Son günlerde bazı Anayasa Mahkemesi üyelerinden sâdır olan tuhaf sinyaller, o cenahtaki bunalmışlığın bir işareti mi, yoksa işin içinde daha başka işler mi var?
“İzlenme ve dinlenme” tartışmalarının ardından, Turhan Çömez ve Egemen Bağış gibi isimlerle buluşmaları da gündem oluşturan Paksüt, bu durumu AKP’ye açılan kapatma dâvâsından çekilmesi için yapılan baskı olarak yorumluyor.
Adı açıklanmayan bir başka mahkeme üyesinin “Diken üstündeyiz” dediği rivayet ediliyor.
Ve özellikle Paksüt’ün temsil ettiği varsayılan çizgiden farklı bir konumda görülen “muhafazakâr” üye Sacit Adalı’nın da benzer şikâyetleri ortaya sürülerek denge oluşturulmak mı isteniyor?
“Hepimizin büyük bir baskı altında olduğu doğrudur” diyen Adalı’nın, “Hakkımızda çıkan her türlü haber bizi rahatsız ediyor ve daha çok diken üstünde olmamızı beraberinde getiriyor” sözleri nazara verilerek fotoğraf tamamlanıyor.
Verilmeye çalışılan imaj, iktidar partisinin el altından yürüttüğü kampanya ile mahkeme üyelerini baskı altına alarak yıldırmaya çalıştığı.
İyi de, öyle birşey olsa, başörtüsünde de, parti kapatmalarında da mahkemenin genel tutumundan farklı bir çizgi takip edegelmiş olan Adalı gibi bir isim niçin bu kampanyadan etkilensin?
Ortada açıkça hissedilen bir tuhaflık var.
Oluşturulmaya çalışılan izlenim, Ecevit hükümetinin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve 367 formülünün mucidi eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu gibi “hukukçu”lardan aktarılan görüş ve değerlendirmelerle netleşiyor.
Diyorlar ki: “Cumhuriyet tarihinde yargı hiç bu kadar ağır bir baskıya muhatap olmamıştı.”
Peki, bu “ağır baskı” iddiasının dayanağı ne?
İktidar partisi dâvânın açıldığı ilk günlerdeki sert tepki söylemlerinden kısa sürede vazgeçti.
AB’nin dâvâ karşısındaki tavrı baskı olarak görülüyorsa, bunun çaresi yok. Demokrasi ve özgürlüğü herşeyin önünde gören bir organizasyon olarak AB, üyelik müzakerelerini sürdürdüğü bir aday ülkede yaşanan böylesine kritik bir gelişmeye ilgisiz ve duyarsız kalabilir mi?
AB’den kapatma dâvâsıyla ilgili olarak gelen eleştiri ve uyarıları “ağır baskı” olarak niteleyen anlayış, haddizatında “suçüstü” yakalanmış olmanın getirdiği psikolojiyi açığa vurmuş oluyor.
Gerçekte, yargı üzerindeki ağır baskıdan söz edilecekse, çok fazla uzağa gitmeye gerek yok.
On bir yıl önce bugünlerde Genelkurmay’ın irtica brifinglerine çağrılıp, anlatılanları dinledikten sonra dakikalarca ayakta alkışlayan yüksek yargı üyelerinin oluşturduğu unutulmaz manzaralar, asıl baskının ne olduğu sualinin cevabını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermiyor mu?
Ve yargı üzerindeki 28 Şubat baskısının bugün dahi kalktığını iddia edebilmek mümkün mü?
Peki, 2008 Türkiye’sinde, bir yüksek yargı organında kilit görevde bulunan bir kişinin, 47 yıl önce adalet ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçmiş olan Yassıada mahkemesinden çıkmış idam kararlarına alkış tutmasına ne demeli?
Eğer yargıya ağır baskıdan söz edilecekse, 27 Mayıs’tan, haksız yere yargıladığı maznunları itip kakma gerekçesini “Sizi buraya tıkan kuvvet öyle istiyor” diye açıklayan Yassıada’dan ve 28 Şubat’tan daha iyi örnek bulmak mümkün mü?
Bazı yüksek yargı mensupları, kendileri de o baskılara kaynaklık eden zihniyeti paylaştıkları için, bunları baskı olarak görmeyebilir ve baskıların gönüllü uygulayıcıları olmaktan herhangi bir şekilde rahatsızlık duymuyor da olabilirler.
Ancak bu durum, sonucu, yani adaletin ideolojiye kurban edildiği gerçeğini değiştiremez.
Buna rağmen şu günlerde ortaya atılan “Yargı ağır baskı altında” iddialarının gerisinde, yargı dışındaki bazı statüko güçlerini el altından devreye sokmak için hazırlanan bir ilâve mizanseni gündeme taşıma hesapları yatıyor olabilir mi?
Ne yazık ki, girdiğimiz süreçte herşey gibi bu da mümkün. Umarız, bu hesaplar da boşa çıkar.
21.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|