Bakarsın Muhammed seni bırakmaz” şeklindeki yüksek fikirlerini faş etmişti.

Sav’ın sözleri “Din de bizim, devlet de bizim, millet de bizim” afişlerini sokaklara asan CHP’nin “din de bizim” derken dini nasıl sahiplendiğini göstermesi bakımından önemliydi. Onun için “oh be” deme ihtiyacı hissetmiştim…

Üçüncü “oh be”yi Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’ın başörtüsü raporu için kullanacaktım. Yüksek mahkeme için bağlayıcı olmayan raportörün raporu umutları yeşertmişti. Ancak uzun sürmedi.

Her ne kadar raportör düzenlemenin Anayasaya uygun olduğunu Anayasa Mahkemesi’nin değişikliği ancak şekil yönünden inceleyebileceğini söylese de acilen karşı mekanizma çalıştı.

Buna göre, mahkeme “CHP’nin başvurusunu geri çevirecek fakat gerekçeli kararda türbana red verecek.”

Böyle bir sonuca kimin, nasıl memnun olacağı ve “oh be” diyeceğini merakla bekliyorum!

21.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bush’n ölüm öpücükleri



Mısır Dışişleri Bakanı ‘Ortadoğu’daki kaynamayı ABD ateşliyor’ demiş. Gerçekten de öyle. Ortadoğu bir ateş kazanı veya cadı kazanı. Bu ateş kazanındaki kaynamayı ABD ile İsrail ateşliyor. Ortadoğu üzerine Dünya Ekonomik Forum’unda konuşan Bush yine ileri geri sözler sarfetti. Bu arada askerleri de Kur’ân-ı Kerim’i nişan tahtası yapmışlar. Bush ve şurekası Kazıklı Voyvoda’nın çağdaş varisleri. Bush özür diledi, ama yine kaypakça. Bütün Müslümanlardan özür dileyeceği yerde bendesi ve işbirlikçisi Maliki’den özür dilemeyi tercih etti. Kim kimden özür diliyor, hayret? Maliki zaten adam olsa Bush cephesinde yer almazdı. Mısır Dışişleri Bakanı Ahmet Ebu’lgeys Bush’un konuşması üzerine şu tepkisini ortaya koymuş: “ABD’nin İsrail’i desteklemesi ve bizatihi kendi faaliyetleri ve işgalleri nedeniyle Ortadoğu ateş topuna dönmüştür ve bunun sonucunda Müslümanlarla Batı arasında medeniyetler savaşı husule gelmiştir. Biz İsrail tanklarını bir Arap kentinde veya Filistin şehrinde veya Amerikan tanklarını Arap kentlerine ateş açarken gördüğümüzde halkın öfkesi kabarıyor ve bu öfke de Ortadoğu’da kaynamaya (turmoil) neden oluyor. Kaynama da istikrarsızlığı beraberinde getiriyor...”

Buradan üç önemli tespit çıkarmak mümkündür. Bush’un Haçlı nitelikli işgalleri Batı ile İslâm dünyası arasında bir medeniyetler çatışması ortamını tetiklemiştir. İkincisi de, bölgede Irak örenğinde olduğu gibi eksen kaymasına neden olarak çatallaşmayı artırıyor ve bu da istikrarsızlık ortamı meydana getiriyor. Yani çatışan sadece Batı ile İslâm dünyası değil. İslâm dünyası da kendi içinde hesaplaşıyor. Bugün Filistin’de ve Lübnan’da yaşananlar bu ana eksenli kamplaşmanın yan ürünleridir. ABD’nin bölgeye müdahaleleri sonrası güç dengesinin bozulmasıyla birlikte her yörede mezhep ihtilafları ve etnik sorunlar yeniden uç vermiştir.

