Siyaset zemininde çözülmesi gereken siyasî meseleler yargıya taşınıp mahkemelik olunca, ister istemez yargının siyasallaşması tartışmaları da büyüyor ve alevleniyor.
Prensip olarak “Kararlarıyla konuşurlar” denilen hakimler ard arda yaptıkları farklı açıklamalarla tartışmaya müdahil oluyor ve kaçınılmaz şekilde yıpranma sath-ı mailine giriyorlar.
Meselâ, AKP hakkındaki kapatma dâvâsının devam ettiği bir süreçte Anayasa Mahkemesi veya Yüksek Seçim Kurulu Başkanının herhangi bir beyanı, tartışmanın siyasî boyutunda taraf olanlardan birini illâ ki rahatsız ediyor. Ve beyan sahibi ihsas-ı reyde bulunmakla suçlanıyor.
Bunun son örneklerinden biri olarak Yüksek Seçim Kurulu Başkanının, “Siyaset yasağı konulursa Erdoğan bağımsız aday olabilir mi?” sorusuna verdiği olumlu cevap, mâlûm cenahın hoşuna gitmedi ve öfkeyle homurdanmalarına yol açtı.
YSK Başkanı, dâvâ sürecinin devam ettiği ve kararın ne olacağının bilinmediği bir ortamda varsayımlar üzerine hüküm bina ettiği için eleştirildi. “Benim söylediklerim kanundaki düzenlemelere ilişkin teknik izahattan öteye gitmiyor” savunması da eleştirilerin önünü kesmedi.
Ardından Anayasa Mahkemesi Başkanının, “Çıkacak karar ne olursa olsun, demokrasiyi, laikliği ve hukuku güçlendirecek” şeklindeki, ne tarafa çekilirse o şekilde yoruma müsait beyanı da benzer bir âkıbete uğramaktan kurtulamadı.
AKP’nin kapatılıp Erdoğan ve diğerlerine yasak getirilmesinden yana olan kimileri, nedense bu sözlerden kendi beklentileriyle örtüşmeyen anlamlar çıkararak Başkan Kılıç’a yüklendiler.
Oysa Başkanın sözlerini onlar da pekâlâ istedikleri şekilde yorumlayabilir; AKP için verilecek kapatma kararının demokrasiyi de, laikliği de kurtaracağı ve hukukun üstünlüğünü pekiştireceği yönünde bir mesaj istihraç edebilirlerdi.
Ama bizim laikçiler hem laikliğe kilitlenip, kendi yorumladıkları şekliyle bu kavramı bir “atgözlüğü” haline getirdikleri; hem başından beri Kılıç’ın bu anlamdaki laikliğe mesafeli duruşundan hiç haz etmedikleri; hem de demokrasiyi bir türlü samimiyetle benimseyip içselleştiremedikleri için böyle birşeyi akıl edemediler.
Halbuki ortak akılla yürüme sözüyle çıktığı yolda “tek adam yönetimi”ne yönelmekle eleştirilen ve Türkiye’de demokrasinin önünü açacak AB reformlarında da üç buçuk yıldır kayda değer tek bir adım atmayan Erdoğan ve partisi, bu tavrıyla demokrasi için de bir engel durumunda.
Ve halktan aldığı güç ve yetkiyi, Türkiye’deki sistemi demokratikleştirmek için kullanmayarak, kendisine büyük umutlarla verilen oyları bloke etmenin vebal ve sorumluluğunu taşıyor.
Ama bunun hesabını sorması gereken merci mahkeme değil, yine halk. Ve Türkiye’nin tuhaf ikilemidir ki, böyle bir hesaplaşmanın halk eliyle yapılmasına bir türlü fırsat verilmiyor; tersine ipe sapa gelmez iddia ve suçlamalarla konu yargıya götürülüp, hiç yoktan mağduriyet görüntüleri ihdas edilerek halkın kafası karıştırılıyor.
Böylesi müdahaleler olmasa; samimî, şeffaf ve dürüst bir tartışma zemininin oluşmasına imkân verilse; medya manipülasyonlarıyla zihinler şaşırtılmasa, halkın doğru ve sağlıklı kararlara varması hiç zor değil. Ama ne yazık ki bu yapılmıyor, doğrular gizleniyor, menfaat hesaplarına dayalı konjonktürel tavır alışlarla herşey birbirine karıştırılıyor ve tüm bunlar kaosu doğuruyor.
Ortaya çıkan kaostan en çok istifade edenler ise birtakım karanlık mahfiller oluyor. Asıl büyük sıkıntıyı halk çekerken, devlet ve kurumları yıpranıp tahrip oluyor. Ve adaletin güvencesi olması icab eden yargı da, tartışmalara müdahil olarak bu yıpranmadan payını fazlasıyla alıyor.
Tartışmaların artarak devam etmesi üzerine peş peşe yapılan kurumsal açıklamalar ise sorunu çözmüyor, tam tersine “gözdağı” olarak algılanıp, yıpranmayı daha ileri boyutlara taşıyor.
Ve yargı siyasallaştıkça sorun derinleşiyor.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|