|
|
Şaban DÖĞEN |
İmanda terakkî etme yolunda |
|
Yaratılıştan maksat, yarattığı eserlere bakıp isim ve sıfatlarıyla Yaratıcıyı tanımak, O'na iman etmektir. İnsan, iman sayesinde kendini ve bütün kâinatın anlamını, değerini, misyonunu, fonksiyonunu anlama imkânı bulur.
İman potansiyel, harekete getirici, hızlandırıcı manevî bir güçtür. İman güçlü olduğu ölçüde insan aktif ve dinamik olur; ibadet, salih amel ve hayırlara koşar. Bütün güzelliklerin kaynağında iman vardır. İnsan imanda mesafe aldıkça insanlıkta da ilerler. İmanda terakkî etme büyük önem taşır. Sayısız fayda ve nurları bulunan, dünya ve ahiret saadetinin temel taşı olan imanın enfes meyvelerine başka nasıl ulaşılabilir? Öyleyse bir insan için en önemli mesele imanda terakkîyi sağlayan taklidî imanı tahkikî hâle getirmek ve onda mesafe almak olmalıdır. Bundan daha önemli bir mesele düşünülemez.
Risâle-i Nur’un iman üzerinde yoğunlaşması sebepsiz değildir. Sık sık imanda terakkî üzerinde durulur. Kâinattan Yaratıcısını soran seyyahın müşahede ve izlenimlerine yer verilen Âyetü’l-Kübra Risâlesi bu açıdan büyük bir anlam taşır. Kısaca bu risâleye bir göz atıldığında satırlar arasına serpiştirilmiş iman hakikatinin örnekleriyle arttırılıp genişletildiğini, imanda basamak basamak ilerlendiğini açıkça görürüz. İşte o seyyahın imandaki terakkisiyle ilgili bazı satırlar: “O mütefekkir yolcu her sayfayı okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan imanı ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olan iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf edip, manevî çok zevk ve lezzetleri verdikçe…” (Şuâlar, s. 104), “Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan ve meraklı ve terakkî ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken…” (s. 108), “O mütefekkir yolcu, marifet-i İlâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için…” (s. 109), “Sonra imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakin mertebesine terakkisinde envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan mütefekkir yolcu…” (s. 111) “Kemâlât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası iman-ı billâhtan ve marifetullahtan neşet eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı…” (s. 112) “Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu…” (s. 123) “Sonra, bir fakir insana değil fanî ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bakìyi kazandıran ve bir fanî adama, ebedî bir hayatın levazımâtını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir biçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i ebediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu…” (s. 129)
“Sonra dünyaya gelen ve dünyadan Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’râc-ı imanî ile gâibâne marifetten hâzırâne ve muhatabane bir makama terakkî eden meraklı ve müştak yolcu…” (s. 132)
Bütün bu satırlarda iman, imanda terakkînin önemi ve güzellikleri bir bir anlatılmıyor mu?
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hayatın içinden |
|
Yusuf Bey: “Sabah ve ikindi namazlarında imam selâm verdikten sonra cemaatin saf düzenini bozması caiz midir? Bu esnada meleklerin tesbit yapmalarından dolayı dağılmamanın daha evlâ olacağı söyleniyor. Doğru mudur?”
Meleklerin cemaatle namaz kılanlar ile ilgili tesbitleri imamın selâm vermesi ile birlikte sona erer. Esasen sona ermemiş olsa bile, biz meleklerle ilgili böyle bir fizik ötesi tahminle hareket edemeyiz. Onlar kendi görevlerini, kendilerine verilen kriter ve ölçüler çerçevesinde eksiksiz yaparlar. Biz de bize verilen görevleri yapmakla yükümlüyüz. Namaz meselesinde önemli olan, farz namazları mümkün mertebe cemaatle kılmaya devam etmektir. Cemaatle kılınan farz namazlarda imam selâm verdikten sonra saf düzenini bozmakta hiçbir sakınca yoktur. Selâmdan sonra cemaat tesbihini dilediği gibi çekmek üzere saftan ayrılabilir. Saf düzenini sıkı tutmanın fazileti, selâm verinceye kadardır.
***
Şengül Şirin: “İçkili ölen kişinin hali ne olur? Namazı kılınır mı? İçki içen insanın ağzından kırk gün iman girmezmiş sözünün aslı nedir?”
1- İnanan, fakat günahkâr bilinen bir insanın hiç tövbe etmediğini ve tövbesinin makbul olmadığını varsayamayız!
2- Kul ile Rabbi arasına hiç kimse giremez!
3- Kulun akıbetini Rabbinden başka hiç kimse bilemez. İnsan–eğer yakınlarının akıbetinden endişe ediyorsa—yakınları için ancak duâ edebilir.
4- Kulun Cennete girip girmeyeceği hususu Rabbi ile kendisi arasında bir meseledir. Zahirî günah işlediği görülmekle veya ibadet yaptığı görülmekle bir adamın nereye gideceği konusunda hüküm verilemez! İçkili öldüğünü gördüğümüz bir kişinin tövbe ve pişmanlık durumunu bilemeyiz. Genel çerçevede hüsn-ü zan etmekle yükümlüyüz. Hüsn-ü zan ederek günahlarının bağışlanması için duâ edebiliriz.
5- İçki içen insan eğer münkir değilse, eğer içkinin haram olduğunu inkâr etmiyorsa, ehl-i imandır. Haramı haram, helâli helâl bilen bir kişinin imanı günah işlemekle kırk gün değil, bir dakika bile gitmez. Bu sözün aslı esası yoktur.
***
Uğur Bey: “Damat adayında, ne gibi şartlar aranmalıdır?”
amat veya gelin adayımızda aramamız sünnet olan en öncelikli vasıf dindarlığı, güzel ahlâkı ve iyi huylu olmasıdır. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz bir kişi sizin ailenizden bir kadına talip olursa onu evlendirin. Şayet yapmazsanız, yeryüzünde büyük fitne, fesat ve bozgunculuk olur.”
Dediler ki: “Ya Resulallah! Malı yoksa?”
Peygamber Efendimiz (asm) yeniden:
“Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz bir kimse sizden bir kadına talip olursa, kadını ona nikâhlayın” buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı.1
Yine Peygamber Efendimizin (asm); “Kadın üç sebeple nikâh edilmektedir. Bunlar: Malı, güzelliği ve dini. Sen dinine bağlı olanı tercih et ki, iki elin rahat etsin”2 hadis-i şerifi damat seçiminde de önemli ölçüler verir. Nitekim damatlar için de bu vasıfların tercihe en şayan olanı, dindar olmasıdır.
Eğer dindar olmaya temayülü var ve kötü alışkanlıkları bulunmuyorsa, böyle adaylar da tercihe değer bulunabilir.
DUÂ
Ey Rafiü‘d-Derecât! Ey dereceleri yükselten! Ey her bir adıma en az on basamak terfi veren! Ey küçücük de olsa hiçbir hayrı hor ve hakir görmeyen! Ey her zerrecik iyilik ve hasenatı yüklü sevapla tezyin eden! Ey her Kendine yöneleni kabul eden ve rahmetle kuşatan! Ey yüksek lütuflar Sahibi! Ey yüksek ikramlar Sahibi! Ey yüksek dereceler Sahibi Allah’ım! Elimde avucumda bir zerrecik makbul amel yok! Günahlarım ufkumu kapattı, gönlümü acıttı, gözümü kararttı! Günahlarımı bağışla! Taksirâtımı affeyle! Rahmetinden eli boş çevirme! Katındaki derecemi düşürme! Beni kendine yönelt! Lütfet; katındaki derecemi artır! Âmin.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Nikâh, 3
2- Tirmizî, Nikâh, 4
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Vazifemiz istişaredir, sonuç almak değil |
|
Meşveretin verimli geçmesi, sonucun hayırlı olması, şu düsturların bilinmesi, benimsenmesi ve uygulanmasına bağlı.
- Problemleri çözmenin en emin ve en keskin yolu istişaredir. Farz-ı muhal, meşveret sonunda beklenen netice alınmasa bile, yine istişare, yine istişare…
- Meşverette Allah rızası gözetilir. Yoksa, kendi arzuları ve fikirlerini kabul ettirme değil… Dolayısıyla problemleri çözme, meselelere çare bulmada O’nun emir ve yasakları çerçevesinde hareket etmeli.
- İstişare, fikrî bir yardımlaşma ve dayanışmadır. Feyiz ve bereket meşverette ortaya çıkar. Öyle ise, peşin hükümlerle meşverete girmemeli.
- Hissî, indî, nefsî davranmamalı. Meşverette esas olan, akıl, kalp, vicdan, hüsn-ü zan, hüsn-ü niyettir. İnat, garaz, tarafgirlik, gıybet, rekabet, düşmanlık, intikam gibi olumsuz duygulara yer verilmemeli.
- Meşverette tam bir fikir ve vicdan hürriyeti hâkim olmalı; şahısların değil, Kur’ân ve Sünnet’in etkisinde kalmalı. (Yalnız, fikirlerin başkalarıyla örtüşmesi ayrı bir şey, meseleleri müzakere ve mütalâa etmeden onların arzuları istikametinde parmak kaldırmak başka bir şeydir.)
- İstibdat, tahakküm, fikir ve düşünceleri baskı altına almak, meşveretin ruhuna zıttır. O takdirde meşveretin anlamı kalmaz. Özellikle yöneticiler daha hassas davranmalı.
- Hakperestliğin gereği, doğruluğuna inanılan düşünceleri kesin bir kararlılıkla müdafaa etmektir.
- Meşverette şahısların değil, hakkın hatırını yüksek tutmalı. Şahıslar kırılacak, üzülecek diye gerçekleri söylemekten çekinmemeli. Zira, meşveret, daha iyiyi, daha güzeli, daha doğru yolu bulmanın çalışmasıdır, yoksa başkalarının üzülmemesini sağlayan bir tedavi seansı değildir.
- Meşveret üyeleri hangi yönde rey kullanırsa kullansın; oy çokluğuyla alınan kararlar esastır ve herkesi bağlar.
- Alınan kararlar veya üyelerin aleyhinde konuşmak kat’iyen caiz değildir. (Burada içe bakış metodunu kullanmalı, yani empati yapmalı. Sizin çoğunlukla birlikte verdiğiniz kararları başkalarının eleştirmesini, itiraz etmesini ister misiniz?)
- Meşveretin aldığı kararların aksine davranışlarda bulunmak ve kararların başarısızlığı için bir takım girişimlerde bulunmak, meşveretin ruhunu anlamamak, hatta ihanettir.
- Kararların uygulanması ve başarı; aksi görüş beyan edenlerin (velev ki doğru olsun!) isteklerinde değil; tevekkül, azim ve sebattadır. Başarısızlık kararlarda değil, uygulama hataları ve ihmallerdedir.
- Allah rızasını aramak için meşveret ile O’nun yolunda mücâdele edenler; maddî bir karşılık, ücret veya mânevî dünyevî makam, mevki, övgü beklememeli.
- Şu nokta da dikkate alınmalıdır: Meşveret bir ibadettir. Ehl-i meşveretin vazifesi, şartlarına uyarak ve Allah rızasını gözeterek istişare etmektir. Neticeyi beklemek değil. Hiç kimse, “Bu kadar zamandır uğraştık, çabaladık, ne elde ettik?” gibi bir karamsarlığa da düşmemeli. Zirâ, bizim vazifemiz Allah yolunda “meşveret” etmektir. Muvaffak etmek Cenâb-ı Hakkın işidir, takdiridir.
Her meselede, mükemmel uyulacak üstad olan Resûl-i Ekrem’in (asm) vazifesi, ancak tebliğ etmekten ibaret1 ise; meşveret edene ne oluyor ki, vazifesini sonuca bina etsin?
Dipnot:
1- Nur Sûresi: 54.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
GAP'ta şiddetli kuraklık |
|
Mardin–Batman hattı ve çevresi başta olmak üzere, on bir vilayeti içine alan GAP bölgesinden gelen son haberler hiç de iç açıcı görünmüyor.
Bu yıl yaşanan şiddetli kuraklık ve giderek artan sıcaklığın da etkisiyle, GAP sulama alanı dışında kalan yerlerde hayat adeta bitme noktasına geldi.
Ekili alanlar, bir bir kurumaya başladı. Kızıltepe gibi, bölgenin en kaliteli buğdayının üretildiği araziler, şu an Afrika çöllerinden farksız bir durumda.
Tarımla uğraşan kesim tam bir çaresizlik ve ümitsizlik içinde başka yerlere göç ediyor. Hayvancılıkla uğraşanlar da yine aynı dertten muztarip olup, Muş veya Bingöl gibi yüksek yaylaların bulunduğu bölgelerde mer'a kiralamanın bir yolunu arıyor.
Oysa, bölgeye hayat veren GAP sekteye uğratılmayıp, özellikle sulama kanalları aynı hızla yapılmaya devam edilseydi, şimdiki sıkıntının belki onda biri yaşanmayacaktı. Ne yazık ki son yıllarda, ağırlıklı olarak 1995'ten sonra, özellikle de şimdiki hükümetin tek başına iktidara gelmesinden sonra GAP adeta unutuldu, kelimenin tam anlamıyla terke ve ihmale uğratıldı.
* * *
Geçtiğimiz Mart ayının başlarında, bir vesileyle bölgeye gitme imkânını bulduk. Batı Anadolu'nun hayli soğuk olduğu o günlerde, özellikle Mardin–Batman arasındaki bölgenin sıcaktan kavrulduğunu bilmüşahade gördük. Hatta, birlikte gittiğimiz arkadaşlarla o kavruk topraklara bakarak "Burası bu mevsimde böyle iken, acaba sıcak yaz mevsiminde ne hale gelir" diyerek hayretimizi ifade etmiştik.
İşte, bahar bitti ve yaz mevsimi henüz başlamışken, bölgedeki tarım ve hayvancılığa dayalı hayatın çekilmez bir hal aldığını görüyoruz. Bu fecî durum karşısında kim ne yapabilir? Herkes bir çare arayışında, ancak şu saatten sonra kuraklığın vurduğu, sıcaklığı kavurduğu o bölgenin sınırları içinde acaba hangi derdin devası bulunabilir? Açıkça ifade etmek gerekir ki, başta yöneticiler olmak üzere, köylü, çiftçi vatandaş da gafil avlandı.
GAP'ı hayata geçirmekten birinci derece sorumlu olan yöneticiler, ne hikmetse, bu işi hep ağırdan aldılar. Bu büyük proje ile ciddî mânada ilgilenmediler. Tâ başından beri buna hep mesafeli durdular.
Oysa altyapı çalışmaları için büyük masraflar (19 milyar dolar) yapılan GAP, az bir kısmı hayata geçirilmiş olmasına rağmen, bugün yine de masrafını finanse edebilmiş durumda. Demek ki, esasında bütçeye yük değil; aksine, orta vâdede büyük kâr getirebilen bir projedir. Bu projenin tamamlanabilmesi için sadece 13 milyar dolarlık bir finasmana ihtiyaç var.
Ancak, GAP'ı "Demokratlar"ın bir başarısı olarak gördüklerinden midir nedir bilinmez, ancak mevcut iktidar bu muazzam medeniyet projesine hep uzak durdu, yabanî durdu... Oysa, bu partiler üstü bir millî projedir; tarafgirâne bakılmamalı.
Gerçi, doğru dürüst bir başka yatırımda da bulunmuş değiller. Daha çok yabancı sermayenin Türkiye'deki borsalarda ve bankalarda nemalanmasıyla ilgilendiler. Ne var ki, o sermayenin kârını da burada tutamadılar ve yatırıma dönüştüremediler.
Dolayısıyla, tutarlı bir yatırım politikasına şahit olamadığımız bir hükümetten GAP ile ciddî şekilde ilgilenmesini beklemek abestir. Her ne ise...
* * *
Bu sene geçti, gitti. Hiç olmazsa, bundan sonrası için tedbirler alınsın.
Fıratın tünellerle taşınan suyu yeterlidir. Bölgeyi baştan başa yeşillendirecek, bağistana çevirecek kadar yeterli su rezervi var. Ancak, bu suyu muhtaç yerlere ulaştıracak su kanalları, su cetvelleri yok. Zamanında yapılmadı. Şimdi de sıkıntısı çekiliyor ki, cidden çekilecek gibi değil.
Düşünün ki, Viranşehir'in pek yakınında bir baraj olmasına rağmen, burası bile çok ciddî bir sususluk tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Bu ve benzeri durumları ne ile izâh etmeli?
Türkiye'nin en az beş misli kadar bir nüfusun ihtiyacını sadece GAP'ta potansiyel olarak mevcut bulunan organik gıda, temiz su ve enerji ile karşılamak mümkün iken, şu an itibariyle bölge halkı dahi bütün bu nimetlerden mahrûm bir hayatı yaşıyor. Soruyoruz: Bu revâ mıdır?
Tarihin yorumu : 24 Mayıs 1571
Tatarların Moskova Zaferi
Osmanlı'dan gelen takviye birliklerle Ruslar'ın üzerine giden Müslüman Kırım Tatarları, şiddetli müsademeler neticesinde Moskova'yı ele geçirdi.
Kırım Hanlığı, 1475'te tâ Sultan Fatih zamanında Osmanlı'nın himayesine girmiş ve bu sayesinde Ruslar'ın karşısında durabilmişti.
Çarlık Rusyası ise, her fırsatta Kırım Türklerini sıkıştırıyor, onları itaate zorluyordu. Nitekim, Korkunç İvan diye bilinen Rus Çarı, 1552'de Tatarlara yönelik yaptığı şiddetli saldırılarla çok kan dökülmesine sebebiyet verdiği gibi, hükümet merkezi olan Kazan'ı da işgal etti.
Bunun üzerine Kırım Türklerine gerek silâh ve gerekse tecrübeli asker yardımında bulunan Osmanlı Devleti, Rus tehlikesi bertaraf edilinceye kadar bu desteğini devam ettirdi.
Kırım Hanı Devlet Giray, Osmanlı'dan gelen bu kuvvetli destek sayesinde toplam 120 bin askerle harekete geçti ve Ruslar'ı Moskova'dan söküp atıncaya kadar da mücadele etti. Bu fetihten sonra Devlet Giray'a "Taht alan" lâkabı takıldı.
Ne var ki, Kırım Türklerinin Moskova üzerindeki hakimiyeti uzun sürmez. Bunun önemli üç sebebi var: 1) Osmanlı'nın bir müddet sonra duraklama devresine girerek nisbeten güç kaybetmesi; 2) Buna karşılık Çarlık Rusyası'nın giderek güçlenmesi; 3) Kırım'daki iç siyasetin bir türlü istikrar bulamaması.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Allah'ım, dünyan ne güzel! |
|
Hani insan, binlerce hayal kurar da, bir gün olsun o hayallerinden bir tekinin bile gerçekleşmediğini görünce nasıl üzülür az çok tahmin edebilirsiniz. Aksi de mümkündür. Bu defa da gördüklerinize bir türlü inanamazsınız. İşte ben de böylesine hülyalı duygularla doluyum bu sabah. “Yine bir rüya mı görüyorum acaba?” diye, gözlerimin önündeki güzelliğe bakıyorum, bir türlü inanamıyorum. Bu güzelliği seyretmek için, penceredeyim. Uykularımı kaçırıyor bu güzellikler. “Allah’ım, dünyan ne güzel” diyorum.
Çimenlerin üstünde uçuşan bir çift beyaz kanat görünce, çocuklar gibi çığlık attım. Bu yemyeşil kırlara; uçan, konan, gezen ve gizlenen işte tam böyle ipek kanatlı çiçekler gerekliydi. Öyle de olmuş. Coşku büyük. Can gelmiş ovalara. Kıpır kıpır, her şey. Canlılık ve beyazlık hâkim buralarda. Uçuşlarındaki zarafet, seyreden gözler için bir ziyafet…
İnsanın eliyle okşadığı güzellik sınırlı olsa da, gözüyle yakaladıkları, sayısız…
Evimizin bahçesinde, diz boyu çimenler ve çiçekler arasında ters-yüz edilmiş ceketlerle kelebek avına çıktığımız, çocukluğumun o mis kokulu bahar sabahlarının hatırası, hafızamda saklıdır hâlâ. Hayatımız ümitle, neşeyle doluydu. Bugün, o eski ve mutlu günlerden biri gibi.
İkinci kattaki evimin arka penceresine, çok değil iki metre mesafede bir çınar yavrusu var. Uzansam tutacağım nerdeyse. Gözlerimin hizasına yaklaşması için, tam bir karış kalmış. Bu çınar yavrusu, her daim bir gelişim içinde. Çaktırmadan büyüyor… Santim santim uzuyor…
Güzellikler, gözlerimin önünde, resmigeçitte bu sabah… Serçeler, camın kenarcığına sepelediğim ekmek kırıntılarını, o kuş beyinleriyle (!), nasıl da buluyorlar hayret doğrusu. Her zaman tam vaktinde geliyorlar. Üstelik sayıları da çoğalmış. Aile boyu, çoluk çocuk hepsi rızkın kokusunu almışlar, camdalar.
Kışın yorgunluğunu henüz üzerinden atamamış, birkaç çam ağacından başka, her şey taze ve diri görünüyor. Dallar, eller gibi semaya uzanmış rahmeti alkışlıyor. Küçücük göz bebeğim ise, dünyayı yutuyor. Hani; “İğne deliğinden deve geçer mi?” derler ya. Zorluk mu var Yüce Yaratan’ın kudretine? Bakın, görün işte. Küçücük göz bebeğimden vızır vızır mevsimleri geçiriyor. Göz bebeğimle kâinatı içiyorum. Yeniden bir dirilişe, bahardaki muhteşem yaratılışa, yıllardan sonra ilk defa bu kadar yakından şahit oluyorum. Beton yığınlarına hapsolmuş, yaşıyorduk. Bırakın dalı, yaprağı, ağacı, toprağı her şeye hasret kalmıştık nicedir.
Her şeyin bir bedeli var. Zahmetsiz rahmet olmuyor. Sabredip kışa dayananlar, şimdi baharı yaşıyorlar. Yol kenarındaki papatyalar, “Bizi de görmeden geçme” diyorlar. Sarı sarı çiçekler açmış küçük fidanlar, coşkulu renklerle bezenmiş meyve ağaçları, büyük bayramı kutluyorlar. İlk defa yürüyen, ilk defa konuşan bir çocuk gibi adım adım, hece hece kendilerine sunulan güzellikleri, binler gözlerle görüyor ve gösteriyorlar. Bu sabah böyleyim, iyiden iyiye hayretteyim. Kalbim titriyor, ruhum ürperiyor. Sevinçten ağlamaklıyım. Allah’ım dünyan ne güzel. Ömründe bir kez olsun, bu güzellikleri görmeyen, duymayan bir insanın, ya gözleri kör olmalı ya da kulakları sağır.
Allah’ım korkarım böyle bir zulümden. Gerçekten korkarım… Seni söyleyen, Seni haykıran bu güzelliklerin ve sayısız dillerin duâlarıyla gelmek isterim huzuruna. Biliyorum bu hayat ve bu fırsat, bir daha ele geçmeyecek.
Bazı sabahlar; sanki ölmüşüm de zarar ve ziyanımı telâfi etmek için, bir günlüğüne yeniden dünyaya gönderilmişim gibi hissediyorum kendimi. Ödenecek borçlar da az değil hani. Ne yapacağımı bilemiyorum. Tek çare, tövbelere sarılmak. Dilimde, sevgili Levent kardeşimin her karşılaştığımızda ayrılırken duâ gibi bir sözü var; “Cennette…” Şu an derdimin, tam da dermanı bu söz. Peygamberimiz; “Cennet, onu isteyene verilecektir” demiyor mu? Öyleyse, bana istemeden her şeyi veren Allah, ben istedikten sonra Cenneti niye vermesin? O’na hiçbir şey zor değil ki.
Bu güzellikleri, ebediyet yurdu olan Cennette, bütün sevdiklerimle beraber yaşamak, tek dileğim… Allah’ım, bu güzelliğin sonsuza dek devamını istiyorum. Bunu bütün kalbimle temenni ediyorum. Bu duâyı ederken bile, kalbime huzur doluyor. Allah’ım dünyan ne güzel. Sana el açıp, Senden istemek ne güzel bir duygu.
Üzerinde yaşadığımız bu dünyanın, Cennette özel bir yeri olacağını bilmek, bütün sevdiklerimizle beraber, bu dünyadaki bütün maceraları orada tekrar be tekrar seyredeceğimizi düşünmek; ne ölümden, ne de ötesinden bir korku bırakmıyor ruhumda. Söyleten de Sensin, isteten de Sensin. İşiten de Sen, veren de Sensin Allah’ım. Duâyla çaldığım kapının ardında, Senin olduğunu bilmesem, boşuna çalıp durur muyum o kapıyı. Senin rahmet kapının önündeyim. Binbir ihtiyacımla ve utancımla. Duâlarımla, dileklerimle çalıyorum kapını. Kalbim yanıltmıyor beni. Vicdanım bu kapının arkasında biri var, diyor. Biliyor ki, boş değil.
Dün ve bugün, her ihtiyacıma cevap veren hep Sendin. Duâlarımın yükseldiği yerde, hep Sen vardın. Şimdi içimin huzur dolduğu bu yerde de yalnız ve yalnız Sen varsın. Allah’ım, Sana sunuyorum niyazlarımı. Rabbim, kalbimin Sana kavuştuğu duâ yolu, ne kadar da kısaymış meğer. Yıllar sonra fark ediyorum.
Büyüleyici bir güzellik ve derin bir sessizlik var şimdi kâinatta. Çünkü “Anne toprak hamile.” Kızılderililer, bu mevsim için böyle bir tabir kullanıyorlar. Şu hassasiyete bakınız. Baharda atlarının ayaklarına bezler, çaputlar bağlarlarmış; tazecik çimenler ve tohumlar ezilmesin diye. Bir şefkat ve incelik örneği sergilemişler “anne toprak hamile” diyerek. Şimdi onca yol varken, çimenleri hoyratça basıp çiğneyenlere; “Ne olur yapma! Yolu uzatmamak için binlerce canlının hayatına kastetme,” diye seslenmek geliyor içimden. İnsanlarımızdan Kızılderili inceliğini bekliyorum. Çimenin, yeşilliğin de canı var. Her bir otun da ameli var, zikri var. Kıymayalım; ezip geçmeyelim, ibadetlerine mâni olmayalım. Çok güzellikleri çiğnedik, hiç olmazsa çiçeklere, çimenlere dokunmayalım. Burası, Allah’ın dünyası. “Allah’ım dünyan ne güzel ve Sen ne güzelsin.” Bütün bu güzellikleri Yaratan, güzellerin güzeli Allah’ım. Kim bilir Sen nasıl bir güzelsin? Senin cemâline ve kemâline hayranım. Belki de bunları söylemek için varım… Seyirci aşıkınım.
Bediüzzaman, badem ağaçlarının çiçek açtığı böyle bir mevsimde, âdeti olduğu üzere kırlara doğru yürürken, yol kenarındaki bir bahçeden dışarıya sarkmış bir güle, ilgisiz kalmamıştı. Zarif bir hareketle uzanıp, gülü en narin yerinden tutmuş, ona bir bûse kondurmuştu. Bir bûse de benden Allah’ım, bütün güllerine ve güzelliklerine.
Allah’ım, Seni andıkça ve güzelliklerini seyrettikçe, şair Abdülhak Hamid’in o tek beyti yetiyor, hislerime tercüman olmaya; “Andıkça seni, büyür hayalim.” Hayalim, bu dünyaya sığmıyor.
Ömrümüzün belki de bu en güzel zamanını kaçırmamak için, siz de kırlara doğru bir uzanınız. Kim bilir, ne sürprizlerle karşılaşacaksınız? Belki de bir sarı çiçek, merhaba diyebilmek için sabırsızlanıyordur. Bir kelebek, bir serçecik, hiç olmazsa pencereye kadar teşrif etmenizi bekliyordur. Kaçırmayalım randevuyu.
“Bin bahar görse, taş yeşermez” diyor Mevlânâ… Duygular donmamışsa, taş kesilmemişse eğer, duymalıyız bu sesi. Bu seyrin adabını ise, Mevlânâ bir rubaisinde şöyle açıklıyor: “Kırlara çıkınız, bağa gelmiş ve yeşil giyinmiş tabiatı seyrediniz. Her köşede bir çiçekçi dükkân açmış gibi, Allah’ın san'atını seyrediniz. Güller, gülerek bülbüllere diyorlar ki: Susunuz ve susarak seyrediniz.”
Kalk ey nefsim; eğer çömleğin içindeki balı yemeğe üşeniyorsan, hiç olmazsa dallardan uzanan meyveleri kopar da ye. Haydi, rahmet olup yağalım, su olup akalım. Bahçelere, kırlara çıkalım. Bir ilkbahar sabahında güneşle uyanalım. Haydi çoluk çocuk hep beraber. Yollara düşelim. “Toprak, çocukların baharıdır,” diyor Hz. Peygamber (asm). Unutmayın davetlisiniz. Mevsimler çağırıyor…
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
BİR ÖMÜRLÜK MASKELİ HARİKALAR KUMPANYASI |
|
Küçüktüm, alnımda biriken terimle geleceğime harç koymaya çalışıyordum. Annemden şefkati, babamdan dirayeti alıp harmanlayarak vicdanımda erittikten sonra, ruhumdan bir katre damlattığım karakterimle hayatın dev aynalarında boy göstermekti hayalim. Emeklerken kendisine açılan ellerin, ayaklandığında kendisinden yüz çevireceğini hissetmesinden midir bir çocuğun, bilmiyorum; ama sanırım yaptığımız hemen her şeyin ve anlamını bulmaya çalıştığımız soruların hemen hepsinin, zamanı geldiğinde ayakta kalabilme gayretinden başka bir şey olmadığını düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Evet, hayatın ve dahi kulluğun gâyesi ilimle olgunlaşmak, bilmek ve bilgeliğe ulaşmaktı ya, biz de emeklemekten başlayarak yürüdük ömür evinin dar koridorlarından. Geçirdiğim her dönem belli bir vakde kadar bana bahşedilmiş ömrümün birer odası sanki. Önce taşlığı tanıyorsun, oradan geçip de eşiğe yanaştıktan sonra akıl ve kalbinin kapısını aralamaya çalışıyorsun. Derken, ikisi arasında süregelen gelgitler eşliğinde ruhunu huzura kavuşturmaya çalışıyorsun. Sonunda anlıyorsun ki, bütün çabalar ömrün hemen her ânında “hatt-ı vasat” denen dengeli kişiliği “sırat-ı müstakim” denen doğru yolda dâim kılmakmış.
Şurası bir gerçek ki, karşılaştığımız hemen her durum, nesne, varlık ya da insan bizim için Piaget’in dediği şema, uyum sağlama ve dengeleme varyasyonlarını yaşatan birer vesiledir. Meselâ yedi yaşımızda, daha yeni yeni mantıksal bir sürecin içine atıldığımız ömrümüzün ilk halkasında, bir muamma gibi peşi sıra koşuştuğumuz öğretmenlerimiz gibi olmaktı hayali-miz. Hemen her gittiğimiz, her göz attığımız veyahut her yöneldiğimiz kişi için önemli bir değer olabilmekti isteğimiz. Ama yıllar geçtikçe özerklikten kurtulup da akil bâliğ olunca, anladık ki herkesin yolu da yordamı da ayrıdır. Meselâ o muamma gibi hayal ettiğimiz öğretmenlerimizin türlü türlü ve boy boy çelişen davranışları bir bir serilince önümüze, “Beni kandırmışsın öğretmenim” başlıkları altında nice sitemli nağmeler dillendirdik. Yani gençliğinde kopya çeken bir öğretmenin, suratını asarak kopya çekmenin kötülüğünden bahsetmesi, fedakâr olmamızı isteyen bir başka öğretmenimizin öğretmenliği sadece ve sadece ders saatlerine sığdırarak, o kutsal mesleği mesaî saati kapsamına indirgeyerek sade bir memur hüviyetine büründürmesi ne kadar çelişkiliyse, toplum yapımızın da benzeri davranış örüntüleriyle baştan başa çelişkili olması, elbette tesadüf sayılmazdı.
Şimdi yaş ilerledikçe, kalplerin ateşli ve akılların dumanlı olduğu o gençlik günlerinde ucundan kıyısından görebildiğim toplumsal çelişkilerin daha net bir şekilde arz-ı endam ettiğini görünce, zamanla toplumsal bir ikiyüzlülüğün kronikleştiği sosyal bir hastalığın varlığından şüphe eder duruma geldim. İşin uzmanı olan sosyolog yahut psikologlar bu durum için ne der bilmiyorum; ama bence bu durum Doğan Cüceloğlu’nun dediği “mış” gibi hayatların gittikçe bir sosyal gerçeklik hâline gelip bir hayat biçimine dönüşerek, değişim ve dönüşümü yanlış yerde aramanın ortaya çıkardığı sonuçtur.
Bence kendini değiştirmeden başkasını değiştirme, nefsini ıslâh etmeden başka bir nefsi ıslâh etme, kendini kurtarmadan dünyayı kurtarma gibi bir nev'î sosyal hastalıktır asıl sorun. Ve daha ömrümün yetişkin odasında bulunurken, Hacı Bayram Veli misali yaşadığım şehrin kenâresinde yaşananları bir bir izlerken, olması gereken değişim ve dönüşümün ilk halkasında kişinin kendisinin yer alması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de kanı deli akanların bu ayrıntıyı gözden kaçırmamaları gerekir. Aksi takdirde bu kadar çelişkiyi gören gözlerden çıkan isyan kıvılcımları, herhangi bir kıvılcım olmaktan öteye geçmeyecek ve güzelim kişilikler, değirmende öğütülen buğday tanesinden farksız kalacaktır. Anlayacağınız, “Maskeli Harikalar Kumpanyası”nın yalancı dünyasında dolanıp duracağız.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Dirseğimizin altına koyduğumuz kitap kadar parmağımız yukarı kalkar |
|
Kaldırılan parmak, sizin hakkınızda bilgi taşıyor.
Topluluk içerisinde parmak kaldırmak zordur. Hele hele ilk parmak çok daha zordur. Tabi mesele sadece parmak kaldırmış olmak değil, bir sorulması gereken konu varsa, gündeme katılması gereken bir husus varsa, bu noktada cesaretli davranmak, atak davranmak biraz da kişilik göstergesidir.
Söz hakkı almanın bir takım zorlukları vardır. Vicdanen, yanlış bir şey yaptığınızı düşünmüyorsanız, o şeyi yapmak aklın gereğidir.
Parmak kaldırmak bir kişisel durum göstergesidir.
Kişinin içinde olduğu ruh halinin, bilgi halinin, beceri halinin nasıllığı konusunda dinleyenlere ipucu vermektedir. Tabi bu aynı zamanda olumlu anlamdadır. Yani öyle bir soru soruyorsunuz ki, konuşulan gündem yön değiştirir. Bu da kolay bir durum değildir. Konunun bilgilisi, ilgilisi ve meraklısı olmayı gerekli kılar. Bir sorunun arka planında nelerin olup olmadığı, ne niyetle sorunun sorulduğu, soru sahibinin kapasitesi gibi pek çok bilgiler ve ipuçları sorulardan anlaşılır.
Soru konuya olan ilginin / bilginin
derecesini gösterir.
Eğitimciler oldukça güçlü gözlemciler olarak, bir soru karşısında kaldırılan parmakların nasıl bir gösterge taşıdığını bilirler. Kaldırılan parmak konuya ne kadar hakim, o konu hakkında kaç kitap okumuş gibi pek çok bilgiler içerir. Onun için bazen bir soru pek çok konunun vuzuha kavuşmasına vesiledir. Kişinin içinde olduğu hal ne olursa olsun, sorulan soru kişinin kendisini görmesine de vesiledir.
Soru soran, sorduğu soru ile saçmaladığını anlayabilir. Yine soru soran, alâkasız sorular sorduğunu anlayabilir. Ya da soru soran, çok isabetli yaklaşımlar yakalayabildiğini, tam yerinde sorular sorabildiğini anlayabilir. Onun için ne olursa olsun, nasıl olursa olsun gerektiği yerde parmak kaldırmak ve cesaretle sorular sormak gerekiyor.
Nasıl parmak kaldırıyorsunuz?
Sorunun kalitesi, bilgi düzeyinin kalitesi ile ilgilidir. Orijinal bakış açılarının, farklı yaklaşımların fark edilmesi yine soru sormakla anlaşılabilir.
Parmak kaldırma düzeyimiz
duruşumuzu göstermektedir.
Formül şu, parmak kaldırırken 45 derecelik açıyla dirseğimizi büküyorsak, kendimize olan güvenin olmadığı, bilgisine güvenin olmadığı, karşıdaki konuşmacının bizi tepeleyebileceği bir görüntü verilmektedir.
90 derecelik bir açıyla açılan bir dirsek duruşu, belki bilgisinden emin olduğu ama cesaretinin onu rahat bırakmadığı mesajı taşımaktadır. Ya da tam tersi, cesareti var ama bilgisi onu rahat bırakmadığı, güven vermediği anlamına gelmektedir.
Tabiî bir de 180 derecelik bir açıyla parmak kaldırmak var ki, “bilgim tam olmayabilir ama ben ona güveniyorum; eksiğim olabilir ama ben kendime güveniyorum. Kesinlikle başkasına veriyorsan bana da söz hakkı vermek zorundasın” anlamı içerir. “Beni bu ortamda yok farz edemezsin. Söz hakkımı çiğneyen beni çiğnemiş gibidir. Buna kesinlikle müsaade edemem” mesajı vermektedir. Onun için çalıştığımız konu kadar konuşma hakkımız vardır. Araştırdığımız konu kadar söz hakkımız var demektir. Onun için bilmediğimiz bir konuda konuşmak anlamsızdır. Bilmediğimiz bir konuda etkin soru da soramayız. Bildiğimiz konu, rahat soru da sorabildiğimiz konudur. Hiç değilse, konunun neresini bilmediğimizi biliriz.
Dirseğin altına kitap koymak.
Dirseğin altında kaç kitap varsa, parmak o nispette yukarı kalkar. Bir konu hakkında yirmi kitap okumuşsak, o nispette parmağımız yukarıdadır. Bir konu hakkında 20 kitap okumuşsak, o parmağı aşağı indirmek mümkün değildir. 180 derecelik bir açıyla o parmak kendini gösterir.
Parmakları kaldırma biçimini değerlendiren de, ona göre onlara yaklaşım geliştirir. Kaldırdığımız parmaklar, bilgi düzeyimizin bir göstergesidir.
Parmak kaldırmaların ayrı bir özelliği de, araştırmacının on yıllarca oluşmuş birikimlerine bir anda dört beş soru yoluyla ulaşma avantajıdır. Onun için çok güçlü bir davranış şeklidir. Parmak kaldırmayı amacına dönük kullanabilen için, oldukça etkili ve kazanımlı bir harekettir. Hatta güzel ve yerinde sorular sormakta, yine okuduğumuz kitaplarla mümkündür.
Netice itibariyle diyebiliriz ki, dirseğimizin altına koyduğumuz kitap kadar parmağımız yukarı kalkar.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yargı ve siyaset |
|
Siyaset zemininde çözülmesi gereken siyasî meseleler yargıya taşınıp mahkemelik olunca, ister istemez yargının siyasallaşması tartışmaları da büyüyor ve alevleniyor.
Prensip olarak “Kararlarıyla konuşurlar” denilen hakimler ard arda yaptıkları farklı açıklamalarla tartışmaya müdahil oluyor ve kaçınılmaz şekilde yıpranma sath-ı mailine giriyorlar.
Meselâ, AKP hakkındaki kapatma dâvâsının devam ettiği bir süreçte Anayasa Mahkemesi veya Yüksek Seçim Kurulu Başkanının herhangi bir beyanı, tartışmanın siyasî boyutunda taraf olanlardan birini illâ ki rahatsız ediyor. Ve beyan sahibi ihsas-ı reyde bulunmakla suçlanıyor.
Bunun son örneklerinden biri olarak Yüksek Seçim Kurulu Başkanının, “Siyaset yasağı konulursa Erdoğan bağımsız aday olabilir mi?” sorusuna verdiği olumlu cevap, mâlûm cenahın hoşuna gitmedi ve öfkeyle homurdanmalarına yol açtı.
YSK Başkanı, dâvâ sürecinin devam ettiği ve kararın ne olacağının bilinmediği bir ortamda varsayımlar üzerine hüküm bina ettiği için eleştirildi. “Benim söylediklerim kanundaki düzenlemelere ilişkin teknik izahattan öteye gitmiyor” savunması da eleştirilerin önünü kesmedi.
Ardından Anayasa Mahkemesi Başkanının, “Çıkacak karar ne olursa olsun, demokrasiyi, laikliği ve hukuku güçlendirecek” şeklindeki, ne tarafa çekilirse o şekilde yoruma müsait beyanı da benzer bir âkıbete uğramaktan kurtulamadı.
AKP’nin kapatılıp Erdoğan ve diğerlerine yasak getirilmesinden yana olan kimileri, nedense bu sözlerden kendi beklentileriyle örtüşmeyen anlamlar çıkararak Başkan Kılıç’a yüklendiler.
Oysa Başkanın sözlerini onlar da pekâlâ istedikleri şekilde yorumlayabilir; AKP için verilecek kapatma kararının demokrasiyi de, laikliği de kurtaracağı ve hukukun üstünlüğünü pekiştireceği yönünde bir mesaj istihraç edebilirlerdi.
Ama bizim laikçiler hem laikliğe kilitlenip, kendi yorumladıkları şekliyle bu kavramı bir “atgözlüğü” haline getirdikleri; hem başından beri Kılıç’ın bu anlamdaki laikliğe mesafeli duruşundan hiç haz etmedikleri; hem de demokrasiyi bir türlü samimiyetle benimseyip içselleştiremedikleri için böyle birşeyi akıl edemediler.
Halbuki ortak akılla yürüme sözüyle çıktığı yolda “tek adam yönetimi”ne yönelmekle eleştirilen ve Türkiye’de demokrasinin önünü açacak AB reformlarında da üç buçuk yıldır kayda değer tek bir adım atmayan Erdoğan ve partisi, bu tavrıyla demokrasi için de bir engel durumunda.
Ve halktan aldığı güç ve yetkiyi, Türkiye’deki sistemi demokratikleştirmek için kullanmayarak, kendisine büyük umutlarla verilen oyları bloke etmenin vebal ve sorumluluğunu taşıyor.
Ama bunun hesabını sorması gereken merci mahkeme değil, yine halk. Ve Türkiye’nin tuhaf ikilemidir ki, böyle bir hesaplaşmanın halk eliyle yapılmasına bir türlü fırsat verilmiyor; tersine ipe sapa gelmez iddia ve suçlamalarla konu yargıya götürülüp, hiç yoktan mağduriyet görüntüleri ihdas edilerek halkın kafası karıştırılıyor.
Böylesi müdahaleler olmasa; samimî, şeffaf ve dürüst bir tartışma zemininin oluşmasına imkân verilse; medya manipülasyonlarıyla zihinler şaşırtılmasa, halkın doğru ve sağlıklı kararlara varması hiç zor değil. Ama ne yazık ki bu yapılmıyor, doğrular gizleniyor, menfaat hesaplarına dayalı konjonktürel tavır alışlarla herşey birbirine karıştırılıyor ve tüm bunlar kaosu doğuruyor.
Ortaya çıkan kaostan en çok istifade edenler ise birtakım karanlık mahfiller oluyor. Asıl büyük sıkıntıyı halk çekerken, devlet ve kurumları yıpranıp tahrip oluyor. Ve adaletin güvencesi olması icab eden yargı da, tartışmalara müdahil olarak bu yıpranmadan payını fazlasıyla alıyor.
Tartışmaların artarak devam etmesi üzerine peş peşe yapılan kurumsal açıklamalar ise sorunu çözmüyor, tam tersine “gözdağı” olarak algılanıp, yıpranmayı daha ileri boyutlara taşıyor.
Ve yargı siyasallaştıkça sorun derinleşiyor.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Başkası açlıktan ölsün, bana ne!” |
|
Henüz daha tam hissedilmese de, büyük bir ekonomik kriz yaşandığını uzmanlar da ifade ediyor. Bu kriz sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir kriz de değil. Başta gelişmiş ülkeler olmak üzere kriz bütün ülkeleri vuruyor. En başta ‘dünyanın jandarması Amerika’da da ciddî ekonomik krizler yaşanıyor. Bazı dev firmalar, iflâsın eşiğine dayanmış durumda.
Petrol fiyatlarının da tahminlerin üzerinde artması, petrol üreten ülkeleri sevindirirken; Türkiye gibi petrol ithal eden ülkeleri üzdü. Hemen her konuda ‘suçlu’ ararken Amerika karşımıza çıkıyor. Bunu sadece ‘komplo teorisi’ olarak değil, bir vakıa olarak görmek lâzım. Nitekim, petrol fiyatının bu derece yükselmesinde Amerika’daki aşırı tüketimin etkili olduğu ifade ediliyor.
‘Suçlu’ların biri de “Sen çalış, ben yiyeyim” ya da “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!” anlayışını temsil eden ve milleti ‘faiz’le fakirleştiren bankacılık sistemi. Zaman zaman bankacılık sistemi de zarar etmiş olmakla birlikte, son tahlilde kâr ediyorlar. Çünkü onların ‘zarar’ının faturasını da neticede vatandaş ödüyor. Nitekim, 2001’deki bankalar krizinde görünüşte bankalar zarar etti, bankalar battı; ama aslında batan milletin parası oldu. Devlet, hazine; paraları batıranlara ‘kefil’ olduğu için bizden topladığı vergilerle meydana gelen zararı telâfi etti.