***

Ve bölgede ABD yanlısı görünenler veya Bush’un ölüm öpücüğüyle öptükleri bir daha iflah olamamaktadır. Sözgelimi, güya Bush Hamas’a karşı Mahmut Abbas’ın desteklemektedir. Kocaman bir yalan. Varsa tek destek edebî yani sözde destektir. Onlar Filistin halkını desteklemezler. Sadece iç kavgalarla enerjilerini boşaltmalarını isterler. İsrail de ona keza. Dolayısıyla Mahmut Abbas’a destek tamamen aldatmacadır ve göstermeliktir. Abbas onların yarı gönüllü rehinesidir. Hamas ise zoraki rehine. İsrail, Mahmut Abbas’ın yerini takviye için kılını kıpırdatmamıştır. İsrail mantığına göre Abbas kendilerine vekaleten savaşır yoksa kendileri Abbas’a vekaleten savaşmazlar. Bundan dolayı son sıralarda İsrail basınında Mahmut Abbas hakkında ‘kaçtı kaçacak’ türü haberler çıkmaktadır. Zaten Mahmut Abbas’ın kendisi de yalnız bırakıldığını hissetmekte ve kaçmak için onurlu bir çıkış kapısı aramaktadır. ABD’nin İsrail’e baskı yapmadığı için müzakerelerin yerinde saydığını ve müzakerelerde bir dosyanın bile kapatılamadığını yani hiç ilerleme sağlanmadığını acı bir şekilde itiraf etmektedir. Dolayısıyla ABD taraf tutmaktan ziyade düşmanlığı körüklemektedir. Lübnan cephesinde de durum böyledir. Güya ABD Sinyora ve Hariri kanadını desteklemektedir. Bu destek sözdedir. Bundan dolayı el Cezire Kanalında gazetecilerin duayeni Muhammed Haseneyn Heykel, Sinyora’ya hitaben uluslararası camiaya güvenmemesini ve konjonktürel olarak uluslararası pozisyonun aleyhinde olduğunu söylemiştir. Bunun akabinde aynen Mahmut Abbas örneğinde olduğu gibi Beyrut’ta ağır bir bozguna uğrayan Refik Hariri’nin entel dantel oğlu Saad Hariri’nin pılını pırtısını toplayarak siyaseti bırakacağı ve kendisini tamamen ticarî faaliyetlere adayacağı söylenmektedir.

Alın teri olmadan hiçbir zafer kazanılmaz. Lübnan bozgunu ile birlikte Sünniler kendilerini laik ve çapsız liderler yüzünden aşağılanmış hissediyor. Çapsız ve laik liderler olarak Kabbani, Sinyora ve Saad Hariri aslında iki kaz güdemeyecek durumdadırlar. Canbolat’ın peşine takılmışlar ve o da ilk deneyde bozguna uğramıştır. Bölgesel aktörlerden Suudi Arabistan taassuptan burnunun ötesini görememektedir. Vehhabilik saplantılı veya soslu dinî anlayışı nedeniyle güya kabircilikten veya kuburilikten kaçarken dünyeviliğe kaptırmış kendini. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak hesabı betonlara prestiş eder hale gelmiştir. Mısır liderliği ise iyice yaşlanmış ve iktidar tutkusunun ötesinde bütün ilgilerini neredeyse kaybetmiştir.

***

Binaenaleyh Bush sayesinde bölgede bir de taifisten ve şuubistan bariyerleri yükselmeye başlamıştır. Osmanlı döneminde arkamız kapanmış ve Orta Asya ile irtibatımız yüzyıllar boyunca kesilmişti. Bush döneminde ise neredeyse yeni Haçlı saldırısıyla birlikte ortaya çıkan yan kavgalarla örülen şuubistan ve taifistan duvarlarıyla birlikte neredeyse önümüz de kesilmeye başlanmıştır. Kim yaptığını bilmiyoruz ama gün ortasında Bağdat elçiliğimizi ateş çemberine alıyorlar. Biz bayrağımızı Basra’ya dikelim derken birileri Bağdat’ta bize pusu kuruyor ve istenmeyen adam muamelesi yapıyor. İhab Şerif örneğinde olduğu gibi acaba bizi arkadan vuran kim? PKK bazlı şuubistan modeli mi yoksa önümüzü kesen Bush’un kuvvet verdiği yeni taifistan cereyanı mı? Velhasıl Bush’un yeni Haçlı seferinin faturası kendisine de bölgeye de çok pahalıya mal olmuştur. Bir de Şerm el Şeyh de kalkmış Türkiye’yi övmesin mi? Hükümet canibinden birileri de ölüm öpücügüne mal bulmuş mağribi gibi sarılıyor. Hâlâ bizi model olarak göstermekle ne yapmak istiyor? Galiba dağarcığında model, sadakında ok kalmayınca yüzde 47 oy almış bir partinin kapatılma sürecinde olduğu bir ülkeyi model olarak takdim ediyor. Tek kelime ile utanmaz. O da aslında çaresiz. Gölge etmesin başka ihsan istemeyiz. Türkiye ve potansiyel evleğinde olan Arap dünyası ne pahasına olursa olsun Bush’un Haçlı seferini sonlandırmayı ve bölge üzerinde Amerikan gölgesini kaldırmayı vazife bilmeli ve birinci vazifesi olarak görmelidir. Aksi takdirde bölgeye huzur yok.

Yeniden insiyatifi ele almadıkça bölgeye huzur gelmeyecektir. Bunun için de dinine bağlı, aynı zamanda çaplı liderlere ihtiyaç var. Şaka değil.

21.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT