Bediüzzaman, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’da, İslâmî hizmet usûlünü ve mesleğinin esaslarını anlatırken Nur talebelerinin “cemiyet ve tarikat” olmadığını izâhla iktifa etmez; “cemiyetçilik” isnadını sırf dünyevî anlamları hatırlattığı için bir “iftira” olarak kabul eder. Bu tür yakıştırmalara karşı ciddî ikaz ve izâhlarda bulunur. (Emirdağ Lâhakası, 241)
Keza, bu “cemiyet” ve “cemiyetçilik” bühtanının arkasındaki oyunu deşifre eder. (Şuâlar, 446-447) “Dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medâr-ı ithamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münâsebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz” ifâdesi bunun içindir. (Şuâlar, 331)
Yine “Nur talebeleri, cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar” tasrihinin mânâsı budur. (Şuâlar, 446-447) Hayatı ve eserleriyle ortaya koyduğu bu gerçeklere mukabil, zaman yerli ve yabancı medyada Bediüzzaman’ın Asr-ı Saadet modelindeki iman ve Kur’ân hizmetinin amacının içine “dünyevileşme”yi andıran ilgisiz ayrıkların katılmasına yeltenilir; başta “İhlâs” ve “Uhuvvet” risaleleri olmak üzere lâhikalarda düsturlarını belirlediği “meslek ve meşrebi”ne “dünyevî misyon” yakıştırmalarına yeltenilir.
Doğrusu, Nur talebelerinin maksat ve niyetlerinin, “sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesânüd olduğu” târifine rağmen (Şuâlar, 323-324), Bediüzzaman’ın sanki “sekülarizm”i hedefleyen, “kalvinizm”e benzeşen bir metod ortaya koyduğu uydurmalarındaki kasıtlar açıkça sırıtsa da mide bulandırıyor…
Hatırlanacağı üzere, sözkonusu “İslâmî kalvinizm” tartışmaları, daha önce de bazıları tarafından iddia edilmiş, hatta Hıristiyanlıktaki “dinî reform”un bir benzerinin İslâm’a da tatbikinin ortaya atılmasına kadar vardırılmıştı. En çarpıcısı da, “İsevîlik dinî hakikisi”ni değiştirip dünyevileştirerek kapitalizm gibi tamamen “dünyevileşmeye” dönük ve dini dünyevileştiren “dinde Protestanlık” illeti, İslâma da bulaştırılmak istenmiş; maddeci ve “menfaatinden başka bir şeyi görmeyen çürük ve esassız esaslar”la insanî ve ahlakî çöküntüye zemin hazırlayan “kalvinizm” benzeri din ve mâneviyatla alâkası olmayan dünyevî çıkarcılığa Bediüzzaman’ın ismi de karıştırılmaya kalkışılmıştı. Bediüzzaman, mâneviyat ve ahlâktaki zâfiyetle kültürün bozulduğu, inancın sarsıldığı, tamamen heves ve nefsin sinsî desise ve arzularıyla “arzîliğin” (dünyeviliğin) tasallutu altına giren, “sefâhet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Batı’yı “ikinci Avrupa” olarak tanımlar. Batı’daki “dinî içtihad”la “kalvinizm” benzerî yorumların İslâm’da hiçbir suretle “kâbil-i te’vil” olamayacağını, İslâm diniyle te’lif edilemeyeceğini haber verir.
Zira İslâm’da iman esasları gibi ibadet, ahlâk ve muamelata dair Kitap (Kur’ân) ve Sünnette (Peygamberimizin söz ve hareketleriyle) sabit bulunduğunu, bu bakımdan hiçbir cihette “kabil-i tebdil olamayacakları”nı, bazı dünyevî basit bahanelerle değiştirilip dünyevileştirilmeyeceklerini tefsir eder. Din düşmanlarının başka menhus maksatlarla dinin esaslarını değiştirip dejenere etmeyi plânladıklarını uyarır. (Lem’alar, 119 -120)
Bundandır ki bu zamanda “içtihad” kapısını aralamanın hâriçten üflenen samimiyetsiz bir tahrik olduğunu anlatır. Din dışı uydurmaları dine sokmak isteyen “ehl-i bid’a”nın “modernleşme” perdesi altında, dinsizliğe bahane ve malzeme olabilecek bu tür tuzaklarına karşı uyanık olmaya çağırır. “Sekülerleşme” hastalığından sakındırır. Sırf bu hususu izâh için “İçtihad Risâlesi”ni yazar. Bugünkü “dinde içtihad hevesi”nin dini yaşamaktan değil, Avrupa medeniyetinin tahakkümü, inkârcı ve maddeci felsefenin tasallutu ve zihinlerin mâneviyata yabânîleşmesiyle dini dünyevî hayat şartlarına uyarlama uydurmasından türediğini yazar. (Sözler, 442 -457)
Bu açıdan “Gülen camiası’nı belirleyen ‘misyon ruhu’nu kavrayabilmek için, genel olarak ‘Nûr felsefesini’ inceleme gereği”ni öneren Hadi Uluengin’in, “uhrevi”yle “dünyevi”yi bilhassa ayrıştırdığı içindir ki de, Said-i Nûrsi son tahlilde laik; daha doğrusu, Anglo-Sakson sekülarizmine yakın bir yerlerde durur” nitelemesi, en hafif tâbirle sakil kaçan bir yakıştırma olmakta…
Uluengin’in, “Said-i Nûrsi’ye ‘yobaz’ damgası vurmak ve ‘sosyolojisini araştıralım’ dediği için de Şerif Mardin Usta’yı aforozlamak, ancak Şark’ta muteber bir ‘laikçi’ gaflettir” tespitiyle, uluorta ahkâm kesen aydınları Bediüzzaman’ı incelemeye ve okumaya daveti, elbette ki hakkı teslim eden bir hakperestliktir. İnsanımızı en azından “Tarihçe-i Hayat”ı karıştırmak zahmetine katlanmaya ve önyargısız sentez yapmaya” çağıran Uluengin’in, “Nursi, Muhammed İkbál’le birlikte 20. asır İslâmının en önemli mütefekkiridir” takdiri de her türlü takdire değer bir nâmuslu aydın örneğidir.
Lâkin bilerek ya da bilmeyerek, “Bediüzzaman’ın, Müslüman Dünya’daki krizi aşmak amacıyla, ulviyeti korunan ama moderniteye açılan bir yol çizdiği” “saptaması” ve “rabıtalı hayat - fedakár misyon’ etiğinin tercümanı” tanımı için Bediüzzaman’ı “gaye ve felsefesi”ne tamamen aykırı bir biçimde “Kalvinci Protestanlıkla benzeştirmesi”, temelden tezatlı ve hatalı bir isnattır. “Son tahlil”de bu hatanın düzeltilmesi gerekir…
23.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|