Hasan GÜNEŞ |
|
‘Ölmeden önce ölme’ye ‘farklı bir bakış’ |
Osmanlı tarihinin en ilginç padişahlarından birisi de Sultan II. Murad Han’dır. Padişahlığı kendi rızası ile, ileride Fatih Sultan Mehmed nâmıyla meşhur olan oğlu II. Mehmed’e bırakmıştı. İçeride isyan eden şehzadeleri ve Anadolu beylerini susturmuş, Osmanlı’yı Orta Asya’ya, geri kalan Müslümanları da Arabistan çöllerine sürmek isteyen Haçlıları mağlûp edip izzet ü ikballe saltanattan çekilmişti. O koca dünya saltanatını bıraktığında kendisi öyle yaşlı da değildi. Tarihî kayıtların çoğuna göre, saltanatı bırakıp Manisa’ya çekildiğinde kendisi kırk; şehzade II. Mehmet ise, sadece 12 yaşındaydı. Devleti hangi düşüncelerle bıraktığını tam olarak bilemiyoruz. Kendisi şehzade iken, tarihçilere göre daha on iki yaşında, birkaç tane önemli isyanı bastırmıştı. Şüphesiz Osmanlı, sistemi iyi kurmuştu ve yanındaki devlet adamlarının rolü büyüktü, ancak şehzadedeki kabiliyet dikkatleri hemen çekmişti. İyi yetişmişti ve daha o yaşlarda ciddî bir ilmî birikime sahipti. Tahta çıktığında da on dokuz yaşlarındaydı. Fetret devrini takip eden çok önemli yıllarda vazife yapmış, devleti derleyip toparlamıştı. Belki de kendisinin aynı yaşlarda gösterdiği başarıları hatırlayınca, oğlu II. Mehmed’in de aynı başarıyı sağlayacağını düşünmüştü. Ya da, şehzade kavgalarından, Bizans entrikalarından ve diğer beyliklerden çok çektiği için bunların önünü kesmek istemişti. Gerçekten bizde iç kavgalar tarih boyunca neredeyse hiç eksilmemiştir. Malûm, en çok iftihar ettiklerimizden birisi de tarihte bu kadar çok devlet kurmamızdır. Bu kadar çok devlet kurmamızın en önemli sebeplerinden birisinin de; o kadar çok bölünüp yıkılmamız olduğunu unutmamak gerekiyor. Devleti mera ve yayla olarak gören Orta Asya ve bozkır geleneği, en nihayetinde arazilerin şehzadeler arasında paylaşılması ile sonuçlanıyordu. Halk da bunu her şehzadenin tabiî hakkı olarak görüyordu. Ancak İslâmiyet’ten sonra kavramlar değişmişti. Millet de artık hizmetin ve ideallerin, birlik ve beraberliğin devamını istiyordu. Bölünmenin ve parçalanmanın zararları, Haçlı saldırıları ve Moğol istilâsı gibi korkunç felâketlerle sonuçlanmıştı. Tabi asırların kalıntılarını temizlemek kolay olmuyordu. Sultan Murad belki de söylendiği gibi yorulduğu için değil, bütün bunları düşünerek; Avrupa’nın, Doğu Roma’nın ve beyliklerin karşısında, kansız kavgasız, bölünmeden parçalanmadan gözlerinin önünde, sağlığında bir saltanat değişimi istiyordu. Ferman edildiğinde de imdada hazır olacaktı. Şehzadeler arasındaki kavga endişesiyle gözleri açık gitmek istemiyor, huzur-u kalble ölmek istiyordu. Kim bilir, belki de yedi sene sonra, bir devlet adamı için çok genç denilecek yaşta vefat edeceğini hiss-i kable’l-vuku ile sezmiş ve hazırlık yapıyordu. Her ne ise bilindiği gibi, Sultan Murad’ın muradı gerçekleşemedi. Saltanattan çekilir çekilmez, Haçlılar dev bir ordu kurup Osmanlı topraklarına doğru yürüdüler. Bir kısım beylikler harekete geçtiler. İkinci Murad göreve çağrıldı. Reddedince de, padişah fermanı ile Osmanlı ordularına komutan tayin edildi. Zaferden sonra devlet ricalinin ısrarı ile padişahlığı tekrar kabul etti. Her ne kadar Sultan Murad’ın hedeflediği değişim sağlığında gerçekleşmedi ise de, Fatih Sultan Mehmed ihtilâflardan uzak rahat bir padişahlık yaptı. İç kavgalara maruz kalmadı. İstanbul’u, Balkanlar’ı, Kırım’ı ve Anadolu’nun kalan kısımlarını fethederek Osmanlı’nın adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Ordusuyla birlikte, Peygamberimizin (asm) medh ü senasına mazhar oldu. Bu neticeye bakıldığında Sultan Murad için maksat hâsıl olmuş denilebilir. Zaten Osmanlı padişahları sağlıklarında şehzadeleri sancaklara gönderir, orada küçük yaşlarda devlet yönetimini öğrenmesini sağlarlardı. Demek ki, onlar bu işin şuurunda idiler. Konumuz tarih olmadığı için belki de bütün bunları niçin anlattığımız merak edilecek. Bütün bunları Emirdağ Lâhikası’ndaki “Ölmeden önce ölünüz!” hadis-i şerifi ile ilgili konuyu okuyunca hatırladık. Biz bu hadis-i şerifi hep, dünyanın geçiciliğini, faniliğini hatırlayıp; nefsin istek ve arzularından vazgeçip ahirete çalışmak ve ahiretimizi kurtarmak olarak anlardık. Meğer bir de padişahlıktan, krallıktan, parti başkanlığından ve daha nicelerinden de vazgeçmek de varmış. En nihayet ölüm mukadder olduğuna göre, geride kalanların da yönetime bir şekilde hazırlanması için önünü açmak da bu mânâya dâhilmiş. Günümüz siyaset manzarasına bakıldığında, ölmeden önce ölmenin kaçınılmaz olan gerçek ölümden daha da zor olduğunu fark etmek mümkün. Neyse biz siyaseti bir yana bırakarak Risâle-i Nur’daki konuyu anlamaya çalışalım ve dersi öncelikle kendi nefsimize okuyalım. Bediüzzaman Hazretleri mektubunda şöyle diyor: “Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek manevî malımı ve hukukumu size vermeye ve ‘Ölmeden önce ölünüz!’ sırrına binâen, ölümden evvel sizi bilfiil varis yapmaya dair bir Nur şakirdi sordu ki: ‘Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kalacaksınız.’ “Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre her birisi maldan bir kısmına hakikî mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emvâl-i uhrevî gibi her birisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır; her birisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur. Meselâ o emval, emvâl-i Nuriye, farazâ bir hazine kadar olsa, binler Nurculara tevziâtta, taksimâtta yirmişer, yüzer altun düşebilir; fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme binâen, her birine istidadına göre, haslara bir milyon birden düşebilir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.”* Bediüzzaman Hazretleri, burada İhlâs Risâlesi’nden aşina olduğumuz lâmba misalini vererek, sevapların, hizmetlerin ve hâsıl olan neticenin bölünmeden parçalanmadan herkese aynı miktarda aksedeceğini, yansıyacağını beyan ediyor. Osmanlı, demek ki, bu sırrı bir nebze anladığı için, şehzadelerin eğitimlerinde ve sancaklarda yetkilendirmeleriyle asırlarca dünyaya hükmetmişler. Aksi takdirde diğerlerinde olduğu gibi her birkaç nesil değişiminde beyliklere bölünüp yok olup giderlerdi. Konuyu daha iyi anlamak için mektubun tamamını İhlâs Risâleleriyle birlikte dikkatlice okumak gerekiyor. Tarihten sunduğumuz kesit ise sadece bakış açımızı biraz daha genişletmek ve zenginleştirmek içindir.
Dipnot: * Emirdağ Lâhikası, s. 182. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |