Ahmet BATTAL |
|
Kanun yazmak ve devrim yapmak |
Bu sayfanın sağ üst köşesinden sol alt köşesine ulaşmaya çalışan bir salyangoz düşünün. Nasıl bir hat çizer? Ve şimdi düşünün; yazılar “bizim için” önemli ve biz, salyangozun hiçbir haberin ya da yazının üzerinden çaprazlama geçmesini istemiyoruz. Bu yüzden de yoluna engeller koyuyoruz. Yolu ne kadar uzar, ne müthiş ve mânâsız bir engelleme ile karşı karşıya kalmış olur, değil mi? Şimdi kendinizi düşünün: Bir metro istasyonundan çıktınız. Kuş uçuşuyla topu topu iki yüz metre ötede kalan bir otobüs durağına gideceksiniz. Ama bunun için bir “kamusal yeşil alan”dan geçmek zorundasınız ve parkın içerisinde belirlenmiş olan yaya yolundan gitmeye kalkarsanız üç yüz metre yürümeniz gerekecek. Özetle “şehir plancısı” öyle bir park planı yapmış ki, aslında ona “hayat zulümcüsü” diploması daha layık düşer. Ya uçacaksınız veya çimlere basacaksınız… Ya da mânâsız yasaklara uyup yolu uzatacaksınız. Zaten vatandaş da yolunu kendisi açmış. Patika da olsa en kısa yolu çizmiş otların üzerine. Basit ve basic (beyzik) sonuç: Kalabalıklara kuvvet dayanmaz ya da “fıtrî meyelân mukavemetsûzdur”. Hakiki ve girift neticeye gelince: Vatandaşının önüne engeller koyan zulümkâr devlet, “hizmetkâr devlet” olamaz. Vatandaşını dönüştürmeye çalışan devrimci devlet de demokratik devlet olamaz… Devrimciliğin bir devrin modası olduğu ve fakat günümüzde demokrasi rüzgârlarının bu modayı görüntüden sildiği açık. Amma bu güne o eski modadan ne kaldı derseniz, işte orada ilginç bir durum var. Şöyle: Yazılı kanun dediğimiz, makul örf ve âdeti onaylar ve yazıya geçirip genelleştirerek, herkes tarafından kolayca bilinir hale getirir. Aynen halkın açtığı ve yıllardır kullandığı stabilize yola devletin gelip asfalt dökmesi gibidir. Elbette devlet, sigara yasağı örneğinde olduğu gibi, bazen örfü tashih ve tadil eder. Ama bu da yine efkâr-ı ammenin müftülüğüyle olacak bir iştir. Devlet kudretini kullananların ve iktidar sahiplerinin, topluma hizmet etmek iddiasıyla ortaya çıkıp da toplum için kural yazdıkları durumlarda, aynen yukarıdaki “zulüm plancısı” gibi davrandıklarını görüyorsanız, bilin ki, devrim modası aslında onların zihninde ve dolayısıyla icraatlarında devam ediyor. Üstelik bunu yaparken, milletin kanunu diyebileceğimiz örf ve âdetlerle ve muhafaza edilmesi gereken bütün değerlerle açıkça ya da dolaylı olarak çelişiyorlarsa, yazdıkları aslında “kanun” bile değildir. Ama bu, azıcık aklı olanlarca dahi kolayca teşhis edilir. Aynen, yeni planlanan parkta parkın içindeki yolun en uygun ve en kısa yerden yapılmadığını anlamak gibi. Asıl zorluk ise şu: Bir zamanların dayatmacı modasının topluma neredeyse korse giydirir gibi ve zorla giydirdiği değer yargılarını sorgulamaya ve değiştirmeye sıra geldiğinde, “Geçmişi kurcalamaya gerek yok, önümüze bakalım” diyecek miyiz? Yani yeni parkları halk için ve halka göre yapalım, tamam, ama ya eski ve engelli parkları, yapıları? Onları görmezden mi geleceğiz? Birileri bize o eski yapılardaki hataları göstermeye başladığında, “dur şimdi, pişmiş aşa su katma” mı diyeceğiz. Evet ise nereye kadar? Devrim modasının arka plan etkileri ne zamana kadar içtimaî hayatımızı ve zihnimizi zehirlemeye devam edecek? Bu sorunun cevabına hangi gazetenin patronu ya da yazı işleri kadrosu karar verecek! Not: Edipler edepli olmalıdır. Bu yazının hangi olaydan dolayı ve hangi saikle yazıldığını belî ki az çok tahmin ediyorsunuzdur. Zira “yazar” değilseniz de “okur”sunuz. Ama ben yine de güncele dair kısmını boş bıraktım ki; yazı vesilesiyle yapılabilecek olan verimli bir “ilke” tartışması, “olay” konuşmasının ya da “kişi” dedikodusunun gölgesinde kalmasın. 02.11.2010 E-Posta: [email protected] |