Bunu sadece, “faiz”in haram olduğunu bildiğimiz için ifade etmiyoruz. Bizzat bankacılık sektöründe olan ‘uzmanlar’ da bu görüşte. Meselâ, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) Başkanı Tevfik Bilgin, “Globalleşen dünya ekonomisinde belki de tarihin en büyük krizi yaşanıyor. Buradaki en önemli sorun ise güven ortamının azalması veya yok olmasıdır. Çünkü, kimse kimseye güvenmiyor” demiş.
Krizin temel sebebinin bankacılık sistemi olduğunu ifade eden Bilgin, söyle konuşmuş: “Dünya ekonomisindeki kriz, bankacılık sisteminden ortaya çıkmıştır. Bu da dünyadaki bankaların gelecek krizi önceden görememelerinden kaynaklanmıştır. Dünya bankalarının ‘daha çok kâr edeyim’ hevesi ve çabası durumu buraya kadar getirdi.”
Isparta Ticaret ve Sanayi Odası’nda “Türkiye ve dünya ekonomisi, genel durum, tehditler ve fırsatlar” konulu konferansta konuşan Bilgin’in şu tesbiti de dikkat çekici: “Bu krizin dünya ekonomisine zararı 400 milyar dolar mı? 500 milyar dolar mı? Yoksa 1 trilyon dolara mı çıktı? Bu net olarak bilinmiyor.”
Elbette, bu tesbitleri hatırlatmaktaki maksadımız, “Eyvah! Battık, mahvolduk” demek değildir. Böyle demenin pratikte bir faydası yok, fakat vakıayı görmemek, inkâr etmek de kimseye bir şey kazandırmaz. Madem ‘uzman’lar da yaşanan krizlerin temelinde ‘bankacılık sektörü’nün olduğunu ifade ediyor, o halde bu konuyu ciddiye almak lâzım.
Türkiye’deki bankacılık sektörü, dünya ölçeğine göre daha ‘kendisine yontan’ bir tavır içinde. Bütün Türkiye krizle boğuşurken, kârlar düşerken; bankacılık sektöründe kârlar düşmüyor. Açıklanan rakamlar, bunun delili değil mi? Peki bu durum ekonominin iyiye gittiğine işaret olabilir mi? Nasıl ki ‘savaş’lar, dolayısıyla silâh tüccarlarının işine yarıyor; bir anlamda ‘kriz’ler de faizcilerin işine yarıyor maalesef. Türkiye bu tuzağı bozmalı, bu prangayı kırabilmeli...
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Yakıştırma yanlışı… (2) |
|
Önce “ılımlı İslâm” perdesinde İslâmın reforme edilmesi plânı tatbike konuldu. Bazı CIA ajanı kadınlar, erkeklere imam oldular; erkeklerle birlikte yanyana karma cemaate Pazar günü üniversite bahçesinde başı açık Cuma namazı kıldırdılar.
“Karma namaz” fitnesi, “kadının özgürleştirilmesi” ve “inanç ve ibâdet özgürlüğü” yaftasıyla İstanbul’daki bir camiye kadar sıçratıldı. Tertip, “Amerikan İslâmı”, “ılımlı İslâm” ya da “protestan İslâm” dejenerasyonuna malzeme edildi.
Bu arada “tesettür” üzerinde başlatılan spekülasyonlar, “modern İslâm” ya da “İslâm’ın modernize edilmesi” tartışmalarını beraberinde getirdi. Maksat, tıpkı bir zamanların “dinde reformcuları” gibi dini dünyevileştirmek, amel ve ibadeti tasfiye etmek, inancın içini boşaltmaktı.
Bu furyaya mâlum medya kalemşörleri de katıldı. “Değişim ve dönüşüm” terâneleriyle “İslâm’ın Protestanlaşması” hesabına “İslâmî Kalvinizm” benzeri “zihniyet reformu”nu Müslümanlara mal etmeye mal bulmuş mağribi gibi sarıldılar. Meselâ Amerika’daki “Türk sosyolog” Hakan Yavuz’un okyanuslar ötesinden “hazırladığı raporlar”la “İslâmî reform”dan “Kalvinist Müslüman” ve “Protestan Müslüman” yakıştırmaları ortaya atıldı. Bütün bunların amacı, toplumu “değiştirip dönüştürmek”, “muhâfazakârlık” perdesinde her türlü İslâm dışılığı İslâm’ın içine sokup Müslümanlığı bir nev'î “laytlaştırmak”tı.
Bu tür projelerin özellikle “muhâfzakâr demokrat” olduğunu iddia eden, ancak “din adına siyaset geleneği”nden gelen bir partinin iktidarı döneminde çeşitli paravanlarla azgınlaştırılarak devreye sokuldu. İktidar partisine mensup belediyelerin kitleleri cezbeden sazlı-sözlü eğlence partilerini düzenlemeleri, “plajlara mayo ile girilmesi”nden “İslâm sosyetesi” isnadlarına sebebiyet verdiren “tesettür defilesi” fotoğraf ve yorumları hep bu projede istimal edildi.
28 Şubat “postmodren darbe” döneminden kalan “üç vakit namaz”, Kurban Bayramında kurbanın gereksizliğini lanse eden konuşmalar hep bunun bir parçası idi. Diyanet’in açık fetvalarına rağmen “tesettür”ün Kur’ân’ın emri ve “dinî bir vecîbe” olduğu bir tarafa bırakılarak, başörtüsünün “dinde olmadığı” saptırması yapıldı. Ne var ki bütün bunlara doğru dürüst bir cevap verilmedi…
Aslında “Garplılaşmak ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nev'î Purutluk (Protestanlık) mezhebini İslâmlar içine yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayanlar”a Bediüzzaman’ın Kur’ânî ispatları vardır... (Emirdağ Lâhikası, 423)
İslâmı, hakîki İsevî dininden uzaklaşmış ve tahrif edilmiş Hıristiyanlık dini ile mukayese edip, “dinin geri bıraktırdığı” uydurmasına, “dinde reform” peşindeki “ulema-i su’”un (kötü âlimlerin) düştüğü tuzağı en açık bir şekilde izâh edip sakındıran Bedüzzaman’dır.
Gerçek şu ki “ehl-i bid’a” denilen, din dışı uydurmalarla İslâm’ı Hıristiyanlık’taki “dinî inkılâplar”la kıyaslama tuzağına düşenler, dini dünyevileştirmeye uğraşanlara “şirin gözükmek” ve “takdirleri”ni kazanmak uğruna tamah, korku, evham, heves hissîyatlarının esiri oluyorlar… Bunun içindir ki Bediüzzaman, İslâmı Protestanlıkla yamama meylinin, “körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hâmiyetfüruşlar”ın (hâmiyetperver geçinenlerin) “maddî kalkınma” adına “dinde reform” iddialarının iç yüzünü deşifre eder. (Mektûbat, 420)
Bediüzzaman’ın tesbitiyle, İslâmda da “Katolik mezhebindekine benzer bir nev'î Protestanlığı öneren “ecnebî inkılâpçılar”dan alınan “meş’um (kötü ve uğursuz) bir fikir”le “İslâmî Kalvinizm” ve “protestan İslâm” benzeri vartalara düşmekte, bilerek ya da bilmeyerek oyuna gelmekteler.
Dini değiştirmeye kalkışan reformistleri, “Okun yaydan ayrıldığı gibi dinden çıkarlar” Peygamberî ihbarla ikaz eden, bunu “ehl-i bid’anın (dine din dışı şeyleri sokmak isteyenlerin), dinsizliklerine ve ilhadlarına bir bahane” olarak teşhis eden ve “dinini dünyaya satan bedbahtlar” olarak niteleyen Bediüzzaman’ı (Mektûbat, 421), “Kalvinizm” türü dini dünyevîleştiren ideolojilerle yanyana gösterenlere, altı bin sayfalık Nur Risâlelerinde susturucu ve ikna edici cevaplar verilmiştir…
Bu bakımdan, daha önce “Nur hareketini ve toplumsal etkisini doğru dürüst anlamadan, Türkiye’deki İslâmî kimlik hareketinin barışçıl ve kademeli ilerleme dinamiği anlaşılamaz” doğru ve isabetli tesbitini yapan Hakan Yavuz’un, “İslâmî Kalvinizm” iddiasını, “Nursî, 20. asır İslâmının en önemli mütefekkiridir” diyen Hadi Uluengin’in, Bediüzzaman’ı “son tahlilde laik, Anglo-Sakson sekülarizme yakın bir yerde durmak”la ithamını kabul etmek mümkün değildir.
Bediüzzaman’ın hayatı ve eserleri, Nur talebelerinin mânevî fikrî hizmetleri ortadadır.
Bundandır ki bazı doğru tesbitlerden hareketle, bütün ömrünü Kur’ân ve Sünnete adamış, iman ve Kur’ân hizmetinde tamamen uhrevî ve mânevî bir hizmet metodunu ortaya koymuş Bediüzzaman’ı, “İslâm Kalvinizminin fikir öncüsü” ya da “Kalvinci Protestanlık”la benzeştirmek, çok ciddî bir hata ve saptırmadır…
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
27 Mayıs’tan “Y-muhtıra”ya… |
|
Türk ordusu bir kere daha tarihî bir vazife karşısında bulunuyor. Bu vazife; dâhilde memleketi buhran ve felâkete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır…”
27 Mayıs ihtilâlini yapanlar -daha sonraki ihtilâlleri yapanların sözleri de aşağı yukarı aynı cümlelerden oluşmuştur- bu ifadeleri kullanarak, köylüye insan olduğunu hissettiren, inanç özgürlüğünü sağlayan, iktidarının ilk icraatı olarak ezanı aslına çeviren, din dersini okullarda okutmaya başlayan, demokrasinin kurallarını oturtan, Türkiye’yi barajlara, yollara kavuşturup, kalkınma hamlesi başlatan Demokrat Parti iktidarına karşı askerî bir ihtilâl yapmıştı. Türkiye demokrasi tarihinde kara bir leke olarak hatırlanan ve darbeleri başlatan darbe olarak tarihe geçen 27 Mayıs kanlı ihtilâlinin 48. yıldönümündeyiz.
48 yıl boyunca Türk demokrasisi 12 Mart, 12 Eylül gibi askerî darbelerle karşılaştı. Sonraları ismi değişmesine rağmen siyasetin üzerinde hep askerin gölgesi hissettirildi. Kimi zaman cuntalar, kimi zaman süreçler, kimi zaman muhtıralar adıyla siyasetin üzerinde demoklesin kılıcı gibi hep bu korku sallandırıldı. Şimdilerde ise siyasetin üzerinde “Y-muhtıra” olarak isimlendirilen farklı bir müdahaleden söz ediliyor.
27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de iktidarların seçimle gelip, seçimle gittiği sistem olan demokrasi tarihi olan 14 Mayıs düşüncesi ile 27 Mayıs ihtilâlinin düşüncesi arasındaki mücadele hep süregelmiştir.
PEKİ, 27 MAYIS'TA NELER OLMUŞTU?
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin “ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü” gerekçesi ile ordu içerisinde bir grup subay 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine el koymuş ve darbe Türkiye’de gerçekleşmiş ilk askerî müdahale olmuştu. 37 subaydan oluşan Millî Birlik Komitesi bu harekât ile anayasa ve TBMM’yi feshetmiş, siyasî faaliyetleri askıya almış, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Parti’liyi tutuklatmıştı. Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun dahi tutuklananlar arasındaydı. Genelkurmay başkanlığını yürüttüğü sırada askerlerin siyasete karışmasına ve askerî cuntalara karşı çıkması ile tanınan Erdelhun, Yassıada Mahkemesi’nde yargılanıp idama mahkûm edilmiş, bu hüküm daha sonra ömür boyu hapse çevrilmişti. Erdulhan daha sonra Cemal Gürsel tarafından serbest bırakılmıştı. 1960 ihtilâlini diğerlerinden ayıran özellik temelde budur. Yassıada Mahkemeleri’nde 14 DP’li idama mahkûm edilmiş, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan idam edilirken, diğer ölüm cezaları müebbet hapis cezasına çevrilmişti. Adnan Menderes’in 17 Eylül 1961, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ise İmralı adasında 16 Eylül 1961 günü idam edilmişlerdi. Bu yüzden 1960 ihtilâli yıllar sonra bile “kanlı ihtilâl” olarak hatırlanmaktadır.
48 yıl sonra ihtilâlin “kudretli albayı” Alparslan Türkeş’in oğlu MHP milletvekili Tuğrul Türkeş’in bir sırrı açıklarken, komutanların çocuklarının Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in evsahipliğinde Çankaya Köşkü’nde düğünle (!) sünnet yaptığını söyledi. Bu sır o dönemin zihniyetini ortaya koyması açısından ibretli bir hâtıradır. Bir tarafta iktidarı devireceksiniz, diğer tarafta düğün yapacaksınız! 27 Mayıs ihtilâlinin 48. yılını konuştuğumuz günlerde darbelerden, muhtıralardan bahsetmemiz demokrasimiz adına üzüntü vericidir. Kanunlarda suç olduğu açıkça yazılmasına rağmen, o tarihten bu yana darbe tellâlları hep olmuş, ancak bu tellâllara karşı yargı sessizliğini korumuştur. TCK’ya göre “Anayasal nizâmı silâh zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmek” darbe suçu olarak nitelendirilmesine ve cezasının da müebbet hapis olmasına rağmen, gerek ortaya çıkan darbe plânlayıcıları, koca koca adamların yaptığı darbe çağrıları yargıyı harekete geçirememiştir. Hatta yüksek yargının bir başkanı geçen yıl, 27 Mayıs ’ı ‘darbe’ olarak görmeyip, ‘devrim’ olarak gördüğünü söylemiş, “Menderes ’in idamında toplumsal coşku vardı” diyebilmişti. Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı anket halkın darbeler konusundaki görüşünü ortaya koydu. “Darbe istiyor musunuz?” diye sorulan vatandaşların yüzde 81.9 “Her ne sebeple olursa olsun askerî darbeleri ve baskı rejimlerini asla desteklemeyeceklerini” söylemiştir. Bu da “millet istedi biz yaptık” anlayışını çürütmektedir. Zira millet bunu istemediğini ihtilâlin hemen ardından yapılan seçimlerde göstermiş, ihtilâlin devirdiği partiye büyük oranda oy vererek göstermiştir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Millî iradeye ve demokrasiye inanan herkesin, başta 27 Mayıs olmak üzere bütün askerî müdahaleler, ara rejimler, muhtıralar, demokrasiye darbe vuran girişimler karşısında net bir şekilde tavırlarını ortaya koymalıdır. Bu tavır da demokrasiden yana olmalı.
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Romanya Türkleri |
|
Yolumuz bu sefer Romanya’nın Köstence limanına düştü. Bu liman ve şehir, Tatar Türklerinin en yoğun olarak yaşadığı bir yerdir. Cuma namazı vesilesi ile tanıştığımız bu kardeşlerimizden izlenimlerimi aktarmak istiyorum.
Romanya’da yaklaşık 100 bin Müslüman yaşıyor. Bunların neredeyse tamamı Tatar Türklerinden. Konuşma lisanı İstanbul Türkçesine çok yakın. Camide hutbe dinlerken kendinizi Türkiye’de hissediyorsunuz. Namazdan sonra çay içtiğimiz caminin bahçesinde buradaki kardeşlerimizle çok güzel konuşmalarımız ve sohbetimiz oldu.
Köstence şehrinin Romanya’da yazılışı “Costanta” dır ve Türkçeden bozma bu adla çağrılmaktadır. Bu şehir Türklerin ve dolayısıyla Müslümanların en yoğun olarak yaşadığı yerdir. Yaklaşık olarak 20 bin Türk bu şehirde yaşıyor.
Romenler ve Çingeneler de Türkçe konuşabiliyor. Bunun sebebi 500 yıllık Osmanlı hâkimiyetidir.
Osmanlı zamanından kalma birçok eser bulunmakla birlikte biz sadece namaz kıldığımız camileri görebildik. İlk gittiğimiz caminin ismi “Kral Camii” idi ve bölgenin en büyük camisiydi. Ne yazık ki Cuma olmasına rağmen cemaati çok azdı. Bunun sebebinin Cuma gününün resmî tatil günü olmaması dolayısıyla çalışan insanların namaza iştirak edememesi olduğunu söylediler.
Fakat sonraki hafta gittiğimiz cami ise ağzına kadar dolu idi. Bu cami diğerinden daha eski olsa da cemaati daha cana yakın ve kalabalıktı. Gemi personeli ile birlikte çok güzel sohbetlerimiz oldu. Tuna nehrinin doğusuna Dobruca denilmektedir ve bu bölgede yaklaşık 70 bin Müslüman yaşıyor. Burada Türk okulu da varmış. Fakat ne ölçüde eğitim verdiğini ve ne tür faaliyetler içinde olduğunu öğrenemedik. Zira buradaki cemaat birbirinden oldukça habersiz yaşıyor. Birlik ve beraberliği arttıracak sosyal faaliyetler neredeyse yok gibi. Allah’tan Cuma namazı var da birlikte “cem” olunuyor yani bir araya gelebiliyorlar.
Burada uydu aracılığı ile Türkiye’yi gayet yakından izliyorlar. AKP’ye kapatılma dâvâsı açıldığını duymuşlar. Sanki biz bir şey biliyormuşuz gibi bize sordular. Bende “ne zaman Türkiye’den ayrılsam ortalık karışıyor” diye espri yaptım ve “olanda hayır vardır” diyerek buradaki kardeşlerimizi teselli etmeye çalıştım.
Marksist yönetim olduğu yıllarda dahi burada yaşayan kardeşlerimiz diğer Balkan ülkelerine göre nazaran daha iyi şartlar içinde yaşamışlar. Cami ve cemaatlerine karışılmamış. Ezan sesi uzaklardan dahi duyulabiliyor. Cami minareleri ayakta ve İslâmiyetin bir nev'î sembolü olarak hayatiyetini devam ettiriyorlar.
Bir parça da Avrupa Birliğine giriş hikâyesinden bahsedeyim. Malûmunuz Romanya ve Bulgaristan bir yıldır tam üye oldular. Fakat işler göründüğü gibi iyi değil. Bir kere maaşlar çok düşük. Asgarî ücret Türkiye’den dahi düşük. Buna mukabil gıda ve tüketim malzemeleri Batı Avrupa düzeyinde. Haliyle halkın durumu oldukça kötü durumda. Camiye giderken bir kamyondan gıda malzemeleri dağıtıldığını gördüm. Bazı kadınlar kuyruk halinde bu kamyondan malzeme alıyorlardı. Paralı mı, parasız mı veriliyor anlayamadım; lâkin fakirlik halkın belini bükmüş görünüyor. AB’ye girmek bizim için öncelikle ekonomik değil özgürlükler açısından yararlı olacaktır. Zira ülkemizin en büyük ihtiyacı her türlüsü ile istibdadın yani baskı yönetiminin sona ermesidir.
