AKP hakkında açılan kapatma dâvâsı, içeride ve dışarıda “yargı darbesi” olarak yorumlandı. Aslında dâvâ, seçilmiş iktidara karşı yargı kurumunca başlatılan müdahale sürecinin ilk aşamasıydı. Sürecin ikinci adımı ise dâvânın Anayasa Mahkemesinde kabulüyle atıldı.
Yargıtay Başkanlar Kurulunun, anamuhalefet lideri ve bir kısım medya tarafından “muhtıra” olarak yorumlanan açıklaması, bir üçüncü aşama.
Bu süreçte geçilen her bir aşama, müdahale sürecinde yaşanan bunalımı daha da derinleştiriyor ve ağırlaştırıyor. Devlet krizi giderek tırmanıyor.
Devletin üç ayağından ikisi, yürütme ve yasama organları, üçüncü ayak olan yargı ile karşı karşıya.
Bundan önceki devlet krizlerinden üçünde sonucu tayin eden nihaî adım asker tarafından atılmış; 27 Mayıs ve 12 Eylül ihtilâlleri, seçilmiş hükümetlerle birlikte Meclisleri de feshederken, 12 Mart’ta dönemin hükümeti, maruz kaldığı müdahalenin Meclise de yönelmemesi için çekilmişti.
Sonuçta Meclis açık kalmış, ama üzerindeki asker gölgesi devam etmiş ve bu gölge, 1973’teki Köşk seçiminde Genelkurmay Başkanını cumhurbaşkanı seçtirmek için yapılan yoğun asker baskısının sivil inisiyatifle püskürtülmesi sonucu kısmen kalkmıştı. Ama 12 Mart’tan sonra hazırlanıp yürürlüğe konan “siyasî dizayn projeleri” etkili olmuş ve demokrat siyaseti zaafa uğratmıştı.
12 Eylül bu durumu daha da katmerlendirdi.
Dördüncü kriz olan 28 Şubat’ta ise askerin başlattığı ve ağırlıklı olarak yargının devam ettirdiği bir müdahale süreci yaşandı ve bu süreç halen de sürüyor. Son gelişmeler bunun çok açık ifadesi.
Ama bu gelişmelerde dikkat çeken farklılık, bu defa asker geride kalırken yargının ön plana çıkmış olması. Genelkurmay’ın geçen yılki 27 Nisan e-muhtırası, askerî cenahtaki son atraksiyondu. Ondan sonra Anayasa Mahkemesinin 367 kararıyla, yargının öne çıktığı yeni bir sürece girildi.
27 Nisan muhtırasıyla 367 kararına halkın ve siyasetin 22 Temmuz’da ve ardından cumhurbaşkanı seçimiyle verdiği cevabın misillemesi, iktidar partisi hakkındaki kapatma dâvâsıyla geldi.
Şimdi adım adım bu süreçte ilerliyoruz.
Yeni süreçte askerin geri planda kalmasında, siyasete müdahil tavırların öncelikle askeri yıprattığının artık fark edilmeye başlanması mı; iç ve dış kamuoyundan yükselen tepkilerin artması mı; ya da özellikle AB’nin bu noktadaki ısrarlı takip ve uyarıları mı etkili oldu; doğrusu kestirmek zor.
Ama bundan evvelki tecrübelerde doğrudan askerle sonuç alınırken artık bu rolün yargıya aktarılmış olması dikkat çeken bir taktik manevra.
Ne var ki, işin özünü değiştirmeyen ve tek farkı statüko muhafızlığını askerden alıp yargıya yüklemek olan bu manevranın da AB adayı Türkiye'de fazla uzun ömürlü olması zor. Yargı müdahaleleri bugün için ve kısa vadede etkili olabilir, ama ilerleyen süreçte bu yöntem de işlevini kaybedecek.
Nitekim kapatma dâvâsının açıldığı andan itibaren tepkisini dinamik, kararlı ve yapıcı bir şekilde ortaya koymaya devam eden AB’den, tam da Yargıtay bildirisinin yayınlandığı gün gelen yeni mesajlar, bu noktada son derece dikkat çekici.
Türkiye’de yargının bağımsızlığı konusunda bir sıkıntı bulunmadığını, ama tarafsızlığına ilişkin soru işaretlerinin mevcut olduğunu dile getiren beyanların yanı sıra Avrupa Parlamentosunda kabul edilen Türkiye raporunda yargı reformunun âcil gerekliliğine vurgu yapılması çok önemli.
AB’nin “sivil-asker ilişkileri”nin evrensel demokrasi kriterlerine uydurulması gereğini ısrarla vurgulaması, bu hususta belli bir noktaya gelinmesine büyük katkı sağladı. Görünen o ki, bundan sonraki süreçte asker meselesine ilişkin sıkı ve yakın takibin yanı sıra yargıyı evrensel hukuk standartlarına çekme çabaları da yoğunlaşacak.
312, 301, DGM’ler gibi konularda alınan mesafe, bu çabaların bir neticesiydi. Ama tecrübeler, artık perakende çözümler yerine, zihniyet değişikliğini de hızlandıracak köklü ve yapısal reformların gündeme getirilmesi gerektiğini gösteriyor.
23.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|