Küçüktüm, alnımda biriken terimle geleceğime harç koymaya çalışıyordum. Annemden şefkati, babamdan dirayeti alıp harmanlayarak vicdanımda erittikten sonra, ruhumdan bir katre damlattığım karakterimle hayatın dev aynalarında boy göstermekti hayalim. Emeklerken kendisine açılan ellerin, ayaklandığında kendisinden yüz çevireceğini hissetmesinden midir bir çocuğun, bilmiyorum; ama sanırım yaptığımız hemen her şeyin ve anlamını bulmaya çalıştığımız soruların hemen hepsinin, zamanı geldiğinde ayakta kalabilme gayretinden başka bir şey olmadığını düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Evet, hayatın ve dahi kulluğun gâyesi ilimle olgunlaşmak, bilmek ve bilgeliğe ulaşmaktı ya, biz de emeklemekten başlayarak yürüdük ömür evinin dar koridorlarından. Geçirdiğim her dönem belli bir vakde kadar bana bahşedilmiş ömrümün birer odası sanki. Önce taşlığı tanıyorsun, oradan geçip de eşiğe yanaştıktan sonra akıl ve kalbinin kapısını aralamaya çalışıyorsun. Derken, ikisi arasında süregelen gelgitler eşliğinde ruhunu huzura kavuşturmaya çalışıyorsun. Sonunda anlıyorsun ki, bütün çabalar ömrün hemen her ânında “hatt-ı vasat” denen dengeli kişiliği “sırat-ı müstakim” denen doğru yolda dâim kılmakmış.
Şurası bir gerçek ki, karşılaştığımız hemen her durum, nesne, varlık ya da insan bizim için Piaget’in dediği şema, uyum sağlama ve dengeleme varyasyonlarını yaşatan birer vesiledir. Meselâ yedi yaşımızda, daha yeni yeni mantıksal bir sürecin içine atıldığımız ömrümüzün ilk halkasında, bir muamma gibi peşi sıra koşuştuğumuz öğretmenlerimiz gibi olmaktı hayali-miz. Hemen her gittiğimiz, her göz attığımız veyahut her yöneldiğimiz kişi için önemli bir değer olabilmekti isteğimiz. Ama yıllar geçtikçe özerklikten kurtulup da akil bâliğ olunca, anladık ki herkesin yolu da yordamı da ayrıdır. Meselâ o muamma gibi hayal ettiğimiz öğretmenlerimizin türlü türlü ve boy boy çelişen davranışları bir bir serilince önümüze, “Beni kandırmışsın öğretmenim” başlıkları altında nice sitemli nağmeler dillendirdik. Yani gençliğinde kopya çeken bir öğretmenin, suratını asarak kopya çekmenin kötülüğünden bahsetmesi, fedakâr olmamızı isteyen bir başka öğretmenimizin öğretmenliği sadece ve sadece ders saatlerine sığdırarak, o kutsal mesleği mesaî saati kapsamına indirgeyerek sade bir memur hüviyetine büründürmesi ne kadar çelişkiliyse, toplum yapımızın da benzeri davranış örüntüleriyle baştan başa çelişkili olması, elbette tesadüf sayılmazdı.
Şimdi yaş ilerledikçe, kalplerin ateşli ve akılların dumanlı olduğu o gençlik günlerinde ucundan kıyısından görebildiğim toplumsal çelişkilerin daha net bir şekilde arz-ı endam ettiğini görünce, zamanla toplumsal bir ikiyüzlülüğün kronikleştiği sosyal bir hastalığın varlığından şüphe eder duruma geldim. İşin uzmanı olan sosyolog yahut psikologlar bu durum için ne der bilmiyorum; ama bence bu durum Doğan Cüceloğlu’nun dediği “mış” gibi hayatların gittikçe bir sosyal gerçeklik hâline gelip bir hayat biçimine dönüşerek, değişim ve dönüşümü yanlış yerde aramanın ortaya çıkardığı sonuçtur.
Bence kendini değiştirmeden başkasını değiştirme, nefsini ıslâh etmeden başka bir nefsi ıslâh etme, kendini kurtarmadan dünyayı kurtarma gibi bir nev'î sosyal hastalıktır asıl sorun. Ve daha ömrümün yetişkin odasında bulunurken, Hacı Bayram Veli misali yaşadığım şehrin kenâresinde yaşananları bir bir izlerken, olması gereken değişim ve dönüşümün ilk halkasında kişinin kendisinin yer alması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de kanı deli akanların bu ayrıntıyı gözden kaçırmamaları gerekir. Aksi takdirde bu kadar çelişkiyi gören gözlerden çıkan isyan kıvılcımları, herhangi bir kıvılcım olmaktan öteye geçmeyecek ve güzelim kişilikler, değirmende öğütülen buğday tanesinden farksız kalacaktır. Anlayacağınız, “Maskeli Harikalar Kumpanyası”nın yalancı dünyasında dolanıp duracağız.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|