AB’ye giren ülkeler ilk yıllarda, oldukça sıkı para politikaları yüzünden sıkıntı çekiyorlar. Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkeler, parayı har vurup harman savurmaktan zorla vazgeçirildiler. Özellikle büyük silâh alımlarına son verildi. Fakat sonunda ekonomik gelişmeler çok hızlı bir şekilde cereyan etti ve bu ülkeler 10 yıl bile geçmeden AB ülkeleri seviyesine çıktılar. Hatta AB kaynaklarını o derece güzel kullandılar ki daha önce katılan ülkelerin bile önüne geçtiler. İşte şimdiki Romanya’da aynı sancıları çekiyor.
Eğer bizde AB’ye girersek ilk birkaç yıl aynı sıkıntıları yaşayacağız. Fakat özgürlüklerle birlikte ekonomik gelişmelerin daha hızlı bir biçimde geliştiğini göreceğiz. Umarım bu giriş süreci kısa olur ve inşallah ülkemiz, AB’ye girdikten sonra daha bahsettiğimiz sancıları yaşamaz.
Bu bakımdan giriş sürecinin uzamasına üzülmemek gereklidir. Hükümete düşen en önemli görev AB standartlarına bir an önce ulaşmak olmalıdır. Eğer biz üzerimize düşen görevleri lâyıkıyla yerine getirsek; göreceksiniz AB ülkeleri bizi aralarına almak için can atacaklardır. Zira yaşlı nüfus patlaması dolayısıyla bu ülkelerin geleceği kararmış durumdadır. Genç ve dinamik nüfus yapısı sebebiyle biz onlara muhtaç değil onlar bize muhtaçtır. Romanya yolculuğu bahanesi ile bu önemli gerçeği hatırlatmak istedim. Kusur ettikse affola…
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Esad, Sedat olacak mı? |
|
Çok enteresan gelişmeler oluyor. Lübnanlı düşman kardeşler Doha’da barış anlaşması imzalıyorlar ve bu anlaşmayı bütün ilgili taraflar tebrik ediyor. Suudi Arabistan, Mısır, Suriye ve İran farklı tarafları destekledikleri halde sonuçları can-ı gönülden tebrik ediyorlar. Sanki düne kadar çarpışan tarafları onlar desteklemiyorlardı. Öte yandan Olmert, siyasî geleceği polis giyotinine veya soruşturmasına bağlı olmasına rağmen bir çıkış yaparak Suriye ile barışa hazır olduğunu ilân ediyor. Keza İstanbul’da İsrail ile Suriye arasında Türkiye’nin arabuluculuğuyla görüşmelerin yapıldığı bir sırada yeni bir yargı muhtırası gündeme geliyor. Tam da o gün eşzamanlı olarak Türkiye, Suriye ve İsrail, Şam ile Telaviv arasında İstanbul’da yapılan görüşmelerde ilerleme kaydedildiğini açıklıyorlar. Babacan aceleye gerek olmadığını söylemekle birlikte barış için ortak bir zemin bulunduğunu ilân ediyor. Neyse o müşterek zemin...
Aslında Olmert çoktandır barış için pusuda. Zira savaşta yitirdiğini barışta kazanmak istiyor. Bununla birlikte, son sıralarda meselenin aleniyete dökülmesinin ardında bazı iç gelişmelerin olduğu da söyleniyor. Bunlardan birisi özellikle de Şam zirvesinin ardından ‘ılımlı Arap ülkeleri’nin bu zirveyi boykot etmesiyle Şam’ın düşmüş olduğu yalnızlık ve acıklı durum. Suriye bu yalnızlığı kırmak istiyor. İkincisi, özellikle Şam rejiminin en zayıf halkayı teşkil etmesi ve istenildiği anda Beşşar Esad’ın devrilmesi için düğmeye basılması ihtimaline karşı tedbir almak. 2003 yılından itibaren özellikle bu zayıf halkanın düşmesini İsrail istememiş ve ayak diretmişti. İsrail yerine konulacak olanı tam görmeden Esad rejiminin devrilmesini istemiyor. Bizde bir takım Esadseverler rejimin konumu itibarıyla ifa ettiği hizmeti görmek yerine retoriğine bakıyorlar. Daha doğrusu ayrıntılarda boğuluyorlar. Şam hem Araplar arası uzletini kırmak hem de uluslar arası uzletini kırmak istiyor. Özellikle de Deyri’z Zur yakınlarında vurulan bir takım tesisleriyle alâkalı olarak ABD’nin hışmından kurtulmak istiyor. CIA başkanına göre bu tesis faaliyete geçseydi Suriye yılda iki nükleer silâh yapacak güce erişecekti. İsrail’in de benzeri kaygıları var. Gizli mesaj trafiği çoktandır devam etse bile bunun aleniyete döküldüğü sırada Olmert hükümeti en zor zamanlarını yaşıyordu. Birincisi Kanadalı bir Yahudi hayırseverinin Olmert’e para verdiği iddiaları soruşturma kapsamına takıldı. İkincisi, Bush çok fazla üzerine gitmese de Filistin sürecini hızlandırmak istiyor. İsrail ise yanıbaşında Filistin devletine gidebilecek bir süreci başlatmak yerine Suriye ile barış yapıyor görüntüsüyle göz boyamak istiyor. Biriyle ötekini ötelemek istiyor. Onun ötesinde gerçekten de Suriye ile bir barış kotarabilirse İsrail bölgesel yalnızlığını Suriye üzerinden kırabilir. Mısır ve Ürdün’le barış anlaşmaları bunun için kâfi gelmedi.
Gizli kanallardan Suriye ile İsrail arasında dolaylı görüşmeler çoktandır devam ediyor. Bu dolaylı görüşmelerin bir parçasına da bugüne kadar en uygun pozisyonda olmasından dolayı Türkiye nezaret ediyor. Bu görüşmelerde Beşşar Esad’ı yer yer danışmanlarından Riyaz Davudî temsil ediyor. Olmert’i ise yakın çalışma ekibinden Yoram Turbowicz ve Dış Politika Danışmanı Shalom Turgeman temsil ediyor. Bu iki isim Olmert adına bir yıldan beri süreci takip ediyor ve zaman zaman bu amaç doğrultusunda Türkiye’ye de gelerek Türk yetkililerle temaslarda bulunuyorlar. İstanbul’da yapılan temaslar için de Pazartesi gelmiş ve Çarşamba günü ülkelerine dönmüşlerdi. Bununla birlikte taraflar arasında ciddiyet ve güven problemi aşılabilmiş değil. Birincisi, İsrail muhalefeti Olmert’in hem ahlâkî hem de kitle referansına haiz olmadığını söylüyorlar. Bu doğru. Zira İsrail halkının yüzde 60’ı barış karşılığında da olsa Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iadesine karşı çıkıyor. Knesset’teki dağılım da yine böyle bir barış anlaşmasının aleyhinde. Golan’ın iadesi konusunda mevcut milletvekillerinin yüzde 80’i isteksiz görünüyor ve aleyhte oy kullanacakları varsayılıyor. Bir diğer engel de şu: Suriye’nin samimî olup olmadığı. İsrail’de ciddiyet problemi yaşanırken Suriye cephesinde de samimiyet krizi yaşanıyor. Kimilerine göre Suriye’nin barış vizyonu tamamen taktiksel. Bu durumda da zoraki veya taktiksel barış, savaş nedenlerini ortadan kaldırmaz belki maksadın aksine hizmet ederek savaş seçeneğini güçlendirir. Olmert’in yakın mesai arkadaşlarından Gabi Ashkenazi ve Askerî İstihbarat şefi General Amos Yadlin Suriye ile barış müzakerelerini desteklerken Mossad Şefi Meir Dagan Suriyelilerin samimiyetinden şüphe ediyor. Zaten Beşşar Esad barış görüşmelerine doğru gidilirken bir İtalyan kanalına İran mihverinden kopmayacaklarını söylemişti. Muallim’in dediği gibi İsrailli siyasetçiler Rabin’in 1993 yılında Şam’a verdiği sözü unuttular ve emanetini yüzüstü bıraktılar ama kendileri baba Esad’ın emanetini terk edecek gibi görünmüyorlar. Esad’ın emaneti de İran’la mihver ilişkilerini bozmamak. Bunun için Beşşar barışın avantajlarıyla statükonun avantajları arasında sıkışmış kalmış vaziyette. İsrail’in Golan’ı iade edeceğini bilse belki de gemileri yakacak ve tereddüt etmeyecek. Barışla birlikte İran’ın uydusu olmadığını da ispatlamış olacak ama sürecin sonunda bir Mısır atasözünde olduğu gibi Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var. Bu da onun sınavı. İsrail, Esad’ın Sedat olması için diretirken ve Sedat’ın yaptığı gibi muhtemel bir Knesset ziyaretinin barışın kapılarını açacağını düşünürken Esad da Sedat olmamak için direniyor. Sedat barış için canından olurken galiba Esad da barış yolunda nefesini tüketecek ve canını sebil edecek…
24.